Hazırlayan: Batıgün SARIKAYA
SİNE-SÖZ
"İnsanın her yeni filmde birtakım meydan okumalara, aşılması zor görünen engellere ihtiyacı oluyor motive olabilmek için.”
Nuri Bilge Ceylan
SİNE-YORUM
Altın Küre Ödülleri
Altın Küre Ödülleri, 28 Şubat akşamı şu bitmek bilmeyen salgın sebebiyle ilk kez çevrim içi olarak gerçekleştirilen törenle sahiplerini buldu. Alışıldık kırmızı halı seremonisi olmadığı, adaylar ve kazananlar salonda yer almadığı için sönük bir tören olduğu söylenebilir. Bu açıdan ünlü oyuncuların evleri, kazananın açıklandığı anlardaki günlük hâlleri daha ilgi çekici ve renkli bulundu. Ve elbette her ödül töreninde olduğu gibi kimi adayların (Rosemund Pike, Jodie Foster, Jared Leto vb.) giydiği elbiseler tartışma konusu oldu.
Altın Küre’nin genelde Oscar ödüllerinin habercisi olduğu söylenir. Bu yılın favorilerinden Nomadland ödüle uzanarak Oscar’a da göz kırptı. Ayrıca filmin yönetmeni Chloe Zhao Altın Küre kazanan Asya kökenli ilk yönetmen olarak tarihe geçti. Nomadland zaten favori gösteriliyordu. Geçen yıl Oscar ödüllerinde Parazit’le yaşanan dönüşüm devam ederse Chloe Zhao’nun En iyi Yönetmen Ödülü'nü Oscar’da da kazanması sürpriz olmaz.
Rosemund Pike komedi-müzikal dalında I Care a Lot ile en iyi kadın oyuncu ödülünü aldı. Filmi çok başarılı bulmadım, performans da ortalamaydı bana göre. Sacha Baron Cohen ise Borat’ın devamıyla en iyi erkek oyuncu seçildi. Borat tartışılan bir film olsa da oyuncunun performansını başarılı buldum. Drama dalında en iyi kadın oyuncu ödülünü Vanessa Kirby’nin alması gerektiğini düşünüyordum. Ama Andra Davis de kötü bir seçim olmadı. Jodie Foster, The Mauritanian ile yardımcı kadın oyuncu ödülü kazandı ama favori adaylardan Glenn Close da oldukça iyiydi. Geçen yıl yaşamını yitiren Chadwick Boseman en iyi erkek, Daniel Kaluuya en iyi yardımcı erkek oyuncu dallarında ödül kazandı. Açıkçası Gary Oldman’ın Mank’teki performansının hakkı yenmiş gibi geliyor.
Senaryoda The Trial of The Chicago 7 ödüle uzandı ama bence Mank’in senaryosu oldukça değerliydi. En iyi animasyon dalında ödül alan Soul da ödülü hak ediyordu. Yabancı dilde en iyi film Minari’yi henüz izlemedim. Ama bu dalda aday olan filmlerin tamamını (özellikle de Druk ve La Llorona’nın) değerli olduğunu düşünüyorum. Dizilerde de en çok ödüle ulaşan Crown ve The Queen's Gambit kalburüstü işlerdi.
Bu yıl Mank ile epey konuşulan David Fincher ise aday olduğu hiçbir dalda ödüle ulaşamadı. Açıkçası bu biraz sürpriz oldu. Nomadland karşısında Hollywood’un tarihiyle belli ölçülerde hesaplaşan Mank’in işi Oscar ödüllerinde de zor görünüyor. Ben yine de teknik kategorilerde ve yönetmen dalında şansı olduğunu düşünüyorum.
Sinemaların Açılması
Bildiğiniz gibi hafta başında, salgın sürecinde yasakların gevşetilmesi yönünde kararlar açıklandı. Şehirlerin risk durumuna göre sınıflandığı haritalar üzerinden pek çok tartışma da beraberinde geldi. Kafeler, restoranlar, pastaneler, kıraathaneler açıldı ama sinema salonlarıyla ilgili herhangi bir bilgi verilmedi. Aylardır sıkılıp bunalmış insanlar; daha ilk gün sokakları, kafeleri doldurdu tabii. Bu yüzden virüsün yeniden yayılmayacağını ummak biraz saflık olur. Oysa gerekli önlemlerin alındığı, seyircilerin ayrı koltuklarda oturduğu bir sinema salonu, bulaşma riski açısından AVM’lerden, kafelerden çok daha güvenli bir ortam sunuyor. Sektörel açıdan en büyük darbelerden biriyle karşılaşan, özellikle de bağımsız sinema salonlarının toparlanması gerçekten zor görünüyor. Daha önce belirtilen açılış tarihi 1 Nisan’dı. Görünen o ki bu çifte standartlı uygulama yüzünden sinema salonlarını ve elbette İzmir’in en önemli bağımsız sinema salonu Karaca Sineması’nı daha epeyce özleyeceğiz.
SİNEMANIN BAŞYAPITLARI
YALNIZ VE GÜZEL ÜLKEYE ADANMIŞ DERİN BİR FİLM
AHLAT AĞACI
(Türkiye-Fransa, 2018, 190 dk.)
Y: Nuri Bilge Ceylan
O: Doğu Demirkol (Sinan), Murat Cemcir (İdris), Bennu Yıldırımlar (Asuman), Serkan Keskin (Süleyman), Hazar Ergüçlü (Hatice)
Filmin notu: *****
Sinemaların kapalı olduğu, iyi filmlerin çok zor karşımıza çıktığı bugünlerde bir dostu anımsamak gibi düştü aklıma Ahlat Ağacı. Gösterime girdiğinde izlemiş ama -muhtemelen görkemli Kış Uykusu’nun (2014) etkisiyle- yeterince duyumsayamamıştım. O dönemde filmdeki kurgu hatalarından, ışık patlamalarından filan dem vuran tartışmalar olmuştu. Genel olarak önceki yapıtları düzeyinde, kimileri için de özellikle Bir Zamanlar Anadolu’da (2011) kadar iyi bir film sayılmadı Ahlat Ağacı. Ben de “Bu görüş doğru galiba.” diye düşünmüştüm o zaman.
Oysa film, kendini izleyiciye hemen vermeyen, üzerine düşündükçe derinleşen bir yapıya sahip. İzledikten sonra içerdiği imgelerin durup durup akla geldiği filmlerden. Bu kısır haftada Ahlat Ağacı’nı üçüncü kez izleyince bunu yeniden anladım. Nuri Bilge Ceylan’ın kendisini zirveye çıkaran filmlerine göre geriye düşüş filan da değil. Yönetmenin sürekli gelişen, yeniliklere açık sinemasında açılmış önemli bir alana işaret ediyor. Bu filmde Nuri Bilge Ceylan, yine taşra dekoru üzerinden, çok geniş bir Türkiye panoraması çiziyor. Üstelik sinemasının temel yönelimlerine sırtını çevirmeden, birtakım ucuz yargı ve değerlendirmelere girmeden, çok gerçekçi ve doğru bir temsil çıkarıyor ortaya. Genel seyirci kitlesi –hatta bazı eleştirmenler de- filmi çok uzun bularak NBC sinemasına yapıştırılan o “sıkıcı sanat filmi” yaftasından kurtulamadığı için filmin erdemlerini görme şansını kaçırıyor bana kalırsa. Oysa üçüncü izleyişte bile tek bir anıyla dahi sarkmayan, su gibi akıp giden bir film Ahlat Ağacı.
TÜRKİYE’NİN RESMİ
Hikâyenin merkezinde yazar olma hayalleri kuran Sinan var. Üniversiteyi bitirmiş, Çan’daki ailesinin yanına dönüyor. Babası İdris, bir dönem ganyana kapılmış; bu uğurda araba, ev satılmış, aile zor duruma düşmüş. Hemen herkese borcu var. Köydeki arazide kör bir kuyudan su çıkarmaya uğraşıyor. Sinan, babasına çok öfkeli, ilişkileri duygusal açıdan büyük ölçüde kopmuş. Film boyunca ağzından bir kez bile baba sözcüğü çıkmıyor. Fırsat buldukça onu yermeye, küçük düşürmeye çalışıyor. İçten içe öyle olmadığına inansa da aslında o da babası gibi kimseleri takmayan, herkesten farklı, inatçı, muzip bir karakter ama gençliğin verdiği daha atılgan, keskin yanlarıyla öne çıkıyor. Ahlat Ağacı adını verdiği kitabını yazmış ama bastırmak için para bulmakta zorlanıyor. Bunun için her yolu deneyecek kadar hırslı. Bu noktada Sinan’ın yazar olma tutkusu, filmin merkezine yerleşerek, incelikle ördüğü toplumsal gerçekliğin anlatılmasını sağlıyor. Sinan’ın film boyunca, ilçede, köyde, Çanakkale’de karşılaştığı kişilikler ve durumlar, önüne çıkan engeller, içsel bir hesaplaşmayla toplumsal eleştiriyi birleştiren çok değerli parçalar oluşturuyor. İlçeden çıkışın yolunu bulamamış Hatice’nin evlenmek durumunda kalışı, Çanakkale’de bir kitapçıda rastladığı bölgenin bilinen yazarı Süleyman’la giriştikleri uzun tartışma, birlikte okuduğu arkadaşının öğretmen olarak atanamayınca polislik sınavlarına girip çevik kuvvet olması, iki köy imamıyla girişilen uzun diyaloglar, Ahlat Ağacı’nı günümüz Türkiye’sinin halet-i ruhiyesini bir araya getiren özel bir toplama dönüştürüyor. Bütün bunların içinde şekilsiz, yamuk yumuk bir ağacın ve bir türlü suya ulaştırmayan bir kuyunun temsil ettiği çağrışımlar ve metaforlar eşliğinde, toplumsal yaşamın şartlarına uyum sağlamakta zorlanan, ayrıksı karakterler olarak Sinan ve babası belirginleşiyor. Onların öyküsü, her şeye rağmen mücadeleye devam etmenin sarsıcı gerçekliğiyle dolu.
BU SANCILI ÇAĞIN FİLMİ
Nuri Bilge Ceylan, kesin yargılamalardan kaçınıyor. Klasik sinema anlayışında olduğu gibi karakterlerle özdeşleşmek pek kolay değil. Ama bu incelikli sinema yoluyla günümüz Türkiye’sine bu baba-oğul hikâyesinden çok değerli bir pencere açtığını düşünüyorum. Onun filmleri genelde politik olarak değerlendirilemez ama günlük yaşam pratiklerine sinmiş olaylar ve karakterleri şekillendiren yapılar üzerinden bu tür bir derinliği barındırdığını da söylemek gerek. Ahlat Ağacı, bu anlamda Nuri Bilge Ceylan’ın bu ülkeye dair en politik tespitlerini içeriyor bence. Tam da bu yüzden, içinde bulunduğumuz çıkışsızlığı, her kademede yaşanan sorunları düşününce, bu coğrafyanın son döneminin fotoğrafını başarıyla çektiği için çok özel bir ilgiyi hak ediyor. Bana kalırsa sırf bu sebeple bile defalarca izlenmesi gerek.
Bunların yanında filmin, her unsuruyla gerçek, saf bir sinema yapıtı olduğunu eklemeden geçmeyelim. Filmin öyküsü, Nuri Bilge Ceylan’ın yeğeni Akın Aksu’nun (ki filmde imam Veysel rolünü de canlandırıyor) yaşamından geliyor. İkisi ve Ebru Ceylan, senaryoyu birlikte yazmışlar. Kimi eleştirilerde bazı diyalogların teatral, yapay olduğu fikri yer almış. Ben Türkiye sinemasında karşımıza çıkan en doğal ve gerçekçi diyaloglar olduğunu düşünüyorum. Üstelik her filminde olduğu gibi müthiş bir oyuncu yönetimi söz konusu. Doğu Demirkol, Murat Cemcir başta olmak üzere (ki alışıldık oyunculuk tarzlarını bildiğimiz için fazlasıyla şaşırıyoruz da) tüm oyuncuların bu kadar güçlü performanslar çizmeleri filmin gücünü artırıyor.
Ahlat Ağacı, hakkında çok derin incelemelerin yapılabileceği, çok yoğun bir başyapıt. Şu sıralar internet platformlarından Mubi’de tüm Nuri Bilge Ceylan filmleriyle birlikte gösterimde. Henüz izlemediyseniz bu filmi mutlaka görmelisiniz. Bana kalırsa böylesine sancılı, karanlık bir dönemde iyimser kaçış filmlerindense hem çağına dair gözlem ve tespitleri görmek hem de her şeye rağmen yaşama dair o güçlü mücadele duygusunu derinden hissetmek için Ahlat Ağacı gibi filmlere ihtiyacımız var.
İNSAN OLMANIN O TUHAF, İÇ BURKAN SERÜVENİ
BARAKA
(1992, ABD, 96 dk.)
Y: Ron Fricke
Filmin Notu: *****
Bazı başyapıtları hep hatırlamak, durup durup yeniden izlemek gerek. Bu, bana kalırsa insan olmaya dair bitimsiz serüvenimizin önemli bir ödevi. Sanat yapıtlarının, hangi alanda olursa olsun, sonunda daima bu ödeve ulaştığını düşünürüm. Baraka bu anlamda benim için sinemanın zirvelerinden biri. Bu modern klasiğin bunca zamandır aşılabildiğini düşünmüyorum. Geçen hafta BluTv’de yeniden izleme şansı bulunca dünyadaki varlığımızın ne anlama geldiğini bir daha duyumsadım, ruhum Baraka’nın ışığıyla yine aydınlandı.
Baraka, genelde görselliğiyle anılan, yüceltilen bir belgesel. 24 ülkede, 14 ay boyunca büyük bir sabır ve özenle, sinemada epeydir kullanılmayan 70 mm’lik özel bir filmle çekilmiş. Diyalog yok, belirgin bir olay örgüsü yok, ama genelde anlaşıldığının aksine çekimler doğa harikalarıyla insan topluluklarının ilişkisini, şehirlerin korkunç hızını gösteren zıtlıklardan çok daha derin bir anlama yerleşiyor. Doğu felsefesinden açıkça beslenen filmi bir meditasyon aracı olarak değerlendirenler de çok. Bütün bunlar Baraka’yla ilintili unsurlar ama bana kalırsa filmin ruhunu ve gücünü anlatmaya yetmiyorlar. İnternet üzerinde gördüğüm genelde ‘yorumsuz’ bir film olduğu bilgisi de yanlış bu yüzden. Aksine bu film, yönetmenin insanlık denen muammayı anlamak için giriştiği tematik biçimde oluşturulmuş çok güçlü bir alt metin içeren bir anlatı. Şu uçsuz bucaksız evrende bu gezegene atılmanın yarattığı aciz, buruk, yeryüzün(d)e yaptıklarımız yüzünden de utanç verici duygulara neden olan varoluşumuzun karmaşık doğasına duyarlı bir bakışın ürünü. Yaşamın ve insanların temsil ettiği uygarlığın mikro düzeyde bir anlatımı söz konusu. Evrenin doğuşuna dair sezgilerden, evrimleşen varlıklar olarak dinsel yapılar kurmamıza, kültür üretimini sürdürüp sanayileşmeye ve oradan da karmaşık bir teknolojik-doğaya çevirişimize kadar insan’ın serüvenini farklı coğrafyalardan halkların yaşantıları üzerinden takip ediyor. İzleyiciye tadına doyulmaz bir görsel-işitsel şölen sunarken aslında bunların oluşturduğu anlama bakmamızı istiyor. Ve elbette yaptıklarımızla yüzleşmemizi...
Dünyanın yaşadığı iklim krizini, artan nüfusun yarattığı sefaleti, savaş denilen illetin sonuçlarını, bütün bu ölme-öldürme döngüsünün toplumsal kaynaklarını gösterir veya ima ederken koca uzay boşluğuna fırlatılmış küçük yaratıklar olduğumuzu unutmayalım istiyor. Öte yandan ruhsal anlamda müthiş bir gizilgüç taşıdığımıza vurgu yaparak bir tür kurtuluş reçetesi ya da gidilmesi gereken yolu da göstermeye çalışıyor. Bu yol, yavaşlık, sadelik, anlayış ve elbette sevgiden geçiyor. Doğanın içinden gürül gürül gelen bir sevgi bu. Filmin her anında bunu duyumsamak, bir tür coşku hâliyle varlığımızın anlamını sezgisel biçimde kavramak mümkün. Baraka’yı daha önce izlemediyseniz bu mucizeyle mutlaka tanışmalısınız. Dünyaya ve yaşamın gizemlerine daha fazla geç kalmadan.
“BİR FİLM GÖRDÜM”
Bu hafta Bir Film Gördüm’ün konuğu Türk edebiyatının yaşayan en değerli şairlerinden Haydar Ergülen. Onun şiiriyle aranızda bir kez kuruldu mu bir daha kolay kolay çıkmayan güçlü bir bağ oluşur. Eskiden Terzi (1995), Keder Gibi Ödünç (2005), Üzgün Kediler Gazeli (2007) kitaplarını, İdiller Gazeli, Herkes Dışarı, Ben Başkasının Dili Olsaydım gibi şiirlerini unutmak mümkün mü? Şiirini okurken çocukluktan gelen ve yoğun biçimde sinemasal imgelerle bezeli güçlü bir anlatım buluruz. Sadece şiirde değil nefis deneme yapıtlarında da bu imgelerin izlekleriyle karşılaşır okur. Bunlar arasında sinemaya özgülediği Sonradan Görme (2012) yapıtını tutkulu her sinemaseverin okuması gerektiğini düşünürüm.
Bu hafta ricamı kabul edip dar zamanda vakit ayırarak çocukluğun o unutulmaz coğrafyasında izlediği, onu etkileyen filmlerle ilgili yazdı sevgili Haydar Ergülen. İşte onun şiir dokunuşlu kaleminden çocukluğunun o değerli filmleri:
İLK FİLMLER
Eskişehir’de çok sinema vardı, hepsinin de izleyicisi birbirinden farklıydı. Yabancı film, özellikle de western filmleri gösteren Yurt, Elvis Presley, Erol Büyükburç müzikalleri gösteren Asri, bir tür sinematek gibi çalışıp sanat ağırlıklı filmlere yer veren Yeni, ailemizin sineması Büyük, Malkoçoğlu, Karaoğlan filmleri gösteren Marmara, Yıldız Tezcan, Yıldıray Çınar gibi türkücü filmleri gösteren Şan, renkli film gösteren Lale ve yabancı film gösteren, şehrimizin, yapısıyla da medar-ı iftiharı olan Kılıçoğlu. Sonradan açılan Arı Sineması...
Yurt Sinemasında izlediğim Matahari ile Büyük Sinema’da izlediğim -annem ve babamla gitmiştik,- Kırık Hayatlar. 1965 yapımı Halit Refiğ filmi, yapıt ünlü öykücü ve romancımız Halit Ziya Uşaklıgil’in. Cüneyt Arkın, Belgin Doruk, Nebahat Çehre. Ruhumda ince siyah-beyaz bir sızı kalmış o filmden. Unutmamışım. Bir edebi yapıttan uyarlanması da cabası, üstelik Halit Ziya’dan, yönetmen de iyi, Halit Refiğ, oyuncular efsane. 9 yaşımdaymışım.
Matahari, filminin bilgileri için internete baktım, 1931 yapımı Greta Garbo’nun başrolünü oynadığı filmi gösteriyor. Emin olamadım ama arada başka film çekilmediğine göre o olmalı. Sanki bir Fransız film-noir izlemişim gibi hatırlıyorum o filmi hâlâ. Siyah-beyazdı ama çok renkliydi, heyecanlı olduğu için sanırım.
Daha önce olasılıkla adını anımsayamadığım yazlık sinema filmleri izlemişimdir. Aile olarak gidilen, sonunda çocukların uyuyakalıp, yaz hırkalarına sarındıkları yıldızlı gecelerde. Eh, bir de açıkhava sinemasının göğünü mavi bir uyku kaplıyor, yanından da mavi bir su akıyorsa, orda izlenen her film rüyaya yazılmış demektir. Rüya Sineması dedikleri de sanırım böyle bir şeydir. Yarısında uyuduğumuz filmlerin rüya olarak görünmesi hâli. Onlardan biri de Yılmaz Güney filmlerindendir, Kızılırmak Karakoyun (1967)olmalı.
5’İBİ’YERDE
'Bir Film Gördüm' için Sinema Gezgini’ne konuk olan Haydar Ergülen’den Beşibiyerde köşesi için onu çok etkilemiş, yaşama bakışını değiştiren beş film seçmesini de rica ettim. O da kırmayıp sırasız biçimde beş film seçti. İşte Haydar Ergülen’in sinemayla kurduğu bağ içinde özel bir yer edinen beş film:
Gurbet Kuşları (1964, Y: Halit Refiğ)
Umut (1970, Y: Yılmaz Güney)
Geceyarısı Kovboyu (The Midnight Cowboy, 1969, Y: John Schlesinger)
Otar Gittiğinden Beri (Depuis Qu’Otar est Parti,2003, Y: Julie Bertuccelli)
Konuş Onunla (Hable con Ella, 2002, Y: Pedro Almodovar)