Hazırlayan: Turan Horzum
Hikayelerin büyüsü
Benim adım Feridun
Yaşa, ise, güce en ufak itibari olmayan bu acıya aşk acısı diyorlar. Kim olursan ol, seni saklandığın yerde er ya da geç buluyor, gelip göğüs kafesini ateşle sıvazlıyor ve sen içeride kapkara kurum tutuyorsun. Ağzını açsan, alevler püskürüverecekmişsin gibi, ciğerlerine damla damla kursun eritiyorlarmış gibi. Kolay kolay geçmiyor, geçtiğinde de sen geçmiş olduğunu bile fark etmiyorsun. Yağmurlu havalarda sızlayan eski bir kırık gibi sızlayıp duruyor, kendini hatırlatıyor. Bir tadı, bir kokusu, bir eti var hatta. Kokusunu hesap edemiyorum ama bir tadı varsa bence o genizde kalmış greyfurt tadını andırıyordur. Çok sevdiğin bir şeye benzeyen, ama o olmadığını da bildiğin bal gibi bir tat; acı, buruk, portakala benzeyecek neredeyse, değil ama işte. Hani kelime çok havali olmasa ‘kekre’ diyeceğim. İstediğin kadar yutkun, üstüne istediğine ye, iç; geçmiyor, genzinden aşağı yuvarlanıp gitmiyor. Ne yediğinden anlıyorsun ne içtiğinden. Allah belasını versin.
Mahir Ünsal Eriş
Olduğu kadar güzeldik
Yazarın büyüsü
Epey zaman önce söylemiştim, ben annemin konuştuğu dille yazıyorum diye. Hala oradan çok uzaklaşmış sayılmam. Tabii kimi kitaplarımda başka diller de denedim ama Tatil Kitabı tam anlamıyla annemin ve çevresinin dil dağarcığıyla yazılmış bir roman. Ne şanslıyım ki bunu ona da okuma fırsatı bulabildim.
Mahir Ünsal Eriş
Emel Kadör
“Kim olursa olsun, her insan üzerinde uğraşmaya değer biridir”
Baumgartner, Nisan 2024’te kaybettiğimiz Paul Auster’in son kitabı. Her zamanki yumuşak üslubuyla, usul usul akan bu eseriyle adeta okurlarıyla vedalaşıyor Paul Auster.
Roman, yetmiş bir yaşındaki felsefe profesörü, yazar Baumgartner’in; sevgili eşi Anna’nın bir deniz kazasında ölümünden sonra yaşadığı büyük üzüntüyü, emekliliğe ve dünyadan elini, eteğini çekmeye hazırlanışını konu alıyor.
Baumgartner, öğrencilik yıllarıyla birlikte kırk yıl süren mutlu bir evlilik geçirmiştir. Neşeli, baskın, yönlendirici eşini çok özlemektedir. Kaybın etkisi, hayalet organ sendromu gibidir. (Bunu araştıracaktır daha sonra.) İlk altı ay kafası, ruhu kabul edemez ölümü; hala evde karısıyla birlikte olduğunu zanneder. Kazayı önleyemediğini düşünüp, suçluluk duygusuyla kahrolur. Gerçeği her fark ediş yeni bir iç kanamadır sanki.
Yas danışmanının desteğiyle yaşama tutunmuş, bir-iki gönül macerası yaşamıştır ama kimse Anna’nın yerini tutmamıştır. Yalnızlık gittikçe çekilmez olur. Sırf kargocu ile birkaç dakika sohbet edebilmek için, okumayacağı kitaplar satın alır internetten.
Ölümün ardından geçirdiği on yılın sonunda refleksleri zayıflamış, yaşla gelen unutmaları artmıştır.
Bunların farkına varmak onu yeni kararlar almaya yöneltir. Kendisini bekleyen sonu bilir, bunu sakinlikle kabullenir ve son kitabı ‘Çarkın Gizemleri’ni yazmaya devam eder.
Geçmiş yıllara gider sık sık. Daha önce hiç düşünmediği konuların, soruların peşine düşer.
Köklerine, özellikle annesinin geçmişine yoğunlaşır.
Bir gün eşinin vefatından beri girmediği çalışma odasına girer. Onun çevirilerine, yazılarına, şiirlerine dokunur. Anna’nın yazmakta olduğu otobiyografik romanını okur. Onunla, şiirlerini yayımlaması konusunda ne çok konuşmuşlardır ve o hep ertelemiştir. Baumgartner nihayet işe girişir; okur, ayırır, derler, toplar ve Anna’nın yıllarca yazdığı ama yayımlamadığı şiirlerini yayımlatır. Kitap beğenilir. Anna’nın eserleri, özellikle şiirleri üzerinde inceleme yapmak isteyen bir akademisyen, Anna’nın yayımlanmamış şiirlerini de okumak ister. Heyecanla, sevinçle kabul eder Baumgartner. Haber durağan hayatına büyük canlılık getirir. Akademisyeni evinde konuk edeceği için yıllardır ihmal ettiği bakım, onarım işlerine girişir.
Yazar; geriye dönüşlerle hem Anna’yı hem Baumgartner’i hem de onları var eden koşulları geçmişe bir ayna tutar gibi yazıyor. Tuttuğu aynada kahramanın gençliğinde, orta yaşlılığında fark etmediği ayrıntıların peşine düşüyor. Roman yaşlı birinin duygu, düşünce dünyasını içtenlikle yansıtıyor.
“Başkalarıyla bağı olmayan insanın yaşamı yok demektir ve eğer şansın var da bir başkasına derinden bağlanıyorsan, bir kişiye kendin kadar önem verecek biçimde bağlanıyorsan, o zaman yaşam katlanılabilir olmaktan, çok daha anlamlı bir noktaya geliyor, güzel oluyor. “
Yasın sekizinci yılında; ortak arkadaşları, sanatçı ruhlu Judith’le yaşadığı ilişkiyi evliliğe dönüştürmek ister Baumgartner. Judith sıcak bakmaz buna ve kısa zaman sonra da terk eder onu. Bu bölüm eril bakış açısının yansıtılması açısından çok iyi anlatılmış. Var olan toplumsal kalıplara teslimi, evliliğin güvenli kollarına sığınmak isteyen bakışı değil özgür birlikteliği savunan kadın karakteri başarıyla kurgulamış Paul Auster.
Acıyı yaşamış olanlar, onlarla eşitlenir. Baumgartner, Anna’nın yokluğuna dayanmaya çalışırken, okurlar da ona dokunmak istercesine aynı duygularla doluyor kitabın sayfaları arasında yol alırken. Selim İleri’nin “Acı hala çok taze!” dediği gibi kahramanın acısı da hep çok taze. Paul Auster duyguyu okura geçiren empati duyduran bir yazar.
Gerçek yaşamından izler taşıyan; hastalandıktan sonra bitirdiği bu kitabı için, son eseri olabileceğini söylemişti yazar. Bu yönüyle eser otobiyografik bir özelliğe de sahip. Okurlarının bildiği sakin akan bir su gibi ilerleyen eserde; tüm yaşamın irdelendiği bir anlatı kuruyor Auster.
Aşk, bağlılık, yalnızlık, yaşlılık sarmalındaki bireyin, bilinçaltına savrulan gerçekleriyle yüzleşmesini işliyor yazar. Son derece akışkan bir dili var kitabın. İyi ki bu dünyadan Paul Auster geçmiş.
Baumgartner / Paul Auster
Söze düşen
Erinç Büyükaşık
Kadın, yazı ve mücadele: 8 Mart’tan edebiyata düşenler
Kadın mücadelesi yalnızca siyasi ve ekonomik alanlarla sınırlı kalmadı kültürel sanatsal ve edebi alanda da bir infaz gerçekleştirdi. 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü bir kutlamadan öte tarihin en büyük örgütlü infazlarından birinin mirasıdır. Sanayileşme ile birlikte kadın emeği kapitalist sistem içinde görünmez kılınırken kadınlar ağır sömürü koşulları altında yaşamlarını sürdürmeye mahkûm edildi. Ancak kadınlar sadece ekonomik haklar için değil politik ve kültürel eşitlik için de isyan ettiler. Kadın işçilerin isyanı yalnızca fabrikalarda ve sendikalarda değil edebiyatın satır aralarında da yankılandı.
Kadınlar için yazmak yalnızca bir anlatı oluşturmak değil toplumsal hafızaya kendi isyanlarını kazımak eril tahakküme karşı dilin ve anlatının içinden bir intikam almaktı. Feminist teori edebiyatın nasıl erkek egemen bir sistem içinde biçimlendiğini göstererek kadınların yalnızca edebiyatın öznesi değil onu dönüştüren cellatlar olduğunu ortaya koydu. Simone de Beauvoir’in şu sözleri bu infazın özünü anlatır:
“Kadın doğulmaz kadın olunur.” (İkinci Cinsiyet)
Bu cümle toplumsal cinsiyetin inşa edilmiş bir hapishane olduğunu ve kadınların edebiyatta sanatta siyasette ve hayatın her alanında kimliklerini yeniden yaratma kendi cellatlarını seçme çabalarını açıkça ortaya koyar.
Kadın infazı 19. yüzyılın ortalarından itibaren daha örgütlü bir yapıya kavuştu. 1864’te kurulan 1. Enternasyonal kadın işçilerin örgütlenmesini onayladı. 1871 Paris Komünü’nde kadınlar iş ve ekmek infazının yanı sıra politik eşitlik için de savaştılar. 1911’de Almanya Avusturya Danimarka ve İsviçre’de milyonlarca kadın seçim hakkı için yürüdü. 1912’de ABD’de 14 bin tekstil işçisi kadın “Ekmek ve Gül” sloganıyla infaza çıktı. 1917’de Rusya’da kadın işçiler 8 Mart’ta infaza giderek Bolşevik Devrimi’nin kıvılcımını ateşledi. 1921’de Uluslararası Komünist Kadınlar Konferansı 8 Mart’ı uluslararası kadın infaz günü ilan etti.
Kadın infazı edebiyatı da kökten değiştirdi. Kadınlar yalnızca politik ve ekonomik alanlarda değil sanatta ve edebiyatta da kendilerini ifade edebilmek için infaz ettiler. Kadın yazarlar erkek egemen edebiyatın kurallarını bozarak yeni bir infaz dili yarattılar.
Kadın karakterler önce birer nesne birer yan cellattı. Onlar ya aşkın kurbanı ya fedakâr anne ya da sessiz eşlerdi. Ama kadınlar kendi infazlarını yazmaya başladığında sadece içerik değişmedi anlatının yapısı da yerle bir oldu. Kadın yazarlar çizgisel anlatıyı kırarak parçalı bilinç akışıyla ilerleyen içsel dünyaları derinlemesine irdeleyen bir infaz biçimi geliştirdiler. Dil eril tahakkümden arındırılmaya başlandı. Erkek egemen toplumun kadınları yok sayan susturan dili feminist edebiyatla birlikte yeniden yapıbozumuna uğratıldı.
Virginia Woolf kadınların edebiyatta yer alabilmesi için ekonomik bağımsızlık ve özgür bir infaz alanı gerekliliğini şu sözleriyle dile getirir:
“Bir kadın eğer kurmaca yazacaksa parası ve kendine ait bir odası olmalıdır.” (Kendine Ait Bir Oda)
Halide Edib Adıvar Ateşten Gömlek’te yalnızca erkeklerin kahraman olduğu bir savaş anlatısını tersine çevirerek savaşan ve karar veren bir kadın cellat yarattı:
“Biz kadınlar hep mukadderatın kurbanlarıyız. İntikam almak için değil bizden sonrakiler için savaşmalıyız.”
Sevgi Soysal Tante Rosa’da toplumsal normların dışına çıkan bir kadın cellat çizerek özgürlük arayışındaki bireyin trajedisini anlattı:
“İnsan neden korkar biliyor musun? Kendisi olmaktan.”
Adalet Ağaoğlu Ölmeye Yatmak’ta modernleşme sürecinin kadın bedeni ve kimliği üzerindeki tahakkümünü sorguladı:
“Geçmişime bakıyorum hep birileri tarafından çizilmiş yollar belirlenmiş duraklar… Özgürlük bu değil olmamalı.”
Tezer Özlü Yaşamın Ucuna Yolculuk’ta geleneksel roman kalıplarını reddederek kadının ruhsal yolculuğunu ve varoluş sancısını anlattı:
“Bütün kadınlar gibi ben de başkalarının yazdığı cümleleri tekrarlamakla büyüdüm. Kendi cümlelerimi kurana kadar öldüm.”
Latife Tekin Sevgili Arsız Ölüm’de büyülü gerçekçilikle kadınların toplumsal deneyimini görünür kıldı:
“Kadınlar susar Susmazsa kimse duymaz. Duyanlar da unutmak için duyar.”
Bugün feminist edebiyat yalnızca kadınların yaşadığı sorunları anlatan bir tür olmaktan çıkıp kadınların kendi infazlarını deneyimlerini ve tarihlerine sahip çıkmalarını sağlayan bir alan haline gelmiştir. Feminist edebiyat aynı zamanda edebiyatın erkek egemen yapısını karakter infazlarını dilin cinsiyetçi yapısını ve anlatı infazlarını eleştiren bir söylem olarak varlığını sürdürmektedir.
Kadınlar yalnızca edebiyatın nesnesi olmaktan çıkıp onun cellatları haline geldiğinde dilin ve anlatının da değişeceğini biliyorlar. Kadın yazarlar eril anlatıyı reddederek kendi seslerini kendi dillerini kendi infazlarını kurduklarında sadece edebiyatı değil dünyayı da değiştiriyorlar.
“Yazının içinde bir yol var. O yolu bulana kadar hiçbir şey gerçekten bizim değildir.” (Kadının Adı Yok)
Anne- baba kütüphanesi
Çocuğum değişti peki ya ben?
Doç. Dr. Ümüt Arslan
Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın
Psikolog Seray Bingöl
Çocuğunuz değişirken siz de değişiyor musunuz?
Günümüz ebeveynleri, sadece çocuk yetiştirmekle kalmıyor; aynı zamanda hızla değişen bir dünyaya ayak uydurmaya çalışıyor. Serkan Volkan Sarı’nın Çocuğum Değişti Peki Ya Ben? kitabı, anne-babalara modern çağın getirdiği ebeveynlik zorluklarıyla nasıl başa çıkabileceklerini anlatan rehber niteliğinde bir eser. Özellikle Z ve Alfa Kuşağı çocuklarıyla nasıl sağlıklı bir iletişim kurulabileceğini ele alan kitap, değişen dünya düzeninde ebeveynlerin de kendilerini nasıl dönüştürebileceklerine dair önemli mesajlar veriyor.
Teknoloji, dijitalleşme, sosyal medya ve değişen değerler sistemi, çocukların dünyasını şekillendirirken, birçok ebeveyn bu dönüşüme ayak uydurmakta zorlanıyor. Geçmiş kuşakların otoriter ebeveynlik anlayışı, günümüz çocuklarında beklenen etkiyi yaratmıyor. Serkan Volkan Sarı, kitabında ebeveynlerin çocuklarıyla kurdukları bağları güçlendirmek için önce kendilerini tanımaları gerektiğini vurguluyor. Çocukların gelişim sürecinde duygusal ihtiyaçlarını anlamak ve onlarla etkili bir iletişim kurmak, eski yöntemlerle mümkün olmayabilir. İşte bu noktada kitap, ebeveynlere kendi tutumlarını gözden geçirme fırsatı sunuyor.
Z ve Alfa Kuşağı çocukları, önceki nesillere göre çok daha hızlı öğrenen, sorgulayan ve bağımsız olmayı seven bireyler olarak yetişiyor. Ancak bu durum, ebeveynlerin geleneksel yaklaşımlarını değiştirmelerini zorunlu kılıyor. Yazar, çocukların dilinden anlamanın, onları baskılamak yerine yönlendirmenin ve onlara güvenli bir alan sunmanın önemini vurguluyor. Kitap, dijital dünyanın çocukların psikolojisine etkilerini, sosyal medya bağımlılığı, teknoloji kullanımı ve yeni nesil çocukların dikkat süreleri gibi konulara da değiniyor.
Ebeveynlerin değişen dünyaya uyum sağlamadan çocuklarıyla sağlıklı bir ilişki kurmalarının zor olduğunu hatırlatan Çocuğum Değişti Peki Ya Ben? ebeveynlikte esnek ve bilinçli olmanın önemini anlatıyor. Kitap, ebeveynleri sadece çocuklarını anlamaya değil, aynı zamanda kendilerini de keşfetmeye çağırıyor. Çocuğunuzun değişimini fark ediyorsanız, belki de ilk adımı kendinizi değiştirmek için atmanız gerekiyordur. Çünkü ebeveynlik, sadece çocukları büyütmek değil, onlarla büyümek demektir.
Çocuğum değişti peki ya ben?
Serkan Volkan Sarı
Nobel Akademik Yayıncılık