Hazırlayan: Emel Kadör

İzmir’de çocuklar için unutulmaz tiyatro: “Atatürk’ü Anlat Bana” sahnelendi İzmir’de çocuklar için unutulmaz tiyatro: “Atatürk’ü Anlat Bana” sahnelendi

Afyon’da doğan, Selçuk Üniversitesi Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun olan  Turan Horzum lise yıllarından beri şiir ve öykü yazıyor. İlk kitabı Ümran Ben ve Diğerleri adını taşıyan Horzum’un öyküleri; Edebiyat Haber, Parşömen Fanzin gibi edebiyat sitelerinde; Deliler Teknesi, Kum, Kurşun Kalem, Kanguru, Sarnıç gibi dergilerde yayımlanmış. Edebiyat çalışmalarını İzmir’de sürdüren Turan Horzum’un İç Çekişlerimiz ikinci öykü kitabı.

İç Çekişlerimiz’de 25 öykü yer alıyor. Kimi kıp kısa öyküler barındıran kitabında, insan ilişkilerinde yaşanan tıkanmalara, bireysel savrulmalara, arayışlara ve bunlarla gelen yüzleşme-yüzleşememelere eğiliyor Horzum. Tekdüze hayatlarında sıkışmış bireylerin,  yıpranan aile kurumu içinde debelenen kahramanların, kaçış noktalarına odaklanıyor.

Erkek kahramanların ağırlıklı olduğu hikayeler, İzmir’den; Alsancak, Yeşilyurt, Karşıyaka, Konak, Özdere’den tanıdık mekanlarda geçiyor.

Mekanlar gibi kişiler de tanıdık. Sahilde, vapurda,  bir devlet dairesinde, bir kafede, birahanede, bankada, metroda  karşılaştığımız içimizden birileri.

Yalnız insanlar, küçük memurlar, özgüvenli kadınlar, horlanan göçmenler, ihanet edenler, yolları ayrılanlar, evsizler, cinsellikleriyle sınanan bireyler, haz arayışında kaybolanlar.  Ortak noktaları büyük kentlerin içinde birbirlerine yaslanarak var olmaya, dar alanlarda yaşama katlanmaya çalışmaları. 

Kitabın ilk öyküsü Melek’te;  saf aşkın yanında çaresizliği işlerken,  aile içi tacizde kadının suskunluğunun altını çiziyor. 

“Melek’le ilişkim çamaşıra takılmış mandal gibi. Çoğu zaman onu tutup kurutan benim. Canımın içi, geçmiş günlerin balçığından öyle usanmış ki hep yıkanmak hep yıkanmak istiyor. Sonra  rüzgarın karşısına çıkabilmek için tutunacağı mandalı, beni arıyor.”

Ayten’de engelli bir kadının iç dünyasına; Terlik’te ana-oğul-gelin sarmalına; kitaba adını veren İç Çekişlerimiz’de kadına şiddete;  Hissizlik’te bencilliğe yöneltiyor kalemini Turan Horzum. Bağırmadan, dipten dibe insanın var oluşuna etki eden duyguları, yaşanmışlıkları kalemine getiriyor. 

Kentin farklı kesimlerinden çekilmiş fotoğrafları andırıyor anlattıkları. Doktor öyküsünde, “Her göçmen yoksul, herhangi  ülkenin kaderini yaşar.”diyen kahramanda yurtsuzluğun acısına; Zeynep Gitme’de  “Bir tanrılar bir de kentler, bütün hayatlara hükmederler” sözleriyle, kentlerle  insanlar arasındaki ilişkiye; Çöpten Ayakkabı Toplayan Kız’da yatılı okullardaki baskıya çeviriyor gözlerini. 

Durum öykülerinin beşi, tapu dairesinde çalışan memurlar arasında geçiyor. Orhan Veli’nin  “Biz memurlar / saat dokuzda / saat on ikide / saat beşte / biz bizeyizdir caddelerde. / Böyle yazmış yazımızı Ulu Tanrı / ya paydos zilini bekleriz /  ya aybaşını.”  dizelerini çağrıştırdı bana. Neden özellikle tapu dairelerini seçti acaba; varlıklar el değiştirirken, yetersiz maaşlarla çalışan memurların durumlarına br gönderme  mi diye düşündüm. 

Zaman değişse de koşulların değişmemesini, mekanların insanlar üzerindeki etkileri üzerinden gözlemliyor yazar. 

Kapalı bir öyküleme tarzı var yazarın. “Emine Gardiyan Yusuf’u Yanlış Tanıyor” da olduğu gibi az sözle kahramanların ruh halini, hikayenin yazılış nedenini sezdirmeye çalışıyor.

Aynı durum belirgin olarak “Gözümde Toz Kadarsın Hayat” hikayesinde de var. Evinden ayrılmak zorunda kalan eşcinsel bir genci, lise arkadaşının ziyaret edişi sırasında, annesinden gelen paketle simgelenen duygu akışı ve son cümlede okurun zihnine bırakılan soru çengeli  de etkileyici. Burada varoluşsal sancıları da sorguluyor yazar: “Tutunamayışımızın, zayıflığımızın, en önemlisi heyecansızlığımızın nedeni bu, bir şeyleri kanıtlama derdimizdir. Oysa asıl derdimiz kendi içimizdeki cevheri bulup çıkarmaktır… Bilmeliyiz ki en güzel davranışlarımızı engelleyen ciğerlerimize kadar işlemiş alışkanlıklarımızdır.”

“İç çekişlerimiz  gerçek dışı yaşamda olduğumuzu anlatıyordu. “Sadece biz varız bu dünyada.” dedim. Daha sesimin sıcaklığı geçmeden yanı başımızdan müthiş bir çığlık duyduk, Ayşe deprem sarsıntısına uğrayan bina gibiydi.”

Turan Horzum’un yalın bir dille, sakin sakin anlattığı  öyküleri hepimizin iç çekişleri gibi.

İç Çekişlerimiz

İzan Yayıncılık

2021

***

Şair Ömür Özçetin ile söyleşi: Eserlerimle yüzleştim

Cemal Süreya, “Okur şairin yüzünü hiç görmemeli,” der. Bilirsiniz Sureya’nın sözlerinin önünü arkasını iyi okumanız gerekir. ‘Folklor şiire düşman’ sözünde olduğu gibi. Ancak ben anladığımı anladım. Sadece şairlerin değil belki de tüm sanatçılar için bu söz geçerlidir. Yapıtını çok beğendiğimiz bir yazarı tanıdığınızda bırakın hayal kırıklığını hüsrana bile uğrayabilirsiniz. 

Herkes için öyle değil tabii. Cemil Kavukçu benim için böyledir. Düşünceleri ile yaşamları örtüşenler yapıtlarında da bunu hissettirirler. 

Omür Özçetin’in yüzünü görmek, sesini duymak isteyeceğiniz şairlerden. Şiir kitaplarını okursanız Özçetin’in dünya görüsünü, hayata bakışını, hayatla arasındaki güçlü ilişkiyi kavrıyorsunuz. Varlık, Yasak Meyve gibi ulusal birçok dergide şiirleri yayımlanmış, bol ödüllü bir şair. 

Tabii ki genel olarak şiir üzerinde tartışacağız. Ama ‘Köpekler istedi diye’ şiir kitabini odak noktası alacağız. 

*Özçetin’e bu kitabin serüvenini soruyorum önce. Neden böyle bir derlemeye gerek duydun sevgili Özçetin?

Bu kitap bir şairin kendi eserleriyle yeniden yüzleşmesidir

ÖZÇETİN: Bu derlemeyi yapma amacım, kendi şiirlerim arasında bir bütünlük ve tema oluşturmak, eserlerimi hem yeni hem de eski okurlara daha derli toplu bir şekilde sunmak. Yıllar içinde yazdığım şiirler, farklı dönemlerdeki duygularımı, düşüncelerimi ve bakış açılarımı yansıttığı için, bir araya getirildiklerinde bir şair olarak kişisel yolculuğumu da gözler önüne sermeye çalışmak. Hem benim için bir dönüm noktası hem de okuyucular için şiirlerimi bir bütün olarak değerlendirebilecekleri bir fırsat olabilir düşüncesiyle oluştu. Böylece birbirinden bağımsız gibi görünen şiirlerin bir araya geldiğinde oluşturduğu harmoni, aslında hayatın çeşitli yönlerine dair ortaya koyduğum bir tür bakış açısını resmediyor olacaktı.

Ayrıca, bütün şiirlerimi iki kitaba yani izlek olarak ikiye ayırmak Menekşenin Karşısında Hatıra ve Köpekler İstedi Diye adlarıyla ayrım yapmamın bir diğer nedeni, zamanla farklı yerlerde yayımlanmış ya da okuyucularla sınırlı şekilde buluşmuş şiirlerimi daha geniş bir kitleyle paylaşma arzusunu da beraberinde getirdi. Bu, aynı zamanda bir şairin kendi eserleriyle yüzleşmesini ve onları yeni bir pencereden değerlendirerek okurlarına sunması için önemli bir adım olacağını umdum. 

*Şiirlerinde ‘içerikte bir yoğunluk’ hissettim. Örneğin ‘Siklamen Hali’ adli şiirinde: “Anne dünya bana göre/ çok mantıklı ve küçük nöbetler/ öyle yıllardır isçi bir arı uçtum durdum/ Ama biliyorum gizlese de çok şekerli belgeseller/ kimler dadanır bakma böyle kimler yalar yutar (kopekler istedi diye, syf. 35) 

Veya Tuz adlı şiirinde, “ve orada insanlığımdan/ bir şey kaybediyor yoksul çocukların/ sıcacık bakışları ekmeğe (age. syf.65) diyorsunuz. Anlama ağırlık vermek, derin anlam gibi tanımlamalar şiirde ne kadar olmalıdır? Ya da şair nasıl çalışır?

Şiir bir anlam dayatması değil, anlamı keşfetme sanatıdır

ÖZÇETİN: Bu sorununuza neden olan şey aslında yukarıda bahsettim bütün şiirlerimi iki izlekte toplama kararımı biraz olsun açıklıyor. Yani Köpekler İstedi Diye’de bir araya gelmiş şiirler sizi şiirde anlam arayışı sorusuna itti. Menekşenin Karşısında Hatıra toplamı bu soruya sizi itmeye bilirdi, demek istiyorum. Yine aynı toplamdaki şiirlerden bir örnekte ben alıntılayayım: Anlam arayışına çıkıyor yara / çıkarken kemikten bir bıçak sırıtıyor. / Çok şımartılmış bir jilet/ gibi dilimin altında bir sözcük/ sürekli belleğin façasını bozuyor. Diye devam eder. 

Şiirde derin anlamın ne kadar olması gerektiği, dahası anlamın ne kadar olması gerektiği hem şairin niyeti hem de okuyucunun şiirle kurduğu ilişkiye bağlıdır. Şiir, her şeyden önce bir anlam dayatma çabası değil, anlamı keşfetme ve hissettirme sanatıdır. Bu nedenle, bir şiirin taşıdığı anlam, onun sadece sözcüklerde değil, imgelerinde, ritminde ve yarattığı duygusal etkide gizli olabilir. Şair, anlamı açıkça dile getirmek yerine, okurun zihninde ve kalbinde bir yankı uyandırmayı hedefleyebilir. Fazla açıklayıcı bir yaklaşım, şiirin büyüsünü zayıflatabilirken, tamamen kapalı bir dil de okuyucuyu dışarda bırakabilir. Bu nedenle bana göre, anlam şiirde bir denge unsuru olmalıdır; hem okurun hayal gücüne yer açmalı hem de derin düşünceleri çağrıştırmalıdır.

Aynı zamanda, şiir anlamın ötesine geçip, bir duyguyu ya da atmosferi hissettirebilme gücüne de sahiptir. Bazı şiirler, okuyucunun zihninde net bir anlam yaratmayı değil, bir hissi, bir sesi ya da bir görüntüyü yeniden doğurmayı hedefler. Bu da şiirin çok katmanlı doğasını ortaya koyar: bir şiir, bir okuyucu için derin bir anlam ifade ederken, bir diğeri için sadece duygusal bir melodi olabilir. Bu nedenle, şiirde anlama verilen ağırlık, şairin yaratmak istediği dünya ile okuyucunun o dünyayı keşfetme şekli arasındaki bir uyumdan doğar. Şiir, anlamdan çok sezgi ve hislerle de konuşabileceği için, asıl mesele derinliği nerede aradığınızda gizlidir.

*Buradan yola çıkarak, şairin anlatımı, dili “gündelik hayatimizin akışına göre daha mı farklı işler?

Şiirsel dil, varoluşun özüne dokunma arayışıdır

ÖZÇETİN: Evet, şairin anlatımı ve dili, gündelik hayatın sıradan akışından farklı bir derinlik ve dokunuş taşımalıdır; çünkü şairin dili, yalnızca anlatmak için değil, aynı zamanda hissettirmek, sorgulatmak ve görünmeyeni görünür kılmak için de vardır. Gündelik dil, iletişimde işlevsellik ve açıklık amacı güderken, şiirsel dil, varoluşun özüne dokunma arayışıdır. Şair, kelimeleri birer araç değil, birer varlık olarak görür; her sözcük, sıradan bir nesne gibi değil, bir pencere gibi kullanılır. Böylece okuyucuya, günlük hayatın ötesine, zamanın, anlamın ve duyguların farklı boyutlarına açılıp uzanan pencereler olurlar. 

Martin Heidegger’in “Dil varlığın evidir” sözü, şairin anlatımını anlamada önemli bir yol göstericidir. Şair, bu evi sadece inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda onu yeniden şekillendirir ve içini duygularla, imgelerle, metaforlarla doldurur. Şiirsel dil, sıradan dilin sınırlarını aşar, gündelik olanın altında yatan derinliği açığa çıkarır. Şairin dili, hayatın yüzeyindeki görünenlerin ötesine geçip, sıradanlığın içinde saklı olan inceliği ve derinliği ortaya koyar. Bu farklılık, dilin işlevsellikten öte bir hakikat aracı haline gelmesidir. Şair, kelimeleri yalnızca söyler gibi değil, adeta dokunur gibi kullanır; bu da şiiri, yaşamın günlük akışından koparıp evrensel ve zamansız bir varoluş alanına taşımaya götürür. 

*Lorca, Neruda, Eliot, Kavafis, Nazim… kısacası yeryüzü şairlerinin şiirleriniz üzerinde bir etkisi var mı? Şairlerden etkilenmekten korkar mısınız? (Picasso’nun ünlü bir sezonu burada anımsatmak isterim. Ben başkalarını taklit etmekten çok, kendimi taklit etmekten korkarım)

Yeryüzü şairlerinden etkilenmekten korkmak, şiir sanatının özüne yabancılaşmaktır

ÖZÇETİN: Yeryüzü şairlerinden etkilenmekten korkmak, şiir sanatının özüne yabancılaşmak olur; çünkü şiir, insanlığın ortak birikiminden beslenen bir yaratım sürecidir. Lorca, “Duende” kavramıyla şiirin ve sanatın derinlerde yatan, açıklanamaz, bir o kadar da evrensel olan ruhuna işaret eder. Şair, bu duendeyi yakalamak için yalnızca kendi deneyimlerine değil, başka şairlerin sunduğu evrensel duygulara ve imgeler dünyasına da kulak vermelidir. Lorca’nın kendisi halk şarkılarından, İspanyol kültürünün derin motiflerinden beslenirken özgünlüğünü kaybetmedi; aksine, bu mirası kendi şiirsel dünyasında yeniden yarattı.

Neruda, şiirlerinde insanın en sade hallerini evrensel boyutlara taşırken, doğadan, tarihten ve insanlığın ortak mirasından beslenmekten asla çekinmedi. Onun “Yavaş Yavaş Ölürler” şiirindeki çağrısı hem hayata hem de yaratıcı olmaya dair bir uyarıdır: kendini beslemekten korkan, başkalarından etkilenmekten kaçınan kişi, yaşamdan ve sanattan uzaklaşır. Eliot ise “Çorak Ülke”de Batı uygarlığının mitolojik ve tarihsel katmanlarını şiirine işlerken, geçmişten gelen büyük seslerle bir diyalog kurdu. Ona göre şiir, yalnızca bireysel bir yaratı değil, geçmişle sürekli bir alışverişti.

 Kavafis’in şiirlerinde tarihsel olaylar ve kişilikler, bireysel duygularla harmanlanır. Onun şiirleri, insanın bireysel yolculuğunu evrensel bir bağlamda ele almanın ne denli güçlü olabileceğini gösterir. Nazım Hikmet ise halk şiirinden, çağdaşlarından ve büyük destan geleneğinden beslenirken kendi devrimci ve insancıl sesini bulur. Nazım’ın “Dünyayı verelim çocuklara” dizelerinde olduğu gibi, bir şairin evrensel olanla kurduğu bağ, kendi bireysel sesini daha güçlü kılar.

Bu sözünü ettiğiniz şairler gösteriyor ki etkilenmek, bir taklit değil, bir öğrenme ve dönüşüm süreci. Şair, bu büyük ustalardan ilham alırken kendi sesini bulur ve katkısını insanlığın bu büyük şiirsel mirasına ekler. Eklemeye çalışır. Yankı olmak değil, yankılar arasında yeni bir tını yaratma cesaretine girişmektir.

*Her zaman tartışılan bir konuyu sormadan olmaz. Sanatın özünde mutlaka ‘insan’ın olduğunu söyleriz ancak bunu nasıl anlatacağımız ile ilgili söylenenler farklıdır. Böylelikle kurmaca metinlerde ‘toplumcu sanat’ anlayışı ile bunun karşısında görüş ileri sürenler yıllardır hep tartışmışlardır. 2. Yeni şairleri sanki Türkçe şiirde bir dönüm noktası gibidir. Abdulkadir BUDAK bir söyleşisinde, “Ben, ille de toplumcu şiir yazılacaksa Turgut Uyar’ın, Edip Cansever’in, Ilhan Berk’in verdiği örnekler gibi olsun, istiyordum.” diyor. Can Yücel biliyoruz ki toplumcu şiir konusunda daha net. İronik ve argolu şiiriyle safinı belirlemiştir. Bu konuda, “ Şiir hayatı çok hızlı bir şekilde anlatmaktır, tabii daha iyi bir dünyanın kurulması amacıyla.” diyor. 

Bu konuda şiirinizi nasıl adlandırırsınız, ille de bir ayrım yapmak gerekir mi?

Bireysel ve toplumsal olan iç içedir

ÖZÇETIN: Kesinlikle çok katmanlı ve derin bir tartışma bu! (Şair Abdulkadir BUDAK’ın isteğini çok iyi anlıyorum.) Sanatın özünde "insan" olduğu fikrine katılmamak neredeyse imkânsız; çünkü sanat, insanın duygu, düşünce, deneyim ve hayal gücünü dışa vurma biçimi. Ancak bu "insanın" nasıl ele alınacağı ve sanatın hangi amaçlara hizmet edeceği konusunda farklı görüşler tarih boyunca karşı karşıya gelmiş.

Toplumcu sanat anlayışı, sanatın toplumsal sorunları dile getirmek ve çözüm arayışında bir araç olması gerektiğini savunur. Bu yaklaşımda sanat, bireysel estetikten ziyade kolektif faydaya hizmet eder. Sanatın toplumun aynası olması gerektiği düşüncesi, özellikle sosyal eşitsizlikler, sömürü ya da baskılar gibi konuların vurgulandığı eserlerde güçlü şekilde görülür. Bu anlayış, sanatın bir "sosyal sorumluluğu" olduğunu ileri sürer ve sanatçıyı da topluma karşı sorumlu bir figür olarak konumlandırır.

Öte yandan, toplumcu anlayışın karşısında olanlar, sanatın herhangi bir "amaç" ya da "sorumluluk" yüklenmeden, yalnızca bireysel yaratıcılığın bir ürünü olması gerektiğini savunurlar. Bu görüşe göre sanat, kendi başına bir değerdir; didaktik ya da ideolojik bir işlev taşımak zorunda değildir. Sanatın özgür ve "kendi için" bir yaratım olması gerektiğini düşünenler, toplumsal ya da politik kaygıların sanatı sınırlayabileceğini öne sürer

Bu tartışma özünde sanatın özgür mü yoksa işlevsel mi olması gerektiği sorusuna dayanıyor. Şahsen, bu iki görüşün birbirini tamamen dışlaması gerektiğine inanmıyorum. Sanat hem bireysel bir ifade biçimi olabilir hem de toplumsal gerçekliklere dokunabilir. Örneğin, bir şairin veya sanatçının bireysel deneyimi, kaçınılmaz olarak içinde yaşadığı toplumdan etkilenir; dolayısıyla, bireysel ve toplumsal olanın iç içe geçmesi son derece doğal. Benim şiirlerimde de bunun iç içe geçtiğini görebiliriz. 

*Adlandırmadan söz etmişken, Cahit KÜLEBI kendi kuşağı şairleri için, “Bir galaksiyiz biz. ” demiş. Siz kendi kuşağınız için neler söylersiniz?  

 ÖZÇETİN: Ben de kısaca “Dark Web’leriyiz biz.” diyebilirim.   

* 50 yıllık şair Erdal Alova, “Ödüllerin pozitif etkisi saman alevi gibidir. Asıl olan şairin kendi içindeki ateşi söndürmemesi. Ödüller bu ateşi şöyle bir harlatıp geçer.” diyor. Çok tartışılan bir konu. Sizin ödüllerle ilgili görüşleriniz nelerdir?

ÖZÇETİN: Şairin kendi içindeki ateşi harlayıp söndürmesinden önce ödüller, yazarları/şairleri bir simgesel sermaye yarışına sokar. Ödül almak, bir şairin toplumsal prestijini artırırken, diğerlerinin bu düzeyde tanınmamasına neden olur. Bu da bir "kazananlar ve kaybedenler" sistemi yaratır.

Kazananın sadece bireysel kariyerinde değil, edebiyat dünyasındaki genel statüde bir sıçrama sağlayacak, daha fazla okuyucu çekme şansı yakalayacak, eserinin daha geniş çevrelerde tartışılmasına neden olacak ve böylece kazananlar kulübüne dahil olacaktır. Bu da saygınlık, sosyal tanınma ve otorite anlamına gelecektir. 

Bu kazanma arzusu şairlerin eserlerini ödül sistemine uyumlu hale getirme çabalarını arttırabilir. Ödül almış eserleri analiz ederek, benzer estetik veya tematik yaklaşımları benimseyebilir. Bu durum, özgünlük ve çeşitlilik yerine, ödül normlarına uyma eğilimini güçlendirebilir ve böylece eserlerin sanatsal özgünlüğü değil, ödül sistemine uyumluluğu tarafından belirlendiği bir döngü oluşturacaktır. 

Bourdieu’nün simgesel sermaye kavramı çerçevesinde, ödüller yalnızca edebiyatın veya sanatın niteliğini değerlendiren bir mekanizma değil, aynı zamanda, toplumsal sınıfların ve kültürel hegemonyanın yeniden üretildiği araçlardır. 

Alternatif bir yaklaşım mümkün mü? Evet, mümkün. Bu noktada simgesel sermeye dağıtıcılarına yani jürilere çok iş düşüyor. Ödül sisteminin daha kapsayıcı ve adil olmasını sağlayabilmek için jüriler, daha farklı kültürel ve sanatsal bakış açılarını yansıtan kişilerden oluşabilir. Ödüllerin daha az eleştirilmesine yol açabilmek için jüri süreçleri daha şeffaf hale getirilerek, kararların hangi kriterlere dayandığı açıkça belirtilebilmelidir. 

Ayrıca, yayınevlerinin ve medya kuruluşlarının ödüller üzerindeki etkisi, jürilerin kararlarını dolaylı da olsa şekillendirmemeli, büyük yayınevleri,  tanınmış yazarlarını ödül süreçlerinde öne çıkarmamalı ve küçük (butik, bağımsız) yayınevlerinden gelen eserlerin şanslarını azaltmamalıdır.

Son olarak bu kadar ‘yüce’leştirilen şiir kitapları neden satmıyor?

ÖZÇETİN: Okunmuyor çünkü. Ama bir paradoks var: Yayfed’in verilerine göre 2024 yılında 3622 adet şiir kitabı yayımlanmış. İlginç. Bu veri bize şiire olan ilgimizi gösteriyor ama okumak üzere değil, yazmak üzerine sanki. Temel okuma ve yazmayı öğrenmiş olan birisini okuryazar olarak nitelendiriyoruz. Şiirde bu durumu okumazyazar olarak nitelendirebiliriz. Çünkü okunmuyor, yazılıyor. Bilmiyorum ama bu sayıya matbaa hizmeti veren yayınevleri sürecinde başlayıp biten şiir kitapları da dahil olabilir, çünkü yayınevleri şiir kitabı basmıyor. 

2020 yılından bu yana Pikaresk Yayınevi’nin Genel Yayın Yönetmeni olarak çalışıyorum. Bugüne      kadar 126 adet kitap yayımlayabildik. Bu 126 adet kitabın 103 adetini şiir kitabı oluşturuyor. 

Özellikle günümüzde aslında şiir kitapları geniş bir kitleye hitap ediyor. O yüzden olabildiğince ticari kaygısını arka plana atan butik/bağımsız yayınevleri bu tür eserleri kucaklıyor. Yani şiir de tırnak içinde büyük yayınevlerinin ticari kaygılarla yayımlamaya çekindiği kitaplar arasındadır. Zaten bu kaygıları olmasaydı bize bırakmazlardı.

Bu sıcak söyleşi için çok teşekkür ediyorum.

ÖZÇETİN: Ben teşekkür ederim. 

Turan Horzum / İç Çekişlerimiz

Kaynak: HABER MERKEZİ