Hazırlayan: Emel Kadör
“En büyük hırsızlık şu: Niteliklerimi benden alıyorlar. Kendim gibi olmama izin vermiyorlar.”
Çağdaş Alman Edebiyatının önemli kalemlerinden Monica Maron aynı zamanda gazeteci. 1941 yılında Berlin’de doğan Monica Maron on yaşına dek burada yaşar. Daha sonra sosyalizme inancı nedeniyle Demokratik Alman Cumhuriyeti’nde yaşamak isteyen annesiyle birlikte duvarla ayrılmış olan Doğu Berlin’e geçer, orada büyür.
İlk romanı Uçucu Kül’ü Doğu Almanya’da yayımlatamaz. Eser 1981’de Batı Almanya’da basılır. Yazar 1988 yılında (iki Almanya’nın birleşmesinden bir yıl önce) Batıya taşınır.
İkinci Dünya Savaşı sonrası yıllar. Doğu Almanya’da partinin yayın organı bir gazeteye yazılar yazan, röportajlar hazırlayan Josefa Nadler’e yeni bir görev verilir. B şehrindeki termik santrala gidecek, çalışanlarla görüşmeler yapacaktır. Otuzlu yaşlarında, boşanmış, beş yaşında bir oğlu olan gazeteci; B’ye yaklaşırken, kentin üzerine abanan koyu bulutları ve kente yağan külleri görür. İşçilerle konuşur. Gerçeklerle çarpılır adeta. Yeni santral yapılmasına rağmen; çevreye, insan sağlığına zararlı eski santralın ekonomik nedenlerle kapatılmadığını öğrenir.
“Duyduğum her söz, gördüğüm her yüz içimi acımayla dolduruyor. Ve utançla. Utanıyorum, çünkü böyle bir yer olduğunu biliyordum ama o kadar gurur duyduğum hayal gücümü bu şehirden esirgedim.”
Bir parti üyesi olarak durumu olduğu gibi yansıtmak, santralın kapatılmasını sağlamak ister. Ancak yayımlanmasının sıkıntı yaratacağını bildiği için yazarken olabildiğince temkinli olmaya çalışır. Aşama aşama her kademe de sıkıntı yaratır yazdıkları. Parti yönetimine de durumu bildiren bir mektup yazar. Korkar, geri almak ister ama yetişemez. Gazete yönetimince sorgulanmaya başlar.
Partinin heyecanlı, başarılı bir üyesi sisteme ihanet mi etmiştir? Josefa B’ye giderken, B’den dönerken ve sonraki süreçlerde gördükleri, yaşadıklarıyla içsel yolculuklara çıkar. Partiyi, heyecansız-kalıplaşmış insan ilişkilerini, kadın-erkek rollerini, inancı, sorumluluğu, cinselliği, çocuk büyütmeyi, özgürlüğü, bağlanmayı irdeler. Yeknesaklığa hapsolmuş yaşamlarında; alışkanlıklarından sıyrılamayan insanlara içerler.
Büyükbabasını idolü olarak gören, özgürlüğüne son kertede düşkün Josefa zincirlerini kırmış bir kadındır. Baskılar karşısında yalpalar, eski sevgilisi ile yakınlaşsa da dengeleri alt üst olur.
Roman iki bölüm halinde yazılmış. İlk bölümde Josefa’nın ailesi, geçmişi, sosyalist sistemin koşulları, insanların robotlaşması, sendikaların durumu, işçilerin sorunlar karşısındaki pasiflikleri, gazete çevresindeki kişilerin hikayeleriyle birlikte verilmiş.
İkinci bölüm; Josefa’nın dışlanması, kendisi hakkında karara varılacağı toplantıya katılmaması, iş arkadaşlarında göremediği dayanışma, eski sevgilisiyle yeniden yakınlaşması, hayatla ilgili algısının sarsılmasıyla ilerliyor. Fabrikada işçi olarak çalışırım dese de sahip olduğu kültürel ortamdan gerçek anlamda uzaklaşma korkusuyla bir savrulma yaşar. Bilinçaltından su yüzüne çıkan düşüncelerin sarmalında kendi kendisiyle yüzleşir.
“Sevgi, dedi, sevgi istiyorum. Christian'a ya da çocuğa duyduğum sevgiden başka bir sevgi. Yıpranmış, bitkin bir sevgi değil, içinde yaşayabileceğim, herkese yeten bir sevgi; ben herkesi seveyim, herkes de beni sevsin.”
Sürükleyici bir anlatımı var yazarın. Rüyalar ve kabusların anlatıldığı fantastik bölümlerin fazla uzatıldığı duygusuna kapıldım. Karakterlerin, özellikle Josefa’nın, Cristian’ın kişilik özellikleri eksik bırakılmış. Anne çocuk ilişkisi temellendirilmemiş. Gazete ortamı iyi yansıtılmış.
Uçucu Kül sosyalist sisteme sert eleştiriler getirse de sadece sistem eleştirisi değil. Bununla birlikte bireyin varoluş sıkıntısını, kendini gerçekleştirmesinin önündeki engelleri, değerler sistemini art alanına yerleştiriyor.
“Peki bütün bunları ben neden bilmiyordum? Gazetelerde her hafta B.' den, yeni bir üründen, kültür sarayındaki bir etkinlikten, zamanından önce gerçekleştirilmiş planlardan, Filanca İşçi'nin aldığı nişandan söz ediliyor. Santral hakkında, beterin beteri kül depoları hakkında tek laf edilmiyor ama.” diyor Josefa. Ne kadar tanıdık gelen sözler!..
Bireyin sesini duyuramaması, kabul görmemesi, alışkanlıklara teslim olması, çaresizliği; insanca yaşam koşullarının sağlanamadığı her yerde ve her ortamda onun kendini var etmesinin önündeki en büyük engel.
Yazma eylemi konusunda üniversitedeki profesörünün söylediği “Hangi hikayelerin basılacağı, kurala tabi olabilir. Ama yazmanın kendisi hiçbir kurala bağlı değildir. Kendinizi bir belgeselci, belge toplayan biri olarak görün. Yazdıklarınızın ne zaman okunacağına kafayı takmayın.” sözleriyle de iletisini aktarıyor belki yazar ve; gazetelerin kraldan çok kralcı duruşlarına, otosansürün doğallaşmasına, gerçeklerin saklanmasına itiraz ediyor, eserleriyle tarihe not düşmek istiyor diye düşündüm.
Monica Maron’un gerçek yaşamından da izler taşıyan romanı, akıcı diliyle bir solukta okunan bir eser.
Uçucu Kül / Monica Maron
ALEF
Hazırlayan: Turan HORZUM,
“Okumak istediğiniz ama henüz yazılmamış bir kitap varsa; onu siz yazın.”
Toni Morrison
Okuyucu yazarların nasıl yazdıklarını, kendilerini mi, yaşadıklarını mı, gördüklerini mi yoksa bunların hepsini hayal dünyalarında hep kurduklarını mı sorar ve merak eder. Yazmaya yeni başlayanlar da ünlü yazarların bu hikayelerini mutlaka dinlemek isterler. Yazarlardan yazmak ve yazarlık üzerine sözler, çoğu zaman ilham verici olmakla birlikte bütün iş yine okuyucuda ve yazandadır. Çünkü tavsiye almak, ilham edinmek güzeldir fakat yazının en temel kurallarından birisi de tüm sınırların esneyebileceği, tüm kuralların yıkılabileceğidir. Sonuçta edebiyat kurmacadır ve yazarın yaratıcılığı ile ilgilidir. Bu konuda V. Nabokov şöyle demektedir: “Edebiyat, peşindeki iri, gri kurtla bir çocuğun, bir Taş Devri vadisinden ‘Kurt, kurt!’ çığlıklarıyla koşarak geldiği gün doğmadı; edebiyat, bir çocuğun ‘Kurt, kurt!’ çığlıklarıyla peşinde kurt olmadan koşup geldiği gün doğdu.”
Yine de ünlü yazarlar yazma konusunda onlarca söz söylemişlerdir. Onlardan biri de dünyanın en büyük yazarlarından Ernest Hemingway‘dir. Hemingway yazarlık kariyeri boyunca, yazma hakkında konuşmanın kötü şans getirdiğini, yazdıklarınızı birine göstermenin ya da bundan bahsetmenin kelebeklerin kanatlarında taşıdıkları her neyse onu ve bir şahinin tüylerindeki düzeni sokup atmak gibi, olduğunu savundu. Bu inancına rağmen, yaşamı boyunca hep yapmak istemediği o şeyi yaptı. Hemingway roman ve öykülerinde, editörlere, arkadaşlarına, sanatçı dostlarına ve eleştirmenlere yazdığı mektuplarda sıklıkla yazma konusuna değinmişti.
Larry W. PHILLIPS, bütün bu yazılanları, Hemingway’in söylediklerini titiz bir çalışmayla derliyor ve bir kitap haline getiriyor: Ernest HEMINGWAY, Yazma Üzerine. Bu kitapta yazma sanatı, yazma alışkanlıkları ve disiplin konularında verdiği özel ve faydalı öğütler içermektedir.
Bilgelik, zekâ ve mizah kokan bu yazıları mutlaka okuyun.
Ernest HEMINGWAY, yazma üzerine
Bilgi Yayınevi
Yazma üzerine sözler
“Ahlaklı veya ahlaksız kitap diye bir şey yoktur. İyi yazılmış veya kötü yazılmış kitap vardır. Hepsi bu.” | Oscar Wilde
“Eğer bir yazar olmak istiyorsan, her şeyden çok şu iki şeyi yapman gerekiyor: Çok okumak ve çok yazmak.” | Stephen King
“Yazarın amacı; medeniyetin kendi kendisini yıkmasını önlemektir.” | Albert Camus
“İlhamı bekleyemezsin. Onu sopayla kovalaman gerekir.” | Jack London
“Yazmaktan vazgeçemem. Şunu her zaman anladım ki benim kaderim bir okur ve ileriyi düşünmeden bir yazar olarak hep edebiyata dönük oldu. Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım. Adasında yaşayan Robinson veya Monte Cristo Kontu’ndaki Edmond Dantes olsaydım yazmazdım. 30 yaşına dek, kendi hakkımda yazılanları okudum. Sonra vazgeçtim bundan. Bir kitabım yayımlandığında dostlarım bana yazdığım şeyden söz etmemeleri gerektiğini bilirler. Ben bir kitabı öyle yayımlatırım; sonra da iyi ya da kötü, haklı ya da haksız, eleştirilerden hiç haberim olmaz. Kitabın satışından da. Bu kitabevini ve yayıncıları ilgilendirebilir; ama yazarı değil.” | Jorge Luis Borges
“Gülünç bir hayal olsa da kimsenin söylemediğini söylemek zorunda olduğumuz için yazdığımıza inanırız. Kimsenin söylemediğini söylemek, herkesin söylediğinin tersini söylemek anlamına gelir. Demek ki yazmak, tersini söyleme zevkidir, herkese karşı tek başına olma mutluluğu, düşmanlarını kışkırtma ve dostlarını kızdırma zevki.” | Milan Kundera
Anne baba kütüphanesi
Önyargılardan uzak bir rehber
“Her zaman daha iyisi var ama daha kötüsü de var. Önemli olan iyi tarafından bakabilmek.”
Ebeveynlik, özellikle de annelik, modern dünyada üzerinde en fazla baskı hissedilen rollerden biri haline geldi. Sosyal medya, uzmanların bitmek bilmeyen önerileri ve çevreden gelen eleştiriler, anneleri kendi ebeveynlik becerilerini sorgulamaya itiyor. İşte tam bu noktada Saniye Bencik Kangal’ın Korkma, İyi Bir Annesin kitabı, annelere içlerini rahatlatan, onları yargıdan uzak bir yaklaşımla kucaklayan bir rehber olarak karşımıza çıkıyor.
Bencik, kitabında annelere, ebeveynlik yolculuklarında kendi sezgilerine güvenmeleri gerektiğini hatırlatıyor. Anneliğin standart kalıplara sığdırılamayacağını, her çocuğun farklı bir birey olduğunu ve her annenin kendi yolunu bulmasının önemini vurguluyor. Çocuk büyütme sürecinin inişli çıkışlı bir yolculuk olduğunu kabul ederek, “mükemmel anne” olma baskısını bir kenara bırakmayı öneriyor. Bu yaklaşım, pek çok annenin iç huzurunu bulmasına ve çocuklarıyla daha sağlıklı bir ilişki geliştirmesine yardımcı olabilir.
Kitap, annelere hem teorik bilgiler hem de pratik öneriler sunuyor. Saniye Bencik, çocukların her yaşta farklı ihtiyaçlarının olduğunu açıklarken, annelere kendi kapasitelerine ve çocuklarının bireysel ihtiyaçlarına uygun bir ebeveynlik tarzı geliştirmelerini öneriyor. Ayrıca annelikle ilgili sıklıkla yaşanan suçluluk duygusuna değinerek, bunun normal olduğunu, ancak bu duyguların ebeveynliği şekillendirmesine izin vermemek gerektiğini dile getiriyor. Bu noktada “mükemmel ebeveyn” fikrinin yerine “yeterince iyi anne” olmanın hem çocuk hem de anne için daha sağlıklı bir yaklaşım olduğunu hatırlatıyor.
Saniye Bencik Kangal, kitabında anne-çocuk ilişkisini sadece bir görev değil, aynı zamanda bir bağlanma ve öğrenme süreci olarak ele alıyor. Çocuğa sevgiyle yaklaşmanın, onun ihtiyaçlarını anlamanın ve her şeyden önce anne olarak kendi duygularını fark etmenin ebeveynlikte ne kadar önemli olduğunun altını çiziyor. Kitap, özellikle annelerin toplumsal yargılardan sıyrılıp, kendi annelik stillerine güvenmeleri gerektiğini tekrar tekrar hatırlatarak bir özgüven kaynağı haline geliyor.
Korkma, İyi Bir Annesin, tüm annelere “yalnız değilsiniz” diyen bir ses. Kitap, annelere kendi ebeveynlik yolculuklarında ihtiyaç duydukları özgüveni kazandırırken, çocuklarını sevgiyle büyütme yolunda içlerindeki gücü keşfetmelerini sağlıyor. Eğer annelikte zaman zaman kendinizi yetersiz hissettiğiniz ya da doğrularınızı sorguladığınız anlar yaşıyorsanız, bu kitap sizi yeniden cesaretlendirecek ve anneliğinizi sevgiyle kucaklamanıza yardımcı olacaktır. Unutmayın, sevgi dolu bir anne her zaman iyi bir annedir.
Doç. Dr. Ümüt Arslan
Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın
Psikolog Seray Bingöl
Hikayelerin büyüsü
Gittiğin gün, başına gelebilecek tüm aksilikleri aklımdan geçirmiştim: pasaportunu gözlüklerini kaybedebilirdi, anti-bakteriyel mendilleri tükenebilirdi. Ya da rahibeler söz verdikleri gibi onu karşılayıp okula götürmeyebilirlerdi. Veya şehre indiği ilk gün bankamatikten para çekmek isteyebilir, ama makine para vermeyebilirdi. Veyahut gecen yaz Solva’da olduğu gibi yeni sandaletleri yüzünden ayağı su toplayabilir ve mikrop kapabilir ve doktora zamanında gitmeyebilir ve yara kangrene çevirebilir ve sonunda bacağını kesmek zorunda kalabilirlerdi ya da uçağı kaza yapıp dağların üzerinde bir yerde siyah bir ateş topu halinde patlayabilirdi-fakat oraya gittiğimizde, parlak renkli bir sala sarınmış yaşlı bir adam olayın hiç de öyle olmadığını söyledi. Uçak, ekmek somunu gibi havada ikiye ayrılmış, parçaları da kırıntılar halinde gökyüzünden dökülmüştü.
Carys DAVIES
Kuytu/ yüz yayınları
Yazarın büyüsü
Benim için yazmak devam eden, süregelen, hiç sona ermeyen bir süreç. O yüzden de bir şeyleri deniyorum ve kimi zaman bu denediklerim adeta beni kanatlandırıyor. Kitapta Sibirya’da geçen, “Yoldakiler” adını verdiğim bir öykü var mesela. Bu öyküyü yazarken sanatçıyı şu an hatırlamıyorum ama IX. yüzyıl Rus ressamlarından birinin bir resminden esinlendim. Sibirya’da hiç bulunmadım ama oradaki ortama uygun olarak yazmaya çalıştım. Elimden gelen en iyi şekilde bağlantıları kurmaya çalıştım. Eşimle birlikte arabamızda, yolu bulmaya çalışırken yaşadıklarımızı da bu öyküye yansıtmaya çalıştım. Ama elbette ki yazıda, ne olacağını önceden düşünmeye ya da kurmaya çalıştığımda o öykü ilerlemiyor, olmuyor. Biraz kendimi de aslında şaşırtmam gerekiyor bu noktada.
CARYS DAVIES