Hazırlayan: Emel Kadör

“Umut etmek, var olan tatsız bir durumdan kurtulmak için elimize aldığımız bir fener”

Geçen cumartesi Seferihisar’da, soluk aldığımızı duyumsadığımız bir mekânda, Seferi Keçi Kültür Evi’nde varlığıyla, konuşmasıyla umutlarımızı çoğaltan bir yazarı ağırladık.

Yedi yıldır sevgili Yunus Bekir Yurdakul’un moderatörlüğünde süren okuma grubumuzun bu ayki konuğu Bir Ceza Hikayesi kitabının yazarı Suzan Yılmaz Okar’dı.

Öykü ve denemeleri; Karakalem, Türk Dili, Varlık, Leman dergilerinde yayımlanan yazarın ilk kitabı olan eser; bir haklılık mücadelesine yaslanıyor. Bir dönem toplumun üzerine kâbus gibi boca edilen Ergenekon davaları hukukun çiğnendiği bir süreç olarak kazındı toplumsal belleğimize.

Aslında karanlık bir yapı tarafından tasarlandığı, emniyette, yargıda örgütlü cemaatçi bir çete tarafından bir tür paralel bir yapılanmadan kaynaklandığı, iktidardakiler tarafından da kısa zamanda açıklanan sözde davaların hepimizi serseme çevirdiği zamanlar.

Siyasi analizlerin konusu olan bu dönemden geriye, pek çok acılı hikâye kaldı. O hikayelerden biri de Suzan ve eşi Baha Okar’ın hikayesi.

Bilim ve Gelecek Dergisi Editörü Baha Okar’ın örgüt üyeliği suçlamasıyla bir gece yarısı evinden apar topar alınması, gözaltı, tutukluluk, Silivri, Tekirdağ, hapishaneler, duruşmalar…

Bir Ceza Hikayesi; suçsuz bir insanın, binlerce suçsuz insandan birinin, her türlü kanıta karşın ısrarla suçlu gösterilerek, öyle kabul edilerek, hiçbir örgüte bağlı olmadığı halde örgüt kimliği giydirilmeye çalışılarak, başka amaçlarla tezgahlandığı yıllar sonra ortaya çıkan uydurma duruşmalarla iki yıl hapsedildiği günlerde, suçsuzluğunu kanıtlama mücadelesi. Bu mücadelenin canlı tanığı, gönül yoldaşının, eşinin dilinden anlatımı.

Suzan Yılmaz, ikili bir kurguyla yazmış kitabı. Bir gece yarısı baskınıyla başlayan, gözaltı ve tutuklulukla ilerleyen sancılı süreçleri, Dersimli dedesinin Ovacık’taki köyünden başlayarak öğretmen babasının sürgün olarak gönderildiği Kurtalan, Batman’daki çocukluk anılarına koşut olarak anlatıyor. Alevi olmak, Kürt olmak baskılanmasının yanında sosyalist dünya görüşüne sahip olmanın “ötekileştirilmek” olduğunun altını yaşanmışlıklarla dolduruyor.

Haklı olmanın inancıyla hukuksuzluğun üzerine cesaretle giderken karşı karşıya kaldıkları tüm sıkıntıları duygusallığa düşmeden kaleme getiriyor.

İçeride olanı oradan kurtarma savaşımını verirken, arka planına dedenin anılarından yola çıkarak çocukluğuna, o yıllarda ailesinin ve yakınlarının yaşadıklarına, o coğrafyanın doğal güzellikleri içinde süren görece mutlu, anlayamadığı sorularla örülü yıllarına götürüyor okuru.

Büyük bir içtenlik ve açık yüreklilikle, akıcı diliyle ilerleyen bir anlatı kuruyor. Metinler arası özellikleri de var kitabın. Kimi yerlerde deneme kıvamında paragraflarla, kimi yerde mektuplarla bir çırpıda okunuyor eser.

“Kim bilir, aklımız ve ruhunuz kaç bin kuşağın tortusunu taşıyor? Hele de milyonlarca yıllık tarihimiz gözetildiğinde daha bir sabırlı olmak gerekiyor. Gelişigüzel yöntemlerle ya da düşünüşlerle geçmişimizi ve bugüne devraldığımız yaşamları anlamamız oldukça yorucu olabiliyor. Ama yine de yola koyulduğumuz vakit, yaşlıların pişmek ve felsefenin olmak dediği olgunluk tüm yaşamımızın en önemli uğraşına dönüşebilir. Hayatı beylik düşüncelerle anlamaya çalışmak yerine; daha sade, yüzeyde ne olup bitiyorsa daha bir iyilikle görmek zamanla mümkün olabiliyor. Cezaevi yolculukları da bunlardandı. Hızlı ama yolda olanın iç yolculuğuyla giderek yavaşlayan bir hız.”

Bir sevgiyi yüreğinde yaşatmanın çoğaltıcı gücüyle düşmeye yakın olduğu anlarda, bir kardelen gibi ayağa kalkıp B’sine koşuyor Suze.

Kafkaesk özellikler barındıran hikâyede yazar; başkişisini “B” olarak adlandırmış. Bunu, o süreçte binlerce kişinin başına gelen bir olay olduğunun altını çizmek için yaptığını söyledi. Gerçekten ön bilgiler olmadan okunduğunda böyle bir izlenim yaratmayı başarmış.

Suzan Yılmaz Okar, o günlerde yaşananların anlatılması sorumluluğuna sahip çıkıyor, tarihe not düşüyor.

İçerisi mi dışarısı mı? Sevdikleri “içeride” olanların, dışarıdakilerin duygularını aktarıyor; hangisi daha ağırı okura bırakarak.

Ya 85 milyonluk ülkemizde her gün pek çok muhalifin, gazetecinin, uydurulmuş gerekçelerle sabaha karşı yapılan baskınlarla yaka paça götürülmelerini, itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını görüp kendi evlerinde kendi yalnızlıklarına gömülmüş olanların duyguları, suskunlukları, utançları, sesini çıkarmaya çalışan bir avuç insanın da sesini duyuramayışlarına tanık olmanın tutsaklığı… Kim içerde kim dışarda…

Bu topraklar acılı topraklar gerçekten. O kadar acı ekilmiş ki acı devşiriliyor sürekli. Hep bir “öteki” yaratılarak korku ile sindiriliyor kitleler. Bunlar kader değil. “Bilim ve Gerçek” yol göstericilerimiz oluncaya dek sürecek.

Bu yolda ortaklaşarak, “umudun fenerinin” ışıltısında buluşarak yol alacağız. Elbette…

Bir Ceza Hikayesi hem bir tanıklık hem de başka eserlerini de okuyacağımız Suzan Yılmaz Okar’ı keşfettiğimiz bir kitap.

Bir Ceza Hikayesi / Suzan Yılmaz Okar

Kolektif Kitap 2014 

***

Direnişin İzinde: Julián Fuks ve Latin Amerika’nın Darbe Romanları

Latin Amerika, tarih boyunca askerî darbelerin ve otoriter rejimlerin gölgesinde yaşamış bir kıta. Bu siyasi ve toplumsal çalkantılar, yalnızca günlük hayatı değil, aynı zamanda bölgenin edebiyatını da derinden etkilemiştir. Julián Fuks’un Direniş romanı, Brezilya’daki askerî diktatörlük döneminin bireyler üzerindeki yankılarını bir ailenin mikro evreninde işlerken, bu tür darbelerin toplumlara nasıl nüfuz ettiğine dair daha geniş bir anlatıya da kapı aralar. Roman, yalnızca bireyin sessiz direnişini değil, kolektif hafızanın unutmaya karşı direncini de sorgular. Ancak bu hikâye, Latin Amerika edebiyatındaki diğer darbeler ve diktatörlük temalı eserlerle birlikte okunduğunda daha derin bir anlam kazanır.

Fuks’un Direniş romanı, aile ve kimlik meseleleri üzerinden bir bireysel hafıza anlatısı sunar. Evlat edinilen bir kardeş üzerinden şekillenen hikâye, sadece bireysel bir kimlik arayışını değil, aynı zamanda Brezilya’nın siyasi travmalarıyla şekillenen toplumsal kimlik meselesini de ele alır. Romanın şu pasajı, bu durumu derinlemesine anlatır:

“Ailemiz, geçmişte olanı konuşmamak üzerine bir anlaşma yapmış gibiydi. Sanki sessizlik, bizi koruyacak bir zırhtı.” Bu alıntı, Latin Amerika’daki diktatörslüklerin toplumsal hafıza üzerindeki etkisini özetler niteliktedir. Sessizlik ve unutma, yalnızca bireysel düzeyde değil, aynı zamanda toplumsal düzeyde bir direniş biçimi hâline gelir.

Bu bağlamda, Isabel Allende’nin Ruhlar Evi adlı romanı ile bir paralellik kurmak mümkündür. Allende’nin eserinde, üç kuşak boyunca bir ailenin diktatörlük rejiminden nasıl etkilendiği anlatılırken, bireysel hafıza ile toplumsal travma iç içe geçer. Ruhlar Evi, büyülü gerçekçilik ile politik bir eleştiriyi harmanlarken, Direniş daha minimal bir dil ve kişisel bir odak sunar. Ancak her iki eser de, geçmişle yüzleşmenin önemine ve sessizliğin hem bir koruma hem de bir baskı aracı olduğuna işaret eder.

Latin Amerika’nın ortak belleği

Julián Fuks, Direnişte yalnızca Brezilya’nın değil, tüm Latin Amerika’nın ortak hafızasına dokunur. García Márquez’in Patriğin Sonbaharı adlı eserinde, bir diktatörün çöküşü resmedilirken, Márquez’in büyülü gerçekçiliği tarihsel gerçeklikle harmanlar. Fuks ise, bireysel hikâye üzerinden bu rejimlerin bıraktığı yaraları işler. Ancak iki eser de, otoriterliğin toplumların hem fiziksel hem de ruhsal dokularını nasıl yıprattığını ele alır. Márquez’in şu sözleri, Fuks’un romanının alt metnini de özetler gibidir:

“Diktatörler yalnızca halklarını değil, onların umutlarını ve hafızalarını da yok eder.”

Alejo Carpentier’in Bu Dünyanın Krallığı romanı da bu bağlamda dikkat çekicidir. Haiti Devrimi’ni merkeze alan eser, diktatörlük rejimlerinin yalnızca iktidar ilişkilerini değil, aynı zamanda bireylerin iç dünyasını nasıl etkilediğini gösterir. Fuks’un anlatımı ise daha mahrem bir düzeyde işler; bireyin iç dünyası, sessizlikle şekillenen bir direniş biçimi hâline gelir.

Sessizlik ve mahremiyetin gücü

Direniş, sessizlik teması üzerinden bir karşı koyuş biçimi sunar. Fuks’un kahramanları, geçmişle doğrudan yüzleşmek yerine, onu parça parça ortaya çıkarır. Bu, Mario Vargas Llosa’nın Kelt Rüyası gibi romanlarındaki yüksek sesli direniş hikâyelerinden farklıdır. Fuks’un anlatısı, sessizliğin de bir direniş biçimi olduğunu savunur. Romanın şu satırları, bu durumu kristalize eder:

“Sözlerimiz, söylemediklerimizin ağırlığı altında eziliyordu. Ve bu sessizlik, belki de en büyük direnişimizdi.”

Latin Amerika’da sessizlik, diktatörlük rejimlerinin bir sonucu olarak bireylerin ve toplumların doğal bir tepkisi hâline gelmiştir. Bu, García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık romanındaki ailenin sırlarıyla benzer bir çizgi izler. Márquez’in hikâyesinde, sessizlik bir koruma aracı olarak kullanılırken, Fuks’un romanında bu sessizlik, travmanın kendisidir.

Direnişin biçimleri ve politik hafıza

Latin Amerika’da edebiyat, darbe rejimlerine karşı hem bir tanıklık hem de bir direniş aracı olmuştur. Fuks’un romanında bu direniş, sessizlik ve bireysel hikâyeler üzerinden şekillenirken, diğer romanlarda daha geniş ölçekli anlatılarla kendini gösterir. Örneğin, Isabel Allende’nin büyülü gerçekçiliği ya da Alejo Carpentier’in tarihsel epikleri, bu rejimlere karşı daha açık bir karşı duruş sergiler.

Julián Fuks, Direnişte, bireyin hafızası ile toplumun kolektif hafızası arasındaki çatışmayı işler. Roman, geçmişle yüzleşmenin yalnızca bireyler için değil, toplumlar için de ne kadar zor olduğunu gösterir. Bu bağlamda, García Márquez’in şu sözleri Fuks’un romanını anlamak için bir anahtar niteliğindedir:

“Bir toplumun en büyük trajedisi, geçmişini unutmasıdır. Çünkü unutulan her şey, bir gün yeniden yaşanır.”

Sonuç: Edebiyatın sessiz ama güçlü direnişi

Direniş, bireysel bir hikâye üzerinden Latin Amerika’daki askerî rejimlerin toplumsal ve politik etkilerini ele alır. Ancak romanın gücü, toplumsal büyük anlatılarla bireysel sessizlikler arasındaki ilişkiyi işleyiş biçiminde yatar. Fuks’un sessiz ve mahrem anlatımı, Latin Amerika’nın edebiyatında hâkim olan büyülü gerçekçilik ve epik anlatılardan farklı bir çizgi çizer.

Bu bağlamda, Direniş, Latin Amerika darbe romanlarının daha geniş evrenine katılan bir yapıta dönüşür. Roman, bireyin hafızası ve toplumun kolektif hafızası arasındaki gerilimi ortaya koyarak, darbe dönemlerinde edebiyatın rolüne dair güçlü bir soru sorar: Edebiyat, yalnızca tanıklık mı eder, yoksa gerçekliği dönüştürme gücüne de sahip midir? Julián Fuks’un yanıtı, bu sorunun sınırlarında dolaşan sessiz ama yankılanan bir direniştir.

Metni alıntılarla ve gönderdiğiniz metinlerden derlediğim temalarla daha da derinleştirdim. Üzerinde daha fazla çalışmamı isterseniz, yönlendirmelerinizi iletebilirsiniz.

***

Hikayelerin Büyüsü

Balta ağırdır. Havayı yardığı o sesi duyamazsın. Ama sen duydun. Duyunca uyandın. Şavkını aydan alan bir parıltı gözünün önünde kendi iniltisiyle inip kalktı. Neyi kestiğini görebilmek için uzandın. Gözlerin aydınlığın ve karanlığın belirsizliğinde bir şeyleri görmeyi umarak bakındı. Göremediler.

Göremedin. Bir siyahin içindesin. Siyah. Onu görmüyorsun. Onu yaşıyorsun. Toprağın nemisin. Meraklı bir faresin. Varmak istemediğin ne varsa ne kadar can varsa sana uzanan, hepsi artık sensin. Geliyorsun. Onların aslisin. Alınamayan nefessin. Baltasın. Aysın. Ormanın derinisin. Topraksın.

Sen ölüsün. 

NEFESHANE

B. Nihan EREN

***

Yazarın Büyüsü

Adorno “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” der. Auschwitz’den sonra şiir yazıldı tabii, Suriye Savaşı’ndan sonra da, Ukrayna işgalinden sonra da. Depremden sonra da yazılacak.

Fakat burada mesuliyetimiz acıyı estetize edip etmediğimizde, kurbanın mağduriyetinden bir haz yaratıp yaratmadığımızda. Dehşeti anlata anlata yumuşatıyor, fazlaca görünür yaparken aslında onu görünmez, duyulmaz hale mi getiriyoruz? Bu soruları sormalıyız hep kendimize. Bu, yazarı edebiyatın hayattan daha önemli olduğu inancı ve yanılgısından, kibrinden kurtaracaktır.

B. Nihan EREN

İzmir’de sinema şöleni: F.W. Murnau’nun başyapıtları Yeniden Sinematek’te! İzmir’de sinema şöleni: F.W. Murnau’nun başyapıtları Yeniden Sinematek’te!

Kaynak: HABER MERKEZİ