Hazırlayan: Emel Kadör
“Her roman aslında bir otobiyografidir.”
Andre Malraux
“Dinle neyden kim şikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede.”
Mevlana
İlk eserini 19 yaşında, ilk romanını 24 yaşında veren Selim İleri, “Bu Yaz Ayrılığın İlk Yazı Olacak” ile 2002 Orhan Kemal Roman Armağanını kazanır. Kitabın başındaki bu epigraflar, Selim İleri edebiyatının izdüşümü gibi.
Roman; Halit Ziya Uşaklıgil’in genç yaşta intihar eden oğlu Halil Vedad’ın dramına odaklanıyor. Selim İleri, 1993’te yayımlanan Kırık Deniz Kabukları romanında ilk kez ele alır bu konuyu. Bu kez hem bu eseri hem de Halit Ziya’nın oğlu için yazdığı Bir Acı Hikaye’de anlattığı anıları, kurguya eşlik ediyor. “Bir roman ve bir canına kıymış peşinizi bırakmayabilir.” cümlesi litemotif olarak görünüyor sayfalar arasında. Her şey yaşanmış bitmiştir, ancak “anı iskeletleri” bırakmaz yaşayanların peşini. Şimdi anlatma, sıraya koyma, çözme zamanıdır.
İnsan ilişkilerinde, toplumda değerlerin kaybolmasından rahatsız, uzun yıllar eser vermemiş, yeniden çok okunacak bir roman yazmayı düşleyen kahraman anlatıcı -Selim- değişen edebi anlayışa mesafeli durmaktadır. Yeşilyurt’ta bir eve taşınır. Apartmanda oturanların çoğu Selim İleri’nin başat teması olan yalnızlıkla kuşatılmış bireylerdir. Kapalı dünyasına sızan bu karakterler; apartmanlara hapsolmuş şehirli insanlar, büyük kentte sıkışan birbirlerini öfkeyle ötekileştirenler, sevgiye hasret kalmış kadınlar-erkekler, çıkışı alkolde, reddetmede, eve kapanmada, inkarda, ispiyonculukta bulan bireylerdir.
Yeni tanıştığı komşusu Gülderen Hanım, Kırık Deniz Kabukları’nı okumuştur. Elinde Vedad’a ait mektuplar bulunduğunu, kitaptaki boşlukların o mektuplarda olduğunu söyleyerek, mektupları ona vermek ister. Selim, ilgilenir ama hemen alamaz “mavi kağıtlara” yazılı mektupları. Sonraya erteler her defasında. Yazacağı hikayelere Gülderen Hanım’ın hikayesini de ekler.
Araya başka hikayeler, başka yerler girer. Selim İleri’nin gerçek yaşamının geçtiği yerler. Şişli, Kurtuluş, Firuzağa, Halit Ziya’nın oğlu Vedad’la yaşadığı Yeşilköy.
Buralarda, kendiyle, romancıyla, çocukluğuyla iç konuşmalar yapar. İstanbul’da zamanın ve insanın değişimini sorgular.
Selim İleri; kişilerini anlatırken okuduğu romanlardan çağrışımlar düşer sözlerine. Bir yer, bir yürüyüş, bir durum, bir roman tutkunu olan Selim’i yıllar önce okuduğu bir romanın sayfalarına götürür. O an iki karakterini birbirinin içine geçirir. Kişilerini anlatırken onların ruh dünyalarına, sosyal yanlarına bu çağrışımlar yoluyla sızar adeta.
Bu romanında da Attila İlhan, Yakup Kadri, Halit Ziya, Peyami Safa, Halid Edip, Mithat Cemal Kuntay, Salah Birsel, Esat Mahmut’un yazdığı Mütareke İstanbul’unu anlatan eserlerdeki yozlaşmış, savrulmuş bireyleri, yalnızları kimsesizleri, ayrılanları bugün ile karşılaştırarak anlatıyor.
Vedad’ı intihara götüren nedenlerin izini sürerken Çehov’un Vişne Bahçesi oyunundaki Firs’i anıyor sık sık… Anlamı “hiç” olan Firs’ten hareketle, varlık, yokluk, kimlik, benlik kavramlarına yoğunlaşıyor.
“Başkasının acısı için yaşamayı öğrenmeyen kendi hiçliğine mahkumdur.” diyor.
Üç anlatıcı var kitapta.
Biri kendisi, Selim. Yeni bir kitaba hazırlanan, notları her türlü kâğıda yazan yazar. Gerçek Selim İleri’den kitaptaki kahramana pek çok otobiyografik öge taşınmış.
İkincisi, Vedad için yazdığı ve pek de ses getirmeyen 1993’te yazdığı kitaptaki anlatıcı.
Üçüncüsü, Halit Ziya. Oğlu için yazdığı anı kitabındaki baba anlatıcı.
Esere taşınan pek çok roman ve karakter adı ile o romanların zaman, mekân, dönem özelliklerine yapılan göndermeler, yazarın anlatmak istediği öze hizmet ederek İleri’nin kullandığı bir edebi malzemeye dönüşüyor.
Kent insanını, yaşama koşulları ve ortamlarıyla ele alan; kendini, yazdıklarının içine bir özne olarak yerleştiren Selim İleri; yaşamından, çocukluğundan, gençliğinden, yazın yolculuğundan, insani sancılarından, toplumsal duyarlılıklarından damıttığı duygu ve düşüncelerini eserlerinde içtenlikle kalemine getiriyor. Etkili dili, üslubu ve tarzı bu eserinde de alıp götürüyor okuru.
***
Büyümeden büyümek zorunda kalan çocukların hikayesi
Zihinlere takılan koca bir kanca: Agota Kristof
Hazırlayan: Aslı Parıl
Agota Kristof 1935’te Macaristan’da doğdu. 1956’da komünizm karşıtı Macarların rejimi devirmek için çıkardığı ayaklanma, Sovyet ordusu tarafından bastırılınca, siyaseten faal olan kocası ve dört aylık çocuklarıyla Macaristan’dan kaçıp İsviçre’ye yerleşti. Bir yandan fabrikada çalışan, bir yandan da Fransızca öğrenen Kristof 1970'li yıllarda tiyatro oyunları yazdı. 1986 yılında yayımlanan, üçlemesinin ilk kitabı Büyük Defter ile büyük başarı kazandı. Üçlemenin ikinci kitabı Kanıt 1988’de, son kitabı Üçüncü Yalan ise 1991 yılında yayımlandı. Kristof bir süredir yaşadığı İsviçre’de 27 Temmuz 2011 tarihinde öldü.
Agota Kristof’un “Üçleme”sini bitirdiğinizde zihninizde deli sorular, boğazınızda bir yumru ve göğsünüzde ince bir sızıyla baş başa kalacağınız muhakkak. Bu halet-i ruhiyeye hazırlıklıysanız buyrun okuyun derim. Zira yazarı sevmek sevmemek gibi sözcüklerle tanımlamak neredeyse olanaksız. Yazdıkları o kadar sert, kafa karıştırıcı hatta rahatsız edici ki onun için ‘dehşet hikayeleri yazan bir edebiyat cadısı’ ifadeleri kullanıyor kimi eleştirmenler. Peki pedofili, ensest, mazoşizm, sadizm, tecavüz, ölüm, intihar, göç, yurtsuzluk, şiddet gibi kavramları fütursuzca konu edinen yazarın yaklaşık kırk dile çevrilen ve milyonlarca okur tarafından okunmasını sağlayan başarının perde arkasında neler var? Agota Kristof’un ifadesiyle söyleyecek olursak “Bir kitap ne kadar hüzünlü olursa olsun bir hayat kadar hüzünlü olamaz.” der. Acılarla, kayıplarla, sürgünlerle geçmiştir hayatı ve yazdığı her bir satırda iliklerinize kadar hissedersiniz bu yaşananları. Romanları edebi dilden öylesine uzak hatta soğuk, basit ve mesafeliyken- ki bu bir travma dilidir- sert gerçekleri duygusal sıfatlardan arındırıp saf bir kurgu oluşturmakla kotarmış. Yaşananların travması terazinin ağır tarafındayken karşı tarafta sözcükler eksiltilmiş olabildiğince budanmış. Çocukluğunda masallarla büyümüş olmanın, çokça okumanın fakat ana dilinde yazamamanın-ana dili Macarca olmasına karşın Fransızca yazıyor - ruhunda yarattığı sancıyla minör bir edebi dil oluşturmuş yazar; kısa, net ve bir bıçak kadar keskin bir dille hem de. Sadizm ve mazoşizmi düşünsel dünyasında hiç kuraklaştırmadan en saf haliyle ve korkusuzca dökmüş sözcüklere. Tam da bu noktada “Bu bir intikam dili midir?” sorusu takılıyor okurun aklına. Yazmak için kendi yaşadıklarına yabancılaşması gerekiyordu yazarın zira bu da ancak ana dilinden uzaklaşmasıyla mümkün oldu. Yirmili yaşlarda başlayan mülteci hayatı, tanık olduğu pek çok soykırım, tecavüz ve şiddet olayı günlük hayatın dar çemberinden çıkan yazarın yaralarının kabuk tutmasına izin vermemesinin en somut delili. Otobiyografik unsurları çokça barındıran ilk kitap Büyük Defter’de ikizlerin oynadıkları oyunlar –hareketsiz kalma, açlık orucu, hakarete katlanma, şiddete ve acıya katlanma, dilencilik alıştırmaları, sağır ve dilsiz taklitleri, öldürmeye alışma- aslında yazarın çocukken ağabeyi ile oynadıkları oyunlardan bazıları. Çarpıcı, sert, ayrıksı karakterler olan ikizlerin büyümeden büyüyerek çocukluktan da göç etmek zorunda kalmaları çok yıkıcı; yarattıkları ‘biz’ dili edebiyatta çok az kullanılmış bir söylem şekli, şizofrenik bir yarılma hali sebebi ise göç ve terk edilme! Hansel ve Gratel’i anımsatan masalsı roman Büyük Defter’de öyle çarpıcı anlar ve söylemler var ki hem kitabı bir solukta okuyup bitirmek hem de ara verip derin derin nefes almak ihtiyacı duyuyorsunuz…
Ağlamıyoruz artık. Anneanne sinirlenip bağırdığında ‘Anneanne bağıracağına vur bize’ diyoruz. Bize vurduğunda ‘Anneanne daha da vur bize Kutsal Kitapta söylediği gibi’… İnsanları bize hakaret etmeye zorluyoruz, sonunda kayıtsız kalabildiğimizi fark ediyoruz. Böylece tekrarlanan sözcükler anlamını yitiriyor, içerdikleri acı da dinmeye başlıyor… Dileniyor, dilenmenin nasıl bir şey olduğunu anlamaya çalışıyoruz. Sonra da bize verilenleri uzun çalılıkların arasına atıyoruz. Ama saçlarımızdaki okşayışı atmak mümkün değil… Bir şey öldürmek gerektiğinde bize haber verin. Biz öldürürüz, öldürmeyi sevmiyoruz ama buna alışmamız lazım…Kurbağaları çiviliyor, fareleri kaynar sulara atıyoruz…Bizi koruyan kimse yok, kendimizi büyüklere karşı korumayı öğreniyoruz…
İkinci kitap Kanıt’ta ilk kitaptaki biz dilinin yerine tanrı-yazar geçiyor. Ancak bu tanrı yalnızca gerçeklere tanık olan, asla müdahale etmeyen, salt gerçeklere şahitlik eden edilgen bir yapıda bu nedenle her şeyi bilip susması okuyucuda ayrı bir gerilim yaratıyor. Mültecilik ve göç kavramlarının altının koyu koyu çizildiği, aidiyet duygusunun bile isteye ezip çiğnendiği olaylara tanık oluyoruz bu kitapta. Karakter sayısı artsa da öylesine ağır travmalara şahitlik ediyoruz ki yalnızlık duygusu alabildiğine derinleşiyor. Karakterler birbirlerine hiç yaslanmıyor, kendi hikayelerinin içinde akıp gidiyorlar. Yazar suya sabuna dokunmadan öylesine net bir anlatımı yeğliyor ki rahatsızlık hissetmemek mümkün olmuyor. İstismarın, ensestin, intiharın ve ölümün kol gezdiği nice hikâyeyi sere serpe bırakıveriyor okuyucunun kucağına.
Üçlemenin son kitabı Üçüncü Yalan… Yazar, her şifreyi çözüyormuş gibi görünse de asıl bulanıklaşma ve şizofreni hali bu kitapta ortaya çıkıyor. Hayalle hakikat, doğruyla yalan birbiri içine girerken yazarın seçtiği ‘ben’ dili çıkıveriyor ortaya birdenbire ancak okuyucu bu sefer de ‘Kim o ben?’ sorusunun cevabını bulmaya zorlanıyor. Sorular ve cevaplarla boğuşan okuyucuyu iyice sersemleten yazar, son darbeyi vurmaktan tabi ki hiç çekinmiyor. Nihayetinde zihninize takılan koca bir kancayla yaşayabilir misiniz ondan kurtulmak için Agota Kristof’u unutabilir misiniz size kalmış ama bence “Edebiyatın içinde ironi dışında başka ne yapılabilir?”i kolaçan etmek isteyenler hiç vakit kaybetmeden yazarla tanışmalı. Hoşça ve kitapla kalın…
***
Hikâyelerin büyüsü
Derya evden kaçtı.
Onu bulacağı yeri biliyordu İlhan. Yanılmamıştı; daha önce bir kez gittikleri, sahibini tanıdığını söylediği yeraltındaki diskotekteydi. Karanlık merdivenleri inerken, kulaklarında müziğin çılgın gürültüsü patlıyordu. Ayağı bir şeye takılmış, sendelemişti. Gözleri karanlığa alışınca görmüştü takıldığı şey(ler)i. Yere uzanmış sevişen bir çiftti. Derya’yı kurtarmalıydı bu iğrençlikten. Pistte sarmaş dolaş olmuş uyuşuk bedenlerin arasından çıkarmalıydı. Derya bir köşede tek başına oturuyordu. Belki yanında birileri vardı da İlhan’ı görünce savmıştı başından. İçmişti ama kontrolünü kaybetmemişti. Sesini çıkarmadan uydu İlhan’a. Birlikte çıktılar. İlhan’ın bir arkadaşına gittiler. Asansörle yukarı çıkarken Derya yine o çocuksu tavrını takınmıştı. Aynı odada kalmışlardı o gece… Ve İlhan sabaha kadar uyumamış, ara sıra terini silerek onu seyretmişti.
***
Yazarın büyüsü
Ethem BARAN
Unuttuğum Bütün Akşamlar
İletişim Yayınları
Ayrıntıların gücüne inanıyorum. Hayatta, gündelik gerçeklikte neler olup bittiğini herkes biliyor, görüyor zaten. Sanatçının işi ayrıntılarla. Görünmeyeni görmek ve göstermek onun işi. Görünenin içindeki anlamı, anlamsız olanı, saklı olanı, saklananı, olmayanı, olması gerekeni ve daha bir dolu şeyi, akla hayale gelen/gelmeyen her şeyi görmek/aktarmak durumunda. Bilinen gerçeğe anlam katan ayrıntılardır. Ben dilimi ayrıntıların üzerine ışık düşürecek şekilde kurmaya çalıştım/çalışıyorum. Bu pencereden bakınca her harfin kelime, her kelimenin cümle, her cümlenin paragraf ve her paragrafın metnin bütünü içindeki yerini, ağırlığını, dengesini, ses rengini ve değerini iyi ölçüp biçmek, tartmak gerekir diye düşünüyorum. Dili kendi içinde esnetip genişletme çabası verirken meselelerin arka planını, konulara yaklaşımı, büyük resmi göz ardı etmemek gerekir elbette. Öykü arayışı bitmez, hatta aramanıza bile gerek yoktur çünkü o gelip sizi bulur.
***
Anne baba kütüphanesi
Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl
Annenin duygusal yokluğu
“Çocuk, sevgi ve güvenle sarıldığı bir dünyada büyümek için doğar; eğer bu bağ eksikse, hayata karşı duyduğu güven de zayıflar."
Annenin Duygusal Yokluğu kitabı, çocukluk döneminde yaşanan duygusal deneyimlerin bireylerin gelişimi üzerindeki önemli etkilerini ele alıyor. Yazar, annenin duygusal desteğinin ve güvenli bir bağ kurmasının çocuk için ne kadar kritik olduğunu vurguluyor. Özellikle, duygusal ihtiyaçların karşılanmadığı durumların uzun vadede nasıl olumsuz sonuçlar doğurabileceğini inceliyor. Bağlanma teorisi üzerinden, annenin çocuğuyla kurduğu duygusal ilişkinin nasıl şekillendiğini ve bu ilişkinin bireyin sosyal yaşamını nasıl etkilediğini detaylı bir şekilde açıklıyor.
Kitap, duygusal yokluğun kişilik gelişimi, özsaygı ve sosyal etkileşimler üzerindeki olumsuz etkilerini gözler önüne seriyor. Duygusal destekten yoksun kalan bireylerin kaygı, depresyon gibi ruhsal sorunlarla daha sık karşılaştığını belirtiyor. Yazar, bunun yalnızca bireylerin ruh sağlığına değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerine de zarar verebileceğini ifade ediyor.
Eser, okuyuculara çocukluk dönemindeki duygusal deneyimlerin önemini hatırlatıyor ve geçmişle yüzleşme, duygusal yaraları iyileştirme konusunda bir rehber sunuyor. Ebeveynlik, terapötik müdahale ve kişisel gelişim açısından önemli çıkarımlar sağlaması, kitabı psikoloji ve ebeveynlik alanlarında çalışan profesyoneller için değerli bir kaynak haline getiriyor. Genel olarak, "Annenin Duygusal Yokluğu", bireylerin içsel yolculuklarına rehberlik ederken, sağlıklı ilişkiler kurma ve duygusal dengeyi sağlama konularında derin bir anlayış sunuyor. Bu yönüyle eser, okuyucuların duygusal zeka ve farkındalıklarını artırmalarına yardımcı olabilir.
Annenin Duygusal Yokluğu, Jasmin Lee Cori, 372 Sayfa, 2010, Koridor Yayıncılık