Delikli bir para… Boyna asılan, bele bağlanan, kimi zaman bir kadının umutla sakladığı, kimi zaman bir maden işçisinin alın teriyle edindiği o sarımsı, ortası delik, sıradan görünen ama hiçbir zaman sıradan olmayan bir nesne… Zeytin ağacının gövdesiyle işçi arasındaki o görünmeyen bağın simgesi… O deliğin içinden yalnızca ip değil, bir halkın hikâyesi geçiyor: geçim mücadelesi, ekmek kavgaları, patron mağazasında harcanabilen alın terleri… Ve işte tam bu noktada, bir pulun, bir pulu andıran hatıranın, nasıl bir romanın kıvılcımına dönüşebileceğini, Ahmet Büke’nin son romanı Kırmızı Buğday’ında hayretle görüyoruz. Büke, o deliği sadece geçmişe değil, bugüne, hatta edebiyatın kalbine açılan bir geçit haline getiriyor. Çünkü onun kaleminde delikli para, sadece metal değil; sınıf, emek, onur ve kaybolan zamanın yankısıdır. Ve biz, sayfaları çevirdikçe, bir kuruşluk bir puldan nasıl 500 sayfalık bir romana, oradan da bir halkın belleğine uzanan büyülü bir anlatının mümkün olduğunu hayranlıkla izliyoruz.
Ahmet Büke ile Kırmızı buğday, sözlü kültür ve direniş üzerine
Ahmet Büke, 19 Haziran 1970’te Manisa’nın Gördes ilçesinde doğdu ve Dokuz Eylül Üniversitesi İktisat Bölümü’nden mezuniyetinin ardından edebiyatın büyülü dünyasına adım attı. 2002’de “Kayıp Dua Kitabı” adlı öyküsüyle Xasiork Kısa Öykü Yarışması’nda birincilik kazanarak yazarlık serüvenine güçlü bir başlangıç yaptı. Öyküleri E Edebiyat, Adam Öykü ve Patika gibi dergilerde yer buldu; Sosyal Ayrıntılar Ansiklopedisi ve Derkenar gibi dijital mecralarda da ses getirdi. İlk kitabı İzmir Postası’nın Adamları ile geniş bir okur kitlesine ulaştı. Son romanı Kırmızı Buğday, onun çocukluk anılarını, yerel hafızayı ve insanın içsel çatışmalarını şiirsel bir dille anlatışının en derin örneklerinden biri oldu. Ahmet Büke, kelimelerle yalnızca hikâyeler kurmaz; her satırında Anadolu’nun suskun sesini, yoksulluğun onurunu, umudun direncini fısıldar ve okurunu, gövdeleri yorgun ama kalpleri diri bir ülkenin hikâyesine ortak eder.
Sizi önce dinleyerek yazmaya başlayan biri olarak tanıyoruz. Edebiyatla ilk temasınız nasıl oldu?
Gördes’te doğdum, yoksul ama rüya gibi bir yerdi. Ailem tütüncüydü. Annem babam manifaturacılık yapardı ama aynı zamanda çok iyi hikâye anlatıcısıydılar. Evimizde söz hiç eksik olmazdı. Ben çocukken, kadınlar hikâye anlatacakları zaman divanın altına saklanırdım. Dışarı atılmayayım diye oradan dinlerdim. Yazmak önce dinlemekle başlar; ben de dinleyerek başladım. Ayda bir babamın İzmir’den getirdiği hikaye kitabını okumak için sabırsızlıkla beklerdim.
Peki kitaplarla nasıl tanıştınız? Yazarlık fikri ne zaman zihninize düştü?
Çok küçükken gazete bayisinde çıraktım. Gazete bayisinde kitap da satılırdı. Her akşam satılmayan kitapları okuyup ertesi gün geri götürürdüm. Bir gün “artık kitap kalmadı” dediler. Kitapları yazanları “acayip insanlar” olarak görüyordum. Yazarlık uzak bir hayaldi, ben kitaplara çırak oldum. Yıllar sonra ilk kitabım İzmir Postası’nın Adamları 2004’te yayımlandı. İstanbul’da kimseyi tanımıyordum. Küçük bir yayınevi bastı, sonra ödül aldı. Her şey biraz tesadüfle oldu ama o tesadüfün arkasında uzun bir hazırlık vardı.
Yeni romanınız Kırmızı Buğday, yalnızca bir dönem anlatısı değil; emek sömürüsünden kadına, çocuk istismarından mülkiyet sorununa kadar birçok konuya değiniyor. Zeytinciliğin nasıl sınıfsal bir ayrımı var?
Zeytin işçiliğini, kas gücüyle yapılan işlerin sınıflandırılmasını, kadınların ve çocukların uğradığı sömürüyü araştırmaya başladım. Romanın temelini bu araştırmalar oluşturdu. Zeytin Ekim ortası gibi toplanmaya başlar ve birkaç ay sürer hasat. Bahar gibi de yağlar satılmaya başlanır. Zeytin işinde mesela silkeliyiciler en ağır işleri yapıyor. İşçiler sürekli el değiştiriyor, hakları yok, güvenceleri yok. Sürekli bir sömürü var. Bu sömürünün izlerini sürmek istedim. Hem geçmişte hem bugün…
Romanın başat karakterlerinden biri olan Arap Ali’nin annesi oğluna “Ölmeyeceksin!” diyor. Bu söz sadece romana değil, bugüne de dair bir şey mi söylüyor?
Aynen öyle. Arap Ali savaşa gidecekken annesi ona “ölmeyeceksin” diyor. Savaş meydanında kendini sakınanlar genelde ölür. Ama bu emir, bir annenin oğluna yaşamasını emretmesi aslında. Bu sözü bugünün kadınlarına da borçluyum. Hayatın yükünü sırtlayanlara, oğullarını toprağa vermemeye çalışanlara…
Romanda kadın kahramanlar yok ama kadın sesi çok güçlü hissediliyor. Maya karakteri de bunlardan biri. Kimdir Maya?
Bu romanda aslında çok sayıda kadın kahraman yok, ama kadınlar hikâyenin evrenini kuran, atmosferi belirleyen kritik figürler. Özellikle Maya karakteri çok önemli. Başta kulağa tuhaf gelse de, bu ismin derin bir kültürel arka planı var.
Maya, Yörük deve yavrusu anlamına gelir. 100 yıl önce kadınlara böyle isimler konurdu. Yörükler, dişi deve yavrusuna ‘maya’ der. Bu kelime, bildiğimiz ‘mayalamak’tan gelir; sürecin mayalandığı, büyüdüğü anı simgeler. Aynı zamanda kız çocuklarına da sevgiyle ‘Maya’ diye seslenirler. Romanın bir yerinde anlatıyorum: Köroğlu hikâyesinde de benzer bir izlek vardır. Hikâyenin en eski, Asya’dan bu yana taşınan orijinal versiyonunda “Gor” mezar anlamına gelir. Bu anlatı, sadece Türklerin değil, Kürtlerin, Ermenilerin ve bu coğrafyadaki pek çok halkın ortak belleğinde yer alır. İlk haliyle hikâye şöyledir: Zalim bir bey, hamile bir kadını öldürür ve onu mezara gömer. Ancak mezarda, kadının karnındaki bebek kendi göbeğini keserek doğar ve ağlamaya başlar. Bu sesi duyan halk gelir. Bazı rivayetlerde çocuğu kurtlar alır ve büyütür. Mezardan doğan bu çocuk, halkın intikamını alır; zorbayı öldürür. Bu anlatının özü, ölümden hayat doğmasıdır. Bizler bu coğrafyada, ölümün içinden yeniden doğmayı bilen bir halkız. Gecenin en karanlık anında güneşin doğacağına inanırız. Her şeyin bittiği anda, yeni bir başlangıç filizlenir. Bu, Anadolu’nun kadim direncidir. Bektaşiler için de Mustafa Kemal Atatürk böyle bir figürdür; Köroğlu’dur. Son anda gelir, her şeyi tersine çevirir. Kırmızı Buğday’da anlatılanla da örtüşen, halkın içinden doğan, karanlığa karşı umudu büyüten bir destandır bu.
Maya, bu döngüyü, bu direnci temsil ediyor. Her şeyin bittiği anda bir kurtuluş beliriyor.
Yazmak neye benziyor?
Yazmak, biraz da ata çıplak binmeye benziyor. Bizim oraların bir sözü bu: “Çıplak ata binmek.” Yani eğer yok, koşum takımı yok; ama usta binici ata doğrudan biner, tutunacak yeri yokken bile ayaklarıyla yön verir. At özgürce koşar ama binici de bir yandan ona hâkimdir. Yazmak da böyle bir şey işte. Hikâye sizi götürür, ama siz de bir yerinden tutarsınız; yoksa elinizden kopup gider.
Bu romanı da yazarken her şeyi bilmiyordum. Hatta çoğu şeyi yazarken öğrendim. Hikâye beni nereye götürecekse oraya gittim. Önceki romanım Deli İbram Divanı da buna izin verdi. O da Kurtuluş Savaşı’yla ilgiliydi. Çanakkale’de ve adalarda geçen bir hikâyesi vardı. Kırmızı Buğday‘da Basmane Garı’nda karşılaşma sahnesi var, Celal Bayar’ın anılarında da aynen geçer. Her şey birbiriyle denk geldi. Çok fazla plan yapmadım ama yollar birbirine bağlandı. Yazarken oldu.
Sizce her romanın bir çıkış noktası var mı?
Her romanın bir başlangıç kıvılcımı olur; yani onu tetikleyen, harekete geçiren bir şey… Bende bu, o Osmanlıca yazılı amele parası oldu. Kaz dağlarından gelen bir hediye. Osmanlıca yazılar içeren bir amele parası. Üzerinde Osmanlı alfabesiyle bir şeyler vardı, ne olduğunu anlamak için bir profesöre okuttum. Meğer bu, zeytin işçilerine verilen bir ödeme aracıymış.
Onunla birlikte hikâye büyüdü, başka hikâyelerle buluştu. Finali en başta yazdım. Sonra o finale doğru yürüdüm. Yani yazarken sonu bildiğim bir yürüyüştü bu.
Bir zeytin ağası var, bu parayı akıl eden kullanan toprak ağası var. Bu bir yapı. Bu yapının evveliyatı var. Neden orada toprak ağası var? O bir sabah kalktığında binlerce döneme sahip olarak uyanmadi 17. Yüzyıldan beri süre gelen, bireyde toplanan, mülkiyet sömürüsü üzerine köylünün topraksızlaştırılması yoksullaştırılması işçileştirilmesi onun üzerine Zeytin beyi varsa bu delikli parayı varsa onun da evveliyatı var. Sermaye birikim süreciyle ilgili bir şey onu da belirli bir yerinde anlatmam gerekiyordu. Çok çalışmam gerekti. Zor bir dönem ile ilgili epey bir literatür okudum.
Gördes, romanın atmosferini belirleyen güçlü bir unsur. Bu ilçenin hikâyenize ilham vermesinin ardında ne var?
Aslında kitabın yazılmasına sebep olan şeylerin başında Gördes geliyor diyebilirim. Başta başka bir fikir vardı aklımda ama sonra bu yöreye, özellikle de Gördes’in milli mücadeledeki tavrına çok takıldım. Çünkü bu çok çarpıcıydı: Aynı bölgedeler, kuş uçuşu bir saat bile değil; ama işgal başladığında Akhisar daha ovalık, zengin toprak sahiplerinin olduğu bir yer olarak işbirliğine açık kalırken, dağlık ve daha yoksul bir yer olan Gördes’te hemen isyan başlıyor.
Bu fark beni derinden düşündürdü. Neden böyle bir reaksiyon farkı vardı? Bunun sınıfsal olduğunu, hatta mülkiyetle doğrudan ilişkili olduğunu düşündüm. Ovalık bölgelerde toprak ağalarının işgalle iş birliği kurmaya daha açık olduğunu, oysa dağda yaşayan yoksul köylülerin, göçerlerin daha radikal bir refleks gösterdiğini fark ettim.
Zaten roman boyunca da bu sınıfsal ayrımı, halkın kendi içinde verdiği mücadeleyi ön plana çıkarmaya çalıştım. Milli mücadele bir halk savaşıydı elbette ama aynı zamanda sınıfsal katmanların da birbirine değdiği, karşılaştığı, bazen çatıştığı bir süreçti. Savaş ilerledikçe Akhisar ve çevresi de etkileniyor ama bu biraz da “kazanan taraf belli olduktan sonra” yaşanıyor. O yüzden Gördes benim için sadece bir coğrafya değil, bu romanın hem kalbi hem de vicdanı oldu diyebilirim.
Romanın adını taşıyan “Kırmızı Buğday” türküsünün gerçek bir hikâyeye dayandığını biliyoruz. Osman Efe kimdir?
Kırmızı Buğday türküsü, Afro Türk Ali Osman Efe’ye yakılmıştır. O da Batı Anadolu’nun halk belleğinde önemli bir efedir. Bergamalıdır. Çatışmalardan birinde vurulmuş, köylüler onu saklamış. Bir kağnıya yatırmışlar. Sonra bedenini buğday sapıyla örtmüşler. Hekime teslim etmişler. Efenin kanı buğday çuvalların üstüne akıyor. Kağnının sahibi kadın Efe’yi teslim ettikten sonra bakıyor buğday da kan var. Efe’nin kanı var. Buğdayı dereye götürüyor yıkıyor. Kan çıkmıyor onun üzerine türküyü yakıyor. Buğday burada sadece bir ürün değil; efeye verilen bir veda, halkın ona gösterdiği hürmettir. Efe ve buğday artık birbirinden ayrı düşünülemez. Bugün dinlediğimiz Kırmızı Buğday sözleri ilk dize hariç değiştirilmiş. İlk dize “Kırmızı buğday arınmıyor sezinden. Sez öz demek. O ilk dize hariç değişmiş.
Gördes Türküsü’nün de romana ilham verdiğini söylediniz. Bu türküyü albümle yaşatmak gibi bir düşünce de var mı?
Evet, bir arkadaşım bu türküyü de içeren internette bir albüm hazırlıyor. Bu sayede romanın sözlü dünyası müzikle yeni kuşaklara taşınacak. Kırmızı Buğday, sadece bir roman olarak kalmasın; kültürel bir hafıza alanına dönüşsün istiyorum.
Son olarak, “Kırmızı Buğday” sizin için neyin romanı?
Unutulmuş olanın romanı. Yalnız bırakılmışların, terk edilmişlerin… Ama aynı zamanda yeniden ayağa kalkabilenlerin. Hem bir ağıt, hem de bir diriliş.