Edwin Baker, ABD’de medya yoğunlaşmasını eleştirdiği kitabında “insanlar yoğunlaşmış bir medya sahipliğinin kötü bir şey olduğunun farkında ama neden kötü olduğuna dair pek fazla kafa yormuyorlar” eleştirisinin üzerinden 16 yıl geçti.
Türkiye gibi medya sahipleri ile iktidar arası ilişkilerin yakın olduğu, medyanın başka ekonomik getiriler için araçsallaştırıldığı ülkelerde bunun sonuçları açık biçimde görülebiliyor. Ancak diyor Baker, bir tehlike daha var o da bu koşullarda oluşan piyasa dinamiğinin basına ve de dolayısıyla demokrasiye verdiği zarar. Başka türlü ifade edecek olursak sanılanın aksine özgür ve demokratik bir ülke için devletin basının üzerinden elini çekmesine değil, aksine özel çıkarlara, örneğin reklama, bağımlılığın risklerini azaltmak için devletin basını korumasına ihtiyaç var.
Bu topraklarda basının ortaya çıkmasından bugüne özgür düşünce ve haber alma hakkı sahipler üzerinden kontrol edilmeye çalışıldı. Gazeteciliğin bir meslek olarak kabul edilmesi görece geç bir zamana denk gelir. Bununla birlikte başlangıcından itibaren çok uzun yıllar gazete sahiplerinin aynı zamanda gazetenin çizgisini belirleyen yazar ve siyasetçiler olduğunu unutmamak gerek. Bu durum yalnızca bu ülkeye özgü olmamakla birlikte siyaset ve basın arasındaki mesafenin sık sık aşılması, hatta gazeteciliğin kimi zaman siyaset için bir basamak olarak görülmesi sorunlarını yarattı.
Ancak yine de medya sahipliği özelinde en büyük kırılmanın neoliberal sisteme eklemlenme amacı taşıyan 24 Ocak kararları ve sosyal ve siyasal ortamı buna uygun hale getirmek için yapılan darbenin büyük bir kırılma yarattığını belirtmek gerek. Bir örnekle kıyaslamak gerekirse 1970’te Nazmiye Demirel hakkında Günaydın gazetesinde gazetecilik etiğini aşan bir haber dilenen özürle telafi edilemeyince iktidar ve Simavi Ailesi arasında gerilime neden olmuş, Demirel iki yıl boyunca yolsuzluk haberleriyle uğraşmak zorunda kalmıştı. 1989’da Özal’ın davetiyle gazete patronlarının buluştuğu Harbiye Orduevindeki yemekte Erol Simavi başbakana “Turgut Bey sen de aracılık yap. Sana da yüzde on verelim. Seçim geliyor paraya ihtiyacın vardır” diyebilecek kadar pervasızdı. Nitekim bu dönemde Simavi ve Karacan aileleri de tutunamayacak, başka alanlardan gelen yeni sahiplerin de paraya ihtiyacı olduğu için gazeteler bir araç haline gelecek, okuyucu kaybettikçe agresif yöntemlere başvuracak, televizyonlar kuracak en nihayetinde olan gazeteciliğe olacaktır. Ertuğrul Özkök’ün ‘veciz’ deyimiyle Abdi İpekçi ve Uğur Mumcu gazeteciliği müzeye kaldırılacak, yaşam tarzı haberleri, magazin öne çıkacak, Aydın Doğan’la kavganın sonucu ortaya dökülen Deniz Feneri yolsuzluk dosyası yüklü bir vergi cezasıyla halledilecek, gazete cezanın ardından yayın politikasını hemen değiştirecektir.
Medya sahiplerinin yalnızca iktidar ve muhalefet partileriyle değil, bir dönem esas iktidar kabul edilen orduyla ilişkilerinin nelere yol açtığını 90’lardaki savaş ortamında, Sivas Katliamında, ölüm oruçları sürecinde yeterince gördük, bir dönem vesayetin aşılması için özellikle Fethullah Gülen Cemaati medyasının eliyle “üretilmiş” haberlerde de… AKP medyayı dönüştürmenin yolunu vergi cezaları ve kendi eliyle yeni bir ana akım medya yaratmakta buldu. Medya sahibi sermayedarların hangi ihalelerle zenginleştiğini tekrar etmeye gerek yok. Burada esas soru bu dönüşümün nasıl bu kadar kolay gerçekleşebildiği ve değersizleşen gazeteciliğin nasıl kurtarılacağı olmalı.
Muhalefet partileri seçim döneminde sık sık medya sahiplerinin başka iş yapamadığı eski düzene dönüşü vaat ediyorlar. Keşke olsa ancak yeni dijital dünyada medyanın dönüşümü göz önüne alındığında neyin medyadan farklı bir iş kolu olduğunu ayırt etmek giderek zorlaşıyor. Yunanistan 90’larda medya sahiplerinin kamu ihalelerine girişine engel koydu ancak AB yatırım özgürlüğünün kısıtlanacağı gerekçesiyle reddetti. Kaldı ki dünyanın pek çok yerinde medya sahiplerinin aynı zamanda başka alanlarda yatırımları var. Medyaya kimin sahip olacağını belirlemektense sahip olanın uymak zorunda kalacağı kuralları uygulamak uymayanlar için etkili tedbirler almak şu an için daha elzem. Gazeteciler örgütsüz, örgütlenenler Anayasaya ve iş kanunlarına rağmen işten atılıyor. Gazetecilere uygulanmak zorunda olan 5953 sayılı (212 diye bilinir) Basın İş Kanunu pek çok yerde uygulanmıyor. Örgütsüzlük ve güvencesizlik gazetecileri ve gazeteciliği patronlar karşısında kırılgan bir konuma sürüklüyor. Bu yalnızca AKP medyası için değil, muhalefeti temsil eden medya için de geçerli.
Gazeteciliği iktidar ve patronlara karşı koruyabilecek bir başka mekanizma; düzenleyici kurumlar. Basın İlan Kurumu bağımsız değil, kamuya ait ilanları havuç ve sopa olarak kullanıyor. RTÜK üyeleri siyasi parti gruplarının üye sayısı oranında belirleniyor, bu durum belirli kanalların kayırılması, bazılarınınsa sistemli cezaya tabi tutulmasıyla sonuçlanıyor. Düzenleyici kurumların siyasi iktidarla ilişkisi kesilmeden işlevini yerine getirmesi olanaksız. Yeni bir medya düzenini inşa etmek için basın örgütleri, sendikalar ve okuyucuların da dâhil edildiği katılımcı bir politika üretim sürecine ihtiyaç var. Bu olmadan “ifade, örgütlenme ve basın özgürlüğü koşulsuz güvence altına alınacaktır” taahhüdü tek başına bir şey ifade etmiyor.