Hazırlayan: Turan HORZUM
II.Dünya Savaşı sonrası edebiyatın Alman dilindeki en önemli yazarlarından biri olan Max Frisch,
1911’de Zürih’te doğar. Mimarlık eğitimi alır, gazetecilik yapar. 1954’te çıkan Stiller romanı ile adından söz ettiren yazarın, Bertolt Brecht ile tanışması edebiyat anlayışını çok etkiler. Biederman ve Kundakçılar ile, dünya çapında bir oyun yazarı olarak kabul edilir
Varoluş, insanın yetersizlikleri, ırkçılık, doğa-insan ilişkileri, insan hayatında bilimin rolü eserlerinde ele aldığı başat konulardır. Toplumların kimliği konusunu tartışmaya açan Frisch ülkesi İsviçre’yi eleştirmekten de çekinmeyen bir yazar
1957’de yayımlanan ve yazarın en sevilen eserlerinden biri olan Homo Faber otobiyografik özellikleri ağır basan bir roman. Baş karakterimiz Walter’in takma adı olan Homo Faber, teknik adam anlamına geliyor.
Romanın ilk sayfada, Faber’in tipi yüzünden geç kalkıldığı için; “Sinirliyim. Beni böylesine sinirlendiren, hemen uyuyamadığım için, hostesin bize dağıttığı gazetede okuduğum ‘Nevada’daki Dünyanın En Büyük Uçak Kazasından İlk Resimler’ başlıklı haber değil, motorları çalıştırarak duran uçağın titreşimiydi.” sözleriyle açılıyor.
Duyguları değil aklı önceleyen, kadınlara hiçbir zaman güvenmeyen, yalnızlıktan hoşlanan Walter, mühendis olarak çalıştığı firması adına Mexico’ya gitmektedir. Uçakta yanındaki Düsseldorflu Herbert’ten hiç hoşlanmaz. Uçak kaza yapar, Guatemala yakınlarındaki çöle saplanır. Bu olay ikisini yakınlaştırır. Herbert, üniversite yıllarından arkadaşı Joachim’in kardeşidir. Guatemala yakınlarında bir tütün plantasyonunda çalışan ağabeyinden haber alamadığı için yanına gitmekte olan Herbert’ten ağabeyinin Hanna adlı biri ile evlendiğini, bir de kızları olduğunu öğrenir.
Faber okulu bitirdiği yıla, 1937’ye döner. Bağdat’tan iyi bir iş teklifi almıştır. Beraber yaşadığı, Hanna hamiledir. Yahudilere yapılan baskılar nedeniyle, yarı Yahudi Hanna ile çocuğu aldırması koşuluyla evlenmek istese de Hanna vazgeçer, Walter Bağdat’a gider, bir daha da birbirlerini görmezler…
85 saat sonra kurtarılırlar. Faber, planını değiştirir Herbert’e eşlik eder. Orta Amerika’nın ormanlık alanlarında zorlu mücadelelerden sonra kızılderililerin olduğu bölgeye gelirler ama Joachim intihar etmiştir. Faber Paris’e gitmek üzere New York’a döner. Giderken ayrıldığı Ivy’den kurtulmak için uçağını beklemek istemez, gemiyle gitmeye karar verir. Gemide, tanıştığı Sabeth adlı genç bir kızla aralarında ilginç bir arkadaşlık gelişir. 51 yaşındaki Faber son gün Sabeth’e evlenme teklif eder. Sabeth’in Yunanistan’da yaşayan annesinin yanına giderken bir akşam birlikte olurlar. Yolda, annesinin adını öğrenince şok olur…Korint civarında Sabeth’i yılan sokar, kaçarken düşer. Faber saatler sonra onu hastaneye ulaştırır. Hanna’ya haber verilir. 20 yıl sonra karşılaşır iki sevgili. Bilemezdim, der Faber. Sabeth ölür. Yılan sokma tedavisi uygulanmıştır, oysa düştüğü için beyin kanaması geçirmiştir. Faber tekrar işe başlasa da patronu tatile çıkartır onu. Hastalanır. Günlük tutmaya başlar, geriye dönüşlerle yaşamını irdeler..
Roman,her şey açıklanabilir diyen Faber’in kimlik bunalımını, kendine yabancılaşmasını sorguluyor. Bana ne oldu diyor Faber? Sahi ne oldu? İç dünyasındaki hangi tuğla yerinden oynadı Mühendis Faber’in? Çağdaş insanın temel sorunsalı; yalnızlık, yetememek, tükenmişlik, Walter için adeta yok kavramlar. Doğaya, yerlilere, kadınlara bakışı, onlar üzerinde üstünlük kurma üzerine dayanıyor Homo Faber’in.
Uluslararası şirketlerin temsilcileri olarak yol ve havaalanı yapma yardımı adı altında gittikleri Guatemala’da; geçtikleri sık ormanları, nehirleri, teknikle hizaya getirilmesi gereken yerler olarak görüyor. Orada yaşayan yerliler için “Güneş ve ay onlara yeter. Kadınsı bir halk. Kızılderililere bir şey olmaz.” diyor büyük bir kibirle.
Max Frisch; romanda adı geçen bölgelerde bulunmuş, benzer işler yapmış. Bu nedenle sistemin ve zamanın özelliklerine birinci elden yer veriyor diyebiliriz. Gelişmiş ülkelerin; gelişmemiş bölgelerin doğal kaynaklarını, halklarıyla birlikte sömürmelerini, bu sistemin içinde var olmaya çalışan bireyin, kendi gerçekliğinden kopmasını, iletişimsizliğini ve yalnızlaşmasını başarıyla kurgulamış. Son derece yalın bir dille, akıcı bir üslupla ilerletiyor romanı. Faber karakterini çizerken; Sabeth ve Hanna’nın anlatıldığı yerlerde konuşma ve tartışma yönteminden yararlanıyor. Özellikle Sabeth’in kızı olduğunu öğrenmesi bir kırılma noktası olarak kahramanın dağılmasının başlangıcı oluyor.
Kader ağlarını örüyor (!) denir ya mitolojide; Faber’in inanmadığı hikayeleri çağrıştıran postmodern bir masal gibi ilerleyen romanda, kahraman inanmadığı her şeyle yüzleşmeye giriyor. Bu bağlamda ayna metaforunu başarıyla kullanıyor yazar.
Walter’in sarhoş olduğu bir gece evine çağırdığı arkadaş topluluğuna söyledikleri; bu eserde, yazarın belki de tam söylemek istedikleri diye düşünüyorum. “Sizin toplumunuzda insan geberebilir, siz farkına bile varmazsınız geberdiğinizin, dostluk diye bir şey bilmezsiniz, toplumunuzda geberir insan. Neden sanki birbirimizle konuşuyoruz? Neden? Haberiniz bile olmadan biri ölebilirse, neden bu topluluk bir arada?
Hayatta her şey hesaplanabilir mi’ye bir yanıt gibi kahramanın yaşadıkları.
Homo Faber, adından söz ettirmeyi hak eden bir eser.
Homo Faber / Max Frisch
Emel Kadör
Hazırlayan: Turan HORZUM
Söylenemeyene ses veren yazar: Jon Fosse
Trilogy (Üçleme), kendilerini bulmaya çalışan sevgililer Asle ve Alida’nın aşk hikayesini anlatıyor. İkisi de evsiz, ikisi de uykusuz. Norveç’in Bergen şehrinde kendilerine ve doğacak çocuklarına iyi bir hayat kurabilmek fikriyle yağmurda dolanıp duruyorlar. Fosse, adaletsizlik, direniş, suç ve intikam kavramlarına odaklanıyor.
Roman üç bölüme ayrılmış: Uyanıklık, Olav’in Hayalleri ve Gece Yorgunu. Bölüm adları tabii ki bir şeyler imliyor: Kaskatı bir gerçekliği takip etmeyeceğimizi, öznel dünyanın nesnel olanla çakışacağını ve aynı zamanda uykuyla uyanıklığın pek fark yaratmayacağını.
Uyanıklık bölümünde Asle (erkek) ve Alida (anne ama henüz değil) dolanıyorlar bir çift oda bulabilmek için. Kimse bu genç çifte oda vermiyor. Asle, babadan miras keman çalıyor, elinde kemanı var. Yazar burada geriye dönüşlerle Alida ve Asle’nin aile hikayelerini anlatıyor. Ve bunu öyle yapıyor ki suç ve adalet kavramları okuyucuyu allak bullak ediyor. Asle’nin cinayetleri işlemekten başka çaresi yokmuş gibi duygulara kapılıyoruz.
Olav’in Hayalleri bölümünde, Asle ve Alida artık adlarını değiştirmişlerdir. Asle Olav, Alida ise Asta olmuştur. Bu bölümde biraz huzur bulsalar da onları tanıyan bir yaşlı peşlerini bırakmaz. Asle, barda tanıştığı bir adamın eşine aldığı bileziği Alida’ya hediye etmek için büyük bir heyecan ve mutlulukla alır ama bir gece civardaki fahişelerden birinin tuzağına düşer. Fahişe, aynı zamanda şantajcının kızıdır. Kolluk kuvvetleri gelir, Asle’yi yakalar ve asar. Son anlarında Asle, çocuğuyla birlikte kalabalığın içinde olan Alida’yı görür.
Gece Yorgunu, son bölümde Alida’nın Asle’den sonra denk geldiği adamla birlikte gittiğini ve o adamdan bir çocuğu olduğunu öğreniyoruz. Çocuk da yaşlanmıştır, Asle ise zaten iyice yaşlanmıştır ama ölmüştür belki de. Gerçekle hayal o kadar iç içe geçiyor ki ayırt etmek zorlaşıyor.
Jon Fosse, 2023 yılında Nobel Edebiyat Ödülünü aldı. Komite, “söylenemeyene bir ses veren yenilikçi oyun ve düzyazıları, Norveç geçmişinin özünü sanatsal teknikle birleştirip eserlerinde insanın kaygılarını ve ikilemlerini yansıttığı” için bu ödüle layık olduğunu belirtiyor. Üçleme, karakterlerin en üst seviyede yaşadıkları çaresizliklerini, yoksulluk ve yoksunluklarını biraz da şiirsel bir dille anlatıyor. Bunu yaparken ikilemler hemen dikkatimizi çekiyor.
“Kurmaca metin inanmaktan çok hayal etmeyi sağlar” sözü sadece okuyucu için değil, sanki buradaki karakterler için söylenmiş gibidir. Romanda anlatım biçimi tamamen özgündür. Noktalama işaretleri hemen hemen hiç kullanılmamıştır (virgül ve nokta dışında). Serbest dolaylı anlatım kullanılarak üç göz anlatıma katılmıştır. Diyaloglardaki serilik okumayı hafifletirken; mimesis, gerçeklik ve sempati kurgudaki samimiyeti artırmaktadır. Üçleme, sadece bir aşk hikayesi değil, evrensel bir adaletsizlik, yoksulluk, yoksunluk romanıdır.
ÜÇLEME
JON FOSSE
Monokl
Hazırlayan: Turan HORZUM
Dünyanın Büyüsü
Hikayelerin büyüsü
Keder
Gençken köyden bir kadına sevdalanmış komşu. Kadın da onu sevmiş. Bir köyde aşk nikâh mabedinde sonuçlanmadığında, folklor zenginleşir. Biri eğlenceli bir türkü uydurmuş: Gidesin hapishaney, kız nasıl kaçırılır, sorasın dedene... Ve dedenin yerine uygunsuz cevaplar veriyormuş. Söyleşip gülüşüyorlarmış. Türküye konu olanlar hariç herkes. Türkü sadece lekelerinin alanını genişletmeye yaramış. İnsanların tüm pisliği görmediği, sadece lekeleri işaret ettiği zamanlarmış.
Temiz insanlar en kolay kirlendiği için, komşu ve sevdiği kadın birbirinden uzak kalmaya karar vermişler. Tarlada hariç. Kaderin cilvesi bu ya, iki ailenin tarlaları komşu parsellerdeymiş. Kadere bu da yetmemiş gibi, iki tarlanın sınırında bir de ağaç varmış. Bir çeşit armut, yabani cinsten. Aşağıda birbirine dolanan kökleri büyümüş ve yerin üzerinde birbirine dolanmayan kolların yerini almış. Kabuğu kalınlaşmış ama önyargılardan koruyacak kadar değil. Dallar çoğalmış ama âşıkların ortak bir yaşam olasılıkları zayıflamış.
KEDER
Yordanka BELEVA
Metis Yayınları
Yazarın büyüsü
Bence şiir her zaman ilktir, her yazar önce şiirle başlar. Seslerin ahengini hissetmemiş, iki ayrı kelimenin uyumlu komşuluğu, dizeler ve dizeler arasındaki ezgi sebebiyle kendinden geçmemiş büyük bir romancı hayal edemiyorum. Bu anlamda şiir, yazar için sadece bir ilkokul, temel eğitim değildir, onun alfabesidir; alfabe olmadan ise bir şey yazamayız.
İçimdeki o çizginin, ötesinde şair olduğum, aşana kadar ise sadece düzyazı yazarı olduğum çizginin –ya da tam tersi– tam nerede olduğunu asla bilemedim. Kendimi sadece söyleyecek bir şeyi olan biri olarak değil, onu tam olarak nasıl söylediğini de önemseyen biri olarak görüyorum.
Şiir sadece bir yazma, ifade etme biçimi değildir. Şiir aynı anda bir yaşam biçimidir, dünyaya karşı özel bir duyarlıktır. Böyle bir duyarlığı ve kırılganlığı olmayan bir yazar düşünemiyorum ya da en azından eksiklikleri onları ciddiye almamı engellerdi.
Yordanka BELEVA
Anne Baba Kütüphanesi
Ebeveynlikte altın saatler
Doç. Dr. Ümüt Arslan
Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın
Psikolog Seray Bingöl
“Mutluluğu sahip olduğumuz eşyalarla değil, yaşadıklarımızla elde ederiz...”
Modern çağda ebeveynlik, hiç olmadığı kadar karmaşık ve zorlayıcı bir hale geldi. Günümüz anne-babaları, iş hayatı, dijitalleşme ve günlük koşuşturma arasında çocuklarına zaman ayırmakta giderek zorlanıyor.
Heather Miller’in Ebeveynlikte Altın Saatler kitabı, bu kaotik yaşam döngüsünde çocuklarla geçirilen kaliteli zamanın ne kadar değerli olduğunu hatırlatan etkileyici bir rehber niteliğinde.
Miller, ebeveynlerin çocuklarıyla kurduğu bağların sadece birlikte geçirilen süreyle değil, bu sürenin kalitesiyle şekillendiğini savunuyor. Kitap, ebeveynlere yoğun hayatlarında çocuklarıyla anlamlı zaman geçirebilmenin yollarını gösterirken, bir yandan da modern dünyanın dikkat dağıtan unsurlarına karşı bir uyarı niteliği taşıyor.
Çocukların duygusal ihtiyaçlarını karşılamanın ve onlarla derin bağlar kurmanın, gelecekte daha güçlü bireyler yetiştirmek için ne kadar önemli olduğunu vurguluyor. Heather Miller, “altın saatler” kavramını, ebeveyn ve çocuk arasındaki özel ve anlamlı anlar olarak tanımlıyor.
Bu anların, çocuğun kendini değerli hissetmesi, duygusal olarak beslenmesi ve sağlıklı bir özgüven geliştirmesi için kritik olduğunu belirtiyor. Birlikte yapılan basit etkinlikler –birlikte yemek hazırlamak, kitap okumak, doğada yürüyüş yapmak– hem ebeveynin hem de çocuğun hayatında derin ve kalıcı bir etki bırakabiliyor.
Heather Miller’in rehberliğiyle ebeveynler, çocuklarıyla ilişkilerini yeniden değerlendirebilir ve bu altın saatlerin önemini keşfedebilirler.