İZ GAZETE- Babası şair Metin Altıok'u 2 Temmuz 1993'te Sivas Katliamı'nda yitiren CHP'li Zeynep Altıok'un katliama ilişkin kaleme aldığı yazıda Saadet Partisi lideri Temel Karamollaoğlu ile ilgili kısımlar dikkat çekti.

Hep yokuş aşağı gidiyoruz

Altıok'un paylaştığı yazının tamamı şu şekilde:

Bugün 2 Temmuz.

Geldi yine günlerin en karanlığı!

30 yılın ardından otuz yıllık bir dertleşme…

Seçimlerin ardından bugünden yarına - dünden bugüne siyasi bir bakış…

Bir duygusal çığlık…

——

Şu ellerin taşı bana hiç değmez

Dostun bir tek gülü yaralar beni

Pir Sultan Abdal

Sivas Katliamı’nın otuzuncu yılındayız. Otuz yıldır anlatıyor, otuz yıldır az gidiyoruz uz gidemiyoruz. Dere tepe düz de gidemiyoruz. Biz hep yokuş yukarı gidiyoruz. Her gün yaşadığımızı yılda bir gün sevdiklerimizin ağıtıyla buluşturup başkalarına açıyoruz. Bilinsin, unutulmasın istiyoruz. Omuz arıyoruz mücadelemizde, dost arıyoruz yanımızda. Sivas’ta ve kendi evimizde yalnızlığın kalabalığında buluşuyoruz. Siyasal İslam yanıltmaz. O gün elbette bize kıyan zalim üzerine düşeni fazlasıyla yerine getiriyor. Yasaklarla geliyor Temmuz/lar! Derneklerimiz evimizdir. Gazi de evimizdir bizim. Kıyıldığımız bir başka acının kalbidir. Gazi Sivas’ın izleğinde evimizde yine öldürüldüğümüz yerdir. Bu yıl da derneklerimizin girişimiyle Gazi Şehir Parkı’nda gerçekleştirilecek etkinliğimiz ‘Grup Yorum Konseri olabileceği’ gerekçesiyle yasaklandı. Bu kadar saçma bir gerekçe duymadım diyenler olabilir. Biz duyduk! Hatta daha neler duyduk, ne saçmalıklar yaşadık otuz yıldır. Hem de hukuk adına adalet aradığımız saray severlerin Adliye’lerinde. Ama kimse 2 Temmuz günü bir otelin önüne yığılmış 15.000 kişi nefretten kudurmuş ağzından köpükler saçarak “yak la yak” diye böğürürken içerdeki aydınların yakılabilme ihtimalini aklına getirmemişti. Olasılık hesapları da hep yanıltır bu ülkede insanı böyle. Son seçimlerde de yaşadığımız gibi. Olasılıklar hep sahiplidir.

Sivas Katliamı 35 kişinin öldüğü sıradan adli bir vaka değildir. Sivas katliamı, “Cumhuriyet burada kuruldu burada yıkılacak”, “Laik devlet yıkılacak” “Şeriat gelecek” sloganlarıyla harekete geçmiş binlerce radikal İslamcının organize olarak Türkiye Cumhuriyeti anayasasının laik, demokratik, hukuk devleti niteliklerine ve cumhuriyet değerlerine karşı gerçekleştirdiği büyük bir kalkışmadır. Rejim değişikliği isteyen sivil bir darbe girişimidir. Bu kalkışma ile sadece Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurumsal yapısı hedef alınmamış, Atatürk ilkelerini ve devrimlerini sosyal ve kültürel miras olarak benimseyip yaşam biçimi haline getirmiş tüm toplum kesimlerine yönelik büyük bir gözdağı verilmiştir. Radikal İslamcı bu şiddet eyleminin hedefinde elbette her zaman olduğu gibi Alevi’ler ve aydınlar vardı. Muaviye’den Osmanlı’ya değişmeyen karanlığın, Dersim’de, Malatya’da, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta, Gazi’de Aleviler’i hedef alan nefretin Cumhuriyet aydınlanmasına karşı ilk kez açık ve planlı şekilde cesaretli eylemidir Sivas Katliamı.

Yaşanan acıların sağaltılması ve bu toplumsal travmanın atlatılmasının temel koşulu ise, öldürülenlerin aileleri başta olmak üzere tüm toplumun vicdanında “adalet” duygusunun tatmin edilmesidir. Yeni acılar yaşanmaması da ancak gerçek bir yüzleşmenin ardından insanlık suçlarında zaman aşımı ve devlet sırrı gibi uygulamaların anayasa güvencesi ile ortadan kaldırılması ve katillerin “şahsım affıyla” salınmak yerine ardında kim olursa olsun yargılanması ve hak ettiği cezayı almasıyla mümkün olabilir.

Fakat hukuk ve adalet mücadelesi içinde geçen son 30 yıl, bizleri değil adalete ulaşmak, artık kanun devletine bile ulaşmayacağımız gerçeğiyle yüzleştirir gibi. Yani, 70 yıldır birbiri ardına ülkeyi yöneten sağ iktidarların ideolojik tercihleri doğrultusunda şekillenen devlet mekanizmasının; farklılıkları çoğulculuk unsuru olarak görmeyen, tekçi ve baskıcı bir sistem üzerine tesis edildiğini net ve acı bir biçimde anladık. “Öz yurdunda garipsin, öz vatanında parya” cümlesiyle yıllardır kendine mağduriyet yaratıp özgürlük ve demokrasi nutukları çeken siyasal İslâmcıların, söz konusu Sivas Katliamı, Alevilerin hak talepleri olunca aslında ülkenin ve devletin gerçek sahibi gibi davranmalarının tesadüfi olmadığını gördük. Örnek mi? Şu an Cumhur ittifakının paydaşı olan dönemin başbakanı Tansu Çiller’in “Çok şükür, otel dışındaki halkımız bir zarar görmemiştir” cümlesi ve dönemin belediye başkanı Temel Karamollaoğlu’nun, yatıştırıcı(!) konuşmasındaki “Gazanız mübarek olsun” cümlesine yansıyan zihin dünyası, zamanaşımı kararı üzerine, “'Milletimiz için hayırlı olsun” diyen Tayyip Erdoğan’ın zihin dünyası ile ne kadar çok örtüşüyor farkındaysanız. Bu zihniyet için “gaza”, kafirlere karşı yapılan savaşlar ve eylemler için kullanılır ve onlardan olmayan her türlü dinsel, mezhepsel, kültürel, düşünsel unsurlara karşı yapılan saldırılar, millet(!) için hayırlı olur.! Aleviler, Kürtler, solcular, laikler, kadınlar, çağdaş yaşam tarzını benimseyenler, LGBTİ’ler “yerli ve milli” olmadıkları için makbul millet/halk değildir.

Toplumsal travmalar tetiklendi

Geldiğimiz noktada bir insanlık suçu olan Sivas Katliamı için zaman aşımı kararı verilerek toplumun en az yarısının sisteme olan güveni sarsılmış, adalet duygusu körelmiş ve toplumsal travmaları tetiklenmiştir.

Bu karar, Anadolu topraklarındaki toplumsal barış ve birlikte yaşama iradesine vurulabilecek en büyük darbedir. Bizler verdiğimiz hukuk mücadelesini sonuna kadar taşırken Türkiye’deki demokratik mücadeleden de asla vaz geçmeyeceğiz. Biliyoruz ki, hukukun çöz(e)mediği sorunlar, aslında siyasetin sorunudur.

Hakkımız yok mu?

Bunun için eylem söylemleriyle toplumda siyasi ve kültürel bir yarılmaya neden olan iktidara değil, demokrasi ve özgürlükler temelinde buluşan muhalefete önemli görevler düşmektedir. Öncelikle muhalefetin siyasi elitleri başta olmak üzere toplumsal dinamiklere yön veren herkesin geçmişiyle samimiyetle yüzleşmesi gerekir. Bu yüzleşme, yüzeysel kınama tweetleriyle veya basın açıklamalarıyla değil, ailelerin acıları ve toplumun önemli bir kesiminin korkularıyla empati kurarak, adalet veya kamuoyu önünde gerçeklerin ifade edilmesi ile mümkündür. Katliamın gerçek sorumlularının bulunup, yargı önüne çıkarılması, Sivas Katliamı’nı derin devletin kendilerine yönelik bir operasyonu olarak nitelendiren kimi siyasal İslâmcı politikacılar için de bir fırsat teşkil etmektedir. Asla geç değil fakat 30 yıldır bunu yapmayan bir siyasi anlayışın, gerçeğin peşinde olduğunu düşünmemek için birçok haklı sebebimiz var. En hafifinden Kemal Kılıçdaroğlu’nun adaletsizliğe uğramış tüm toplum kesimlerine yönelik “helalleşme” çağrısına, Temel Karamollaoğlu’nun da katılarak Millet İttifakı’nın Sivas mitingi ile aynı gün görülen Sivas Katliamı davasında ifade verip, katliam mağdurları ile helalleşmesi, kurduğumuz ittifakın demokratik ruhuna uygun düşmez miydi? Çünkü 30 yıllık hukuk sürecinde dönemin en önemli tanıklarından, hatta Belediye Başkanı olarak sürece yönelik katkısı olduğu söylenerek kimi iddiaların hedefinde olan biri olarak Sivas Katliamı günü ve sonrasına ilişkin yaşadıklarını, hatalarını ve eksiklerini samimi olarak paylaşsa, varsa bilinmeyenleri anlatsa iyi olmaz mıydı? Bizler, Başbağlar katliamı veya Sivas katliamı, Hrant Dink cinayeti veya Sinan Ateş cinayeti demeden herkes için adalet taleplerimizi haykırırken, hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik bir ülke idealiyle mutabakat imzaladığımız ortaklarımızdan aynı tavrı bekleme hakkımız yok mudur?

Eleştiriyi biraz da kendimize yöneltelim

Bu noktada eleştirilerimizi biraz da kendimize yöneltmemiz gerektiğini düşünüyorum. Hukukun üstünlüğüne bağlı laik demokratik Türkiye Cumhuriyetinin kurucu partisi CHP olarak, Sivas katliamı davasına ne kadar sahip çıktık acaba? Öncelikle şunu belirtmeliyim ki, yapacağım eleştiriler partinin kurumsal kimliğini değil, örnekler bağlamında kişilere yönelik. Siyasetin biçimiyle ve sıkıştırıldığı alanla ilgili olacak bu sorgulama. Seçilmişlerin temsil ettikleri konum ve taşıdıkları sıfatların yükümlülüklerini yerine getirirken siyasetin hastalıklarını, konforunu sorgulamadan, ihtiyaçlarına kafa yormadan statükoya uyum sağlayarak ve “makam” gücünü giyinerek hareket ettiği anlayışın bizi özlediğimiz geleceğe taşımayacağını görmeliyiz. Daha iyisini sağlamak için çıktığımız iktidar yolunda sistem çarklarından çıkmak yerine statükoya hizmet eden ideolojisiz, davasız siyasetin sıradan fertlerine dönüşürsek iktidarın sorgusuz sualsiz kalıcı olmak için özenle tasarladığı yozlaşmaya alan açmaktan öteye gidemeyiz. Mücadele edilen hak ve özgürlükler, toplumsal barış ve adalet talebi meclis kürsüsünde alkış alan haykırışlarla kişisel şova dönüştüğünde, ya da müsamere düzeyinde popülist gösterilerle dile getirildiğinde, 5/7 dönem korunan koltuklarla siyaset profesyonelliğe dönüşüp kişiyi esir aldığında değişim istemek süslü bir içerik olarak kalır. Değiştirilmek istenen düzen için siyasetçinin kendi içinde de değişime açık olması, sokağın, örgütün, sivil toplumun en önemlisi ülkesinin dinamiklerini gözleyen, deneyimleyen ve başkalarıyla birlikte hareket eden yaklaşımından yoksun 30 yılımızın en güncel bir iki örneği sanırım söylemek istediklerim için yeterince açıklayıcı olacaktır.

'İktidar olmak için sağdan oy almalıyız' mantığı üzerinden...

Özellikle son on yıldır “iktidar olmak için sağdan oy almalıyız” mantığı üzerinden kurgulanan siyasi anlayış ve ideolojik sapmalar nedeniyle sol sosyal demokrat söylemlerden tavizler verildi. Hem de sağ iktidarlar iştahla solun söylemlerini kullanmaktan imtina etmezken. Bununla da kalınmadı sağ partilerle kurulan ittifaklar nedeniyle laiklik ilkesi erozyona uğratıldı. Adeta laikliği savunmaktan özenle imtina edildi. Laiklik kavramını bağlamından koparanların tanımladığı laiklik = din düşmanlığı algısı yerleştirildi. Sağın diliyle “dindar”lara ulaşacağız derken “dinci”leri güçlendiren tuhaf bir “kurtuluş” mücadelesi verildi. Sağcılaşmanın yarattığı siyasi atmosferin verdiği sanal güç bazı siyasi hamlelerin misyon olarak görülmesine yol açtı. İktidarın diliyle üretilen siyaset, benimsenen tercih iktidarın tanımlayarak dayattığı düzenin yerleşmesine alan açtı. O dili benimsemiş siyasetçiler o dili ve anlayışı meşrulaştıran sonuçlar üretti.

Gündem dışı bir adımdı

Seçim süreci için kurulacak ittifak görüşmelerinin henüz başlangıç aşaması sayılabilecek dönemde partimizin Hukuk ve Seçim İşleri’nden sorumlu MYK üyesi Bülent Tezcan televizyon ekranlarından, hukuki süreci devam eden Sivas katliamı davasında Sivas Katliamı sırasında Belediye Başkanı olan Sn. Temel Karamollaoğlu’nun toplumu yatıştırıcı rol üstlendiğini ve ona haksızlık yapıldığını söyledi. Oysa Temel Karamollaoğlu kendi tanıklığı için yapılan çağrıların hiç birine yanıt vermemiş, o güne değin kendisini anlatabileceği, katliamı telin edebileceği hiçbir açıklama yapmamış, adaletin sağlanması için katkısını esirgemiş, katliamı inkâr eden açıklamalarıyla gündem olmuştu. O sırada aynı MYK’da “İnsan Haklarından Sorumlu” Genel Başkan yardımcısı olarak görev yapmama ve katliamda babasını kaybetmiş biri olarak konunun doğrudan muhatabı ve mağduru olan bana danışma gereği bile duyulmadan yapılan bu açıklama dava sürecini de etkileyebilecek gündem dışı bir adımdı. Peşin hüküm ve cüret içeren bir açıklamaydı. Hâlâ yanıtsız soruların muhatabı olan birini bir anda arkasında CHP’nin kefilliğiyle devam eden bir davanın sürecine etki edebilecek soruların muhatabı olmaktan toplum gözünde çıkartmış oldu. Böyle bir açıklamayı hem de kendisi hukukçu olan bir yönetici hem de bulunduğu konum nedeniyle sözleri kendisini değil CHP’yi bağlayacakken yapmamalıydı. Bu konuda eleştirimi ve tavrımı çok açık şekilde koymama rağmen yine kritik seçim arifesinde olduğumuz bir dönemde kamuoyunda tartışma yaratacak bir malzemeye dönüştürmedim. Bu de benim özeleştirim olmalı. Muhakkak benim de eksiklerim vardır. Bu örneği verirken amacım kimseyle polemik yaratmak değil. Ama sorumlulukları yok sayamayız değil mi?

Küçük bir yanlışlık olamaz

Sivas’ta katliam günü yerlerde sürüklenen Pir Sultan Abdal heykeli bir daha yerine koyulamadı. Madımak oteli bir utanç müzesine, bir hafıza merkezine dönüştürülemedi. Otelin yerinde bugün öldürülenlerin yakınları, Alevi toplumu ve kurumları, sivil toplum örgütleri ve CHP olarak 25 yıldır protesto ettiğimiz, kapısından girmediğimiz içinde devletin katillerin ismini de ekleyerek yaptırdığı göstermelik “anı köşesi” bulunan “Bilim ve Kültür Merkezi” var. 24 Haziran seçimleri sonrasında şu an mevcut Sivas milletvekili olan Ulaş Karasu ilk kez milletvekili seçilişinden birkaç gün sonra gerçekleşen 2 Temmuz anma etkinliğine bir gün önce “hükümet karşıtı slogan atılması halinde etkinliği yasaklayacağını beyan eden valiyle birlikte katılarak bizlerin adım atmadığı o merkez önünde gülümseyerek anı fotoğrafı çektirdi. Katillerimizin isimlerinin de yazılı bulunduğu tabelanın önüne karanfil bırakarak tüm çabalarımızı boşa düşürdü. Bu örnekte de kişilerle meselem olmadığını vurgulamalıyım. Ancak siyasetçinin seçildiği kentin ve seçilmesini oylarıyla sağlayan Alevi toplumunun en derin acılarına bu denli yabancı ve bihaber olması sorgulanmadan geçilebilecek küçük bir yanlışlık olamaz.

AYM bu dosyayı da koleksiyonuna katacak

Sivas Katliamı’nı unutturmamak elbette çok değerli olan ve bizim Toplumsal Bellek Platformu olarak da özel olarak taleplerimiz arasında yer alan soru önergeleri ve araştırma komisyonu kuruması, kanun teklifleri verilmesiyle sınırlı ideolojik bütünlüğü ve kapsayıcılığı olmayan bir takiple mümkün olamaz. Tüm bunların yanında 30 yıldır her yıl yalnızlaşan, boşalan dava salonlarında temsil edilmek, yıl dönümleri dışında temsil ve takip etmek. Yeni acıların izleğini kavramak, geçmişten geleceğe mevzilenen karanlığın güçlenmesini önleyecek bir temsili içselleştirmek şarttır. 30. Yılda Sivas Katliamı davası bir kez daha zaman aşımı ile yüz yüze. 2013 yılında zaman aşımına uğratılan dava tam 10 yıldır iç hukuk yolları tükenmesin de AİHM yolu açılmasın diye oyalanırken seçilmişlerin bunu gündeminde tutması gerekir. Basında yer aldığında bile kimsenin dikkatine mazhar olamayan davamızın ikinci ve son uzantısı da bu yıl zaman aşımına uğratılacak. AYM bu dosyayı da koleksiyonuna katarak yıllara meydan okuyacak. Sivas Katliamı davasının adaletsiz kalarak kapanması insanlık suçları içeren nice faili meçhul siyasi cinayetin yanında tozlu raflarda unutulması Gezi davasının, Başbağlar’ın, Roboski’nin, Suruç, Ankara Katliamlarının, Tahir Elçi cinayetinin de nicelerinin de kaderi olacaktır.

Editör: Duygu Kaya