Zeynep Uzunbay - Aynı zamanda Jiboralar diye de bilinen Şuar Kızılderililerinin, tepeledikleri düşmanların kafasını kesmek gibi bir adetleri vardı. Yenilgiye uğrayan savaşçının dirilmesini önlemek için kestikleri başı kurutup küçülterek avuç içine sığacak boya getirirlerdi. Ama gene de düşman, ağzı sımsıkı kapanıncaya kadar kesinlikle yenilmiş sayılmazdı. Şuar’lar da ölmüş düşmanlarının ağızlarını kapayıp hiç çürümeyen ipliklerle dikerlerdi.” (Eduardo Galeano, Kucaklaşmanın Kitabı, Can Yay.)
12 Eylül, herkesin tek başına kalmasını istiyordu, herkesin hiç kimse olmasını… İçerde, birbirleriyle konuşmaları yasaklanan tutuklular nasıl parmaklarıyla bir alfabe oluşturdularsa, şair de buna benzer bir dille, daha çok suya, buza, göğe içinden yazdı. İşte o içinden yazdıklarının gölgesi ya da şavkı vurdu şiirine.
Kimilerine göre, yenilgi sonrası teslimiyet şiiriydi bu. Gerçeklikten uzaktı. Şair sıkıyı görmüş, evcilleşmiş; ideolojik yalnızlık, bireysel yalnızlık olarak dile vurmuştu. Kimilerine göre de, “Toplumcu-gerçekçi şiir” zaten bitmişti, 12 Eylül bahane oldu.
80 sonrası şiir, dergilerde tartışıldı. Onun üzerine söyleşiler yapıldı. Dosyalar, kitaplar hazırlandı. Tartışmalar, sorular, görüşler dönüp dolaşıp politik-poetik eksende buluştu ya da ayrıştı.
Önceki dönemin birçok şairi, 80’lerde şiirin geri çekildiğini, çünkü insanın geri çekildiğini düşünüyordu. Şair korkmuş metafiziğe sarılmıştı. Sözünü kat kat imgeye sarmasının nedeni de buydu.
80’lerde yazanlarsa, 70’lerde yazılanın şiirden çok slogan olduğunu, şiirin temel sorunlarıyla ancak 80’den sonra yüzleşildiğini söylüyor; “halk aşkı”nın nasıl olup da bir gecede bittiğini soruyordu.
Ahmet Telli, 1981’de tutuklandığında, şiir kitaplarının adlarıyla; Yangın Yılları, Hüznün isyan Olur, Dövüşen Anlatsın’la dövüldüğünü söylüyordu. Daha sonra Nemciye Alpay, 12 Eylül cezaevlerinde onun Su Çürüdü adlı kitabının nasıl sevilerek okunduğunu anlatacaktı.
Mahmut Temizyürek, “12 Eylül şiire, edebiyata bir darbe değildir, öyle olsaydı, en isyancı, en anaç şiirlerini yazamazdı, o günlerde Gülten Akın. Oğlunun dünyasını sahiplenemezdi, o ilahilerle, ağıtlarla.” diyecekti. (Üç Nokta, sayı 8)
Gülten Akın, İlahiler’i 83’te yayımladı. Oğlu içerde olan bir annenin dışarıdaki bunaltısını, acısını anlatıyordu bu şiirler:
ELLER İLAHİSİ
Ellerini görsem oğlumun
Uzun esmer parmaklı ellerini
Onları özlüyorum
Üç yaşına yağan karda
Kızarmış, ısıttım öpe hohlaya
Ozanda el-ücra çağrışımı yapan
Alucra kışları
Bir elim elinde sabaha dek
Öteki yorganının üstünde
Üşümezdi artık örttüm sardım ya
Görsem ellerini oğlumun
Ardında bağlı durmasa
Kalmasa Alucra sisler içinde
Gevaş'a kurtlar inmese
Cano kızak yap oğluma
Uçar gider göle doğru
Çığ düşer, Artos'a salma
Ellerini görsem oğlumun
Dizgini tutarken atının üstünde
Sağrısı yelesi al ürpermede
Ferhan usul usul titrese
Ellerini görsem oğlumun
Yeşil söğüt dalını incelikle
Kuş sesleriyle değiştiğinde
Beş yaşında çalışkan ellerini
Uçtu gitti kitapların ardında
Uçtu gitti kalemlerin ardında
Ardından, 86’da,
“Zalimin gecesi mazlumun gecesiyle birdir
Ve daha uzundur zulme karar verenin gecesi
Çünkü acıların, çığlıkların, kargışların sesi
İğne deliğinden geçeğen olur
Dokuna dokuna kıyıcıya cellada
Varır, sebebin kapısında durur” dizeleriyle başlayan 42 Günün Şiirleri gelecekti.
Dışarıdaki şair yalnızdı, insan yalnızdı. Sokaklar boşalmış, parkalar, postallar çıkarılmış, görünüşe göre, herkes hiç kimse olmuştu. Şiirin “eve dönüş”ü buydu. Şair, yörüngesinden çıkmış bu hayattan, bu kaygan zeminden çıkaracaktı dilini. Zordu. Öteki uca sıçradı; kendini doğurmak istedi, “anne” diyordu, Yaşayamadığı çocukluğuna, gençliğine döndü; hiçlik, kendisi olmak, ayna, boş kâğıtlar, gövde… Şair kavgalı olduğu anneyle babayla barıştı. Şiirin kendisi bir dil arayışına, platonik aşka dönüştü. Yazılmış şiirler bile sözcüklerini arıyordu.
İçerdeki şairin kaleme aldıklarını dışarıdakinin içi kaldırmıyordu. Çünkü, içerden yazılan şiir, hâlâ halktan, devrimden; işkencenin ayrıntılarından, gelecek güzel günlerden söz ediyordu. Yalıtıldığı yerden böyle görüyor, böyle görmek istiyor, sesini duyurmak istiyordu. Dışarıda durum çok daha farklıydı; ütopya bitmiş, edebiyat odağını yitirmişti. İçerinin vicdanıyla, dışarının teorisi zaman zaman buluşur gibi olduysa da, kapitalizm kapacağını kapmıştı; “Bunlar boş işler”di, kim kime ne anlatacaktı ki? Çocukları, yakınları içerde olanların dışındakiler seviniyordu bile.
Bir de, 12 Eylül sonrasında yaşananlar öyle iğrençti, şiddet öyle çıplaktı ki, yaşayanlar için bunu anlatmak çok zordu. Ya yaşadıklarının hayal, düş olmasını istiyor, anlatarak gerçeklik kazandırmak istemiyorlar ya da bunu anlatacak mümkün dili bulamıyorlardı. 12 Eylül’e bakmak, balgama, kusmuğa bakmaktan beterdi. Şairin öteki uca sıçraması; aşka, çocukluğa, doğaya dönmesi, ruhunu sağaltmak için bulduğu bir yoldu. Başımızı çevirmiştik, ama gerçek orda duruyordu, hâlâ da duruyor.
Adnan Özer, o yılları şöyle anlatıyor:
“… Çok şiddetli bir değişim geçirdik. Çok tehlikeli. Mesela arkadaşı yanında ölmüş, ona şiir yazmış. Ahmet Erhan’ın ‘Bugün de Ölmedim Anne’ diye bir şiiri var. Her gün ölebilir; ‘Bugün de ölmedim…” Biz oradan geldik. Ondan sonra silahlar sustu; bu sefer derin bir yalnızlık içine düştük. Darbenin getirdiği çok derin bir politik hayal kırıklığı… Amacımızı, her şeyimizi yitirdik… “ (Üç Nokta, sayı 8)
Şiddetle, aşağılanmayla karşılaşmıştı şair. Arkadaşlar tutuklanmış, devlete zararlı olduğu gerekçesiyle birçoğunun işine son verilmişti. (Devlet işinden kurtulmak kimi şairlere iyi gelmişti gerçi) Toplumun suskunluğunu kendi suskunluğu olarak içselleştiriyor, hizaya sokulmuş dili parçalamaya çalışıyordu. En küçük çatlak bile önemliydi ve bu neden ‘kendisi’ olmasındı? Darbe üstüne darbe! Halkımız yüzde 92 oyla, yeni Anayasa’ya evet dedi.
80’lerde şiir yayımlamaya başlayan Seyhan Erözçelik, bir söyleşisinde şöyle diyordu: “Önce belimizden kırdılar. Bunun şiirle ilgisi yok. Şiirle ilgili olan şey şu belki de: Şiir asloldu. Kendi yoluna, mecrasına döndü. Oradan akmaya başladı. Sloganlar bitti. Şiire sarıldık. Ne yapabilirdik ki?” (Üç Nokta, s.8)
Şair ararken, Haşim’i, Tanpınar’ı, vaktiyle tartışmaya fırsat bulamadığı İkinci Yeni’yi keşfetti. İkinci Yeni’yi komformistlikle suçlayanlara, Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri, Gül Kokuyorsun” şiirleriyle yanıt verildi. Şairin politikliği, dünyayı kendince dile getirebilmesiydi. Haydar Ergülen, “80 şiiri, ‘eve dönüş’, ama kimse bunun politik şiir olmadığını iddia edemez!” dedi.
Şair, şiiri 12 Eylül travması karşısında, ruhunun yaralarını sarmak için kullanmış, bunun adını da “birey olmak”, “kendisi olmak” mı koymuştu? Kendileri mi olmuşlar, yoksa kendilerine hasret mi kalmışlardı? Sanırım, yine Galeano, küçük hikâyelerinin birinde, insan tek başına akıllı olamaz, der. Üç kişi bir araya gelse, örgüt üyesi olmaktan gözaltına alınıyordu. (Evde yiyecek hiçbir şey kalmadığında, sarımsak ekmekle karnımızı doyururken arkadaşımla gülüşüyorduk: Kimse yanımıza yaklaşamaz, örgütlenmekten kurtulduk! “Damda bacaları polis sanırdım” diye değiştirmiştik türküyü.)
1984’te Cumhurbaşkanlığına 1260 imzayla bir dilekçe sunuldu. Aydınlar Dilekçesi… Sıkıyönetim, imzası bulunanlar hakkında dava açtı. Kenan Evren, “Biz çok aydın gördük, vatan hainiydiler,” dedi.
Şairler de toparlanmaya çalıştılar. Aynı yıl, bir grup şair, Marmara Adası’da üç gün boyunca bildirilerini okudular. V. Bahadır Bayrıl, Seyhan Erözçelik, Orhan Aklaya, Akif Kurtuluş, İhsan deniz, Ahmet Erhan, Ali Cengizkan, Mehmet Ocaktan, Adnan Özer… Daha sonra, İhsan Deniz, kendisiyle yapılan bir söyleşide, sosyalist şairler için şöyle dedi: “…Alkol! Müthiş içiyorlardı… Toplumsal idealizmleri olan Sosyalizm büyük bir darbe almış, poetik varoluşları ortadan kalkmış ve alkol, artık yegâne sığınakları hâline gelmişti...” 87’de örgütlü mücadele ruhunu diriltmeyi hedefleyen, Yenibütün Şiir Manifestosu yayımlandı, tartışıldı.
O dönemden başlayarak “poetika” söyleşilerin vazgeçilmez sorusu oldu. Verilen yanıtlar, Batı’lı referanslarla, ‘gelenek’le kabartıldı. Dünya görüşüyle yan yana gelmez şairler, 80’li yıllarda birbirlerinin dergilerinde şiir yayımlıyor; geleneği, imgeyi, bireyi, kimliği tartışıyorlardı. İslamcı şairler, sadece Sezai Karakoç’tan, Cahit Zarifoğlu’dan değil, İlhan Berk’ten, Edip Cansever’den de etkileniyorlardı.
İçteki dünyanın şiirde somutlaşması zaman alacaktı. “Yazılan şiiri anlamıyorum” cümlesi, en çok 90’larda söylenmeye başladı. Şair, doğası gereği sordu, sorguladı; okudu, araştırdı, aldı başını gitti, okur durduğu yerde durdu, ondan böyle oldu, dendi. Sorun, bireyle sürü insan arasındaki uçurumdu. Şair, yazılırken verilen emeğe eş bir emekle okumayı gerçekleştiren okurunu istiyor, ona yazdığını söylüyordu. Modern şiirin özgürlük çıkışına yakın bir duruş vardı, ama köksüzlüğü kavram karmaşasına yol açıyordu. Şiir ‘postmodern’ kavramıyla buluştu. (Ben de o yılların bir şiirinde “Elin elimde olsa/ postta modernde ne var” demiştim.)
Öte yandan, şiirde patlama oldu. Şairlerin bile sadece kendilerinin olduğu sayıyı alıp okudukları söyleniyordu. Dergiler, dergiye şiir gönderenlerin sayısınca; şiir kitapları, şair sayısınca bile satılmıyorsa, bu şiiri kim okuyordu, okuyacaktı? Kendim için yazıyorum, diyenlerin durumu biraz acıklıydı; her dergide, ısrarla en çok onlar görülmek istiyorlardı.
12 Eylül, o dönemi yaşayan şairleri içten içe kemirdi. Meyvelerini 90’larda vermeye başladı, onca travmanın, suskunluğun ardından kekelemesi doğaldı. Belki de bile bile kekeliyordu. Kekeme bir şiir yazıldığını söyleyip eleştirenler de vardı, bu kekemeliği yüceltenler de. Kekemelik de olumlu bir imge olarak şiirlerde yerini aldı.
80 uzun sürdü. Marifetlerinden biri de Madımak yangınıydı. Başlarda, şiiri kaba ideolojiye feda etmeme adına, aynı toprağın testisiyiz anlayışıyla bir araya gelenlerin şiir testileri, İslami şair ihsan Deniz’in deyimiyle, kırılmadı ama çatladı. Çünkü ismet Özel, yangından altı gün sonra şöyle dedi: "...Nerede bir Müslüman varsa oranın icabına bakmayı kendine görev bilen birileri hep çıkıyor. Aklıma takılan soru şu: Aziz Nesin gibilerinin kendilerini güvenlikte hissetmeleri için Sırp(veya Grek, Ermeni, Rus veya Amerikan) uçaklarını Sivas semalarında görmeleri mi gerekiyor?”
Tuğrul Tanyol, bunun üzerine “Artık postallarımızı giyelim” dedi.
Emirhan Oğuz’la Küçük İskender, toplumcu şiirin iki kanalı gibi görüldü. (Hasan Bülent Kahraman) Ama Küçük İskender, daha sonra bunu empoze edilen bir sorumluluk gibi algıladığını, nereye istiyorsa oraya gittiğini söyleyecekti.
80’li yılların başlarında TDK kapatılmış, üyelikler yok sayılmıştı. Yeni TDK’nin üyeliklerine de dinciler, ülkücüler getirilmişti. Yeni TDK yasak sözcükler listesi hazırlayıp basın-yayın organlarına göndermişlerdi. Bu sözcüklerden biri “toplum”du. İlginç! Evet “ilginç” sözcüğü de yasaklılar arasındaydı? Peki neden? O da, “neden” sözcüğü de yasaktı. Arada “evren” sözcüğü de kaynamış da, sonra yanlışı düzeltmişler miydi neydi.
Türk şiiri, bir konuda da görevsizlik kararı aldı: Savaş!
Ahmet Erhan “Dağlarda evlatlarımız ölüyor!” dedikten sonraki tartışmalar içler acısıydı. Kimi kastediyordu Ahmet Erhan? Kürtleri mi, Türkleri mi?