Hem Türkiye’de hem de dünyada göçmen sayısının artışına şahit olmakla birlikte çeşitli toplumsal ve politik olayların göçmenler üzerindeki etkilerinin önem kazandığı bir döneme doğru ilerliyoruz. Aynı zamanda göçmenler üzerinden yürütülen siyaset de toplumsal açıdan önemli bir konuma evriliyor.

Küresel ekonomik düzendeki istikrarsızlık, bölgesel çatışmalar, uluslararası gerilimler ve başkaca faktörler dolayısıyla dünya çeşitli değişimlere gebe. Avrupa’da aşırı sağın yükselişinin ardında göçmen karşıtı söylemler önemli bir yer tutuyor.  Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri ve ardından yapılan Fransa’daki seçimler bu söylemlerin toplumsal tabanda şu ya da bu şekilde karşılık bulduğunu gösteriyor.

Ülkelerine savaş ekilen ve bulundukları toprakları terk etmek zorunda bırakılan milyonlarca insan Avrupa’ya gidebilmenin hayaliyle yollara düşüyor. Ancak Avrupa’da yükselen göçmen karşıtlığı ve Avrupa ülkelerinde siyasetin tepesine yerleşmekte olan göçmen karşıtı politikacılar durumun gelecekte zorlaşabileceğine de işaret ediyor.

Türkiye, büyük çoğunluğu Suriye’den gelenler olmak üzere milyonlarca göçmene kapılarını açmış durumda. Göçmenlere yönelik nefret söylemleri Türkiye’de de kendine yer buluyor. Kayseri’de başlayan ve farklı illere yayılan göçmenlere yönelik saldırılar yeni bir eşiği aştığımızı gösteriyor.

Geçtiğimiz hafta, Fikir Gazetesi’nde gazeteci-yazar Ercüment Akdeniz ile konuya dair bir söyleşi gerçekleştirmiştik. Bu yakıcı sorunu ele almaya ve çözüm olasılıklarına dair sorular sormaya devam ediyoruz. Bu söyleşide Prof. Dr. Cem Terzi ile göçmen sayısındaki artışı, yükselen sağ hareketleri ve göçmen sorununu ele aldık.

Habere ulaşmak için buraya tıklayınız

Göç meselesindeki asıl sorun savaşlardır

Çeşitli nedenlerle Türkiye’de ve dünyada göçmen sayısının artışına şahit oluyoruz. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Dünya genelinde bir “göçmen sorunu”ndan söz edebilir miyiz?

Göç meselesi ile ilgili en temel gerçek asıl sorunun göç değil savaşlar olduğunu anlamaktır. Savaş, kapitalist üretim ilişkilerinin sonucunda ortaya çıkan ve küresel emperyalizme içkin bir olgu olarak sürekli yeniden üretilen olağan dışı bir durumdur. İnsan eliyle üretilir ve çok geniş kitleleri etkileyerek doğa ve insanlar üzerinde onarılması imkânsız tahribatlar yaratır. İnsan her zaman göç etmiştir, bu yeni bir şey değildir. Tarih bize göçün çok kültürlü toplumların oluşmasını sağladığını göstermektedir. Yan yana yaşayan çok sayıda kültürlerin olması mümkündür. Göçü siyasi ve sosyal olarak kontrol edilemez hâle getiren ve bir trajediye dönüştüren savaşlardır. Bugün yaşanan göçün temel kaynağı, yıllardır Ortadoğu’da, Afrika’da, Asya’da süren ve son olarak da Suriye’de, Ukrayna’da büyüyen savaşlar ve Gazze’de yaşanan soykırıma varan İsrail saldırganlığı yüzünden yerinden edilmiş milyonlarca insandır. Afganistan 10 yıldan uzun süre ekonomik ve politik kargaşa içindedir ve sürekli göç vermektedir.

Uluslararası Göç Örgütü 1 milyardan fazla göçmen olduğunu tahmin ediyor. Küresel olarak her 7 kişiden biri göçmen durumunda. Bu kişilerin dörtte biri uluslararası göçmen iken dörtte üçü de iç göçmen. Uluslararası göçmenler dünya nüfusunun yüzde 3-4’ünü oluşturuyor.

Birleşmiş Milletler’e (BM) göre yerinden zorla edilmiş insan sayısı yaklaşık 70 milyona ulaştı. Bugün yeryüzünde her 122 kişiden biri yerinden zorla edilmiş durumda. Bu rakama iklim değişikliği nedeni ile göç eden yaklaşık 20 milyon kişi dahil değildir. Bu insanların 10 milyonu vatansız (hiçbir ülke tarafından kabul edilmeyen) durumundadır.

Varsıl ve yoksul ülkeler arasındaki büyük ekonomik eşitsizlik, demografik dengesizlikler, küresel kuzeyde doğurganlığın düşük olması ve sürekli iş gücü açığı olması, oysa küresel güneyde iş gücü fazlası oluşması göçü iten ve çeken faktörler olarak öne çıkmaktadır. Küreselleşme, vahşi neoliberal ekonomik programların yıkıcı sonuçları, savaş ve çatışmalar ve yeni bir büyük tehlike iklim değişikliği bu durumun temel sorumlusu. Şu çok açık olarak anlaşılmalıdır: Dünyaya dayatılan Batı ve gerisi şeklindeki ekonomi-politik anlayış, bugün Afrika ve Ortadoğu’da yaşanan kargaşa ve vahşetin sebebidir ve mülteci krizi bu gerçeklikle ele alınmak zorundadır. Neoliberal kapitalizm, küresel güney ile kuzey arasındaki eşitsizliği çok ciddi biçimde arttırmış, küresel güneyin toplumsal yapılarını çok kırılgan hâle getirmiştir. Çok farklı coğrafyalardan, ülkelerden ve etnik kökenden insanlar çaresizlik yüzünden daha iyi bir hayatı Avrupa’da aramaktadırlar.

Göçmenlere karşı bir savaş yürütülüyor

Avrupa genelinde göçmen karşıtlığı yükselişe geçmiş görünüyor. Bu bağlamda yükselen sağ popülist hareketler de göçmen karşıtlığını bir araç olarak kullanıyorlar. Avrupa’daki göçmen sorununa dair neler söylersiniz?

Merkez kapitalist ülkeler mültecilerin sadece yüzde 14’üne ev sahipliği yaparken, mültecilerin yüzde 86’sı geri kalmış ve gelişmekte olan komşu ülkelerde; en çok da Türkiye’de bulunmaktadır. Avrupa ülkelerindeki (Fransa, Hollanda, Avusturya, İtalya, İspanya ve Birleşik Krallık) hükümetler, mültecileri öncelikle ekonomik bir külfet olarak görüyorlar. Mültecileri suçlu ya da yasadışılıkla yaftalıyorlar.  

Günümüzde Avrupa ülkeleri, göçmenleri göçten vazgeçirmeye yönelik kaynak ülke ve bölgelerde bazı siyasi ve ekonomik tedbirler almaktadır.  Bu yaklaşımın başarısızlığını ortada olmasına rağmen ısrarla sürdürülmektedir. Öte yandan bu ülkeler kendi sınırlarını askeri önlemlerle korumaya çalışmaktadır. Avrupa, göçü tamamen güvenlik konsepti ile ele almaya çalışmaktadır.

Göç, bugün Batı devletlerinde en önemli güvenlik sorunu olarak görülüyor. Göçmenler, işsizlik, şiddet, güvensizlik, uyuşturucu trafiği ve insan kaçakçılığı gibi sorunlardan sorumlu kişiler olarak kriminalize ediyorlar. İnsanların göçmenlerden korkması sağlanmış durumda.

Politikacılar ırkçı söylemlerle yabancı düşmanlığı körüklüyor. Kapitalizmin yarattığı, sosyopolitik yapının ürettiği yapısal sorunlar ile yüzleşmek yerine problemler göçmenlere bağlanıyor. Yeni sağ siyasetin ana popülist yöntemi göçmen düşmanlığı hâline gelmiştir. Göçmenlerle ilgili sorunlar, aslında o ülkenin vatandaşları için de geçerli olan, yoksulluk, işsizlik, ayrımcılık, yabancı düşmanlığı, farklılık korkusu, milliyetçilik ve ırkçılık gibi yapısal sorunlardır.

Ulus devletlerin ekonomik çöküşü, merkez kapitalist ülkelerde ortaya çıkan endüstrisizleşme ve küreselleşmenin doğurduğu yapısal sorunları, örtmek için göçmenlerin tehdit oluşturduğu algısı yaratılmıştır. Birlik ve bütünlüğü göçmenler tehdit ediyor, refah onlar tarafından sömürülüyor gibi söylemler aşırı sağ partilerin yükselmesi ile sonuçlanmaktadır. Bu partilerdeki kültür, etnik köken ve din açısından farklı aidiyetleri dışlayan milliyetçi düşünce yapısı, bir çeşit yeni ırkçılığa dönüşmüş durumda. Göçmenleri toplumun kültürünü bozan, kaynaklarını baltalayan, iş olanaklarını çalan, iç düşman olarak hatta teröristler olarak adlandırıyorlar. Göçmelere karşı bir savaş yürütülüyor.

Birlikte yaşamanın asıl engeli kapitalizmin yapısal sorunlarıdır

Göçmenler gittikleri ülkelerde çeşitli ayrımcılıklara maruz bırakılıyor, hak ihlâlleriyle karşı karşıya kalıyor, ucuz iş gücü olarak çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Göçmenlerin siyasal alanda taleplerini yükseltemediklerini de görüyoruz. Bu bağlamda nasıl bir mücadele hattı örülmelidir?

Göçmenlerin toplumsal entegrasyonunda büyük başarısızlıklar yaşanmaktadır. Göçmenler çoğu kez meşru siyasal alanlarda temsil edilmezler. Pek çok göçmen kendi etnik, kültürel ve dini kimliklerine kapanarak bir korunma geliştirmeye çalışmaktadır. Yaşadıkları yoksulluk, işsizlik, eğitimsizlik ve sistematik ırkçılık onları içe kapanmaya yönlendirmektedir. Afganistan, Irak ve Suriye iç savaşlarında Batı ülkeleri büyük rol oynadılar. Bu ülkeler işgal edildi. Bu bölgeler siyasi ve ekonomik olarak istikrarsızlaştırıldı. Yaratılan iktidar boşluğu El Kaide ve IŞID gibi terör örgütleri tarafından ikame edildi. Bu örgütler Avrupa ülkelerinde sivilleri hedef alan terör eylemlerinde bulundular. Bu eylemlerde Avrupa’da doğup büyüyen Müslüman gençlerin yer alması sosyal entegrasyon programlarının başarısızlığını göstermektedir.

Göçmenlerle birlikte yaşamaya asıl engelin kapitalizmin yapısal sorunları olduğu bilinmek zorundadır. Bu aşılmadan ortak aidiyet duygusu geliştirmek imkânsızdır. Asimilasyon yani göçmenlerin kendi dil ve kültürlerini unutması işe yaramamaktadır. Göçmenleri toplumun merkezine, siyasi hayata katılımlarını sağlamak için çaba gösterilmelidir.

Sosyal devlet hem vatandaşlar ve hem de göçmenler için eşitlik ve adaleti sağlamak üzere etkin biçimde yer almak zorunda. Yükselen ırkçı siyasetin tam tersi insan haklarına dayalı radikal demokratikleşme adımları atılmadığı sürece göçmen sorunu çözülemez. Sol siyasete büyük görev düşüyor.

Meselenin Türkiye boyutunda da benzer durumlar yaşanıyor. Türkiye’de iktidar da muhalefet de göçmenleri geri göndermek üzerine bir politik söyleme sahip. Ancak bu söylem iktidarın işine daha çok yarıyor görünüyor. Muhalefetin bu bağlamda nasıl bir yol hattı inşa etmesi gerekiyor?

Muhalefet partileri özellikle seçim dönemlerinde, açık bir ayrımcı dil kullanarak, temel insan haklarını çiğneyerek hatta zaman zaman nefret suçu işleyerek, Suriyelileri hedef gösteren, olumsuz ön yargıları pekiştiren açıklamalar yapmakta ve nefret söyleminin tepeden aşağı doğru yayılmasına sebep olmaktadırlar. Toplumsal kutuplaşma, tartışma imkânını önlüyor. Siyasi partiler etnik, mezhepsel ve kültürel kimlikler üzerinden ayrışan tabanlarına dönük siyaset üretiyorlar ki bu çok yanlış. Toplumun ve mültecilerin gerçek ihtiyaçlarını gözeten yok. Muhalefet mülteci konusunu AKP’nin hatası olarak görüyor.

İktidarın Esad karşıtı silahlı Sünni muhaliflere destek sağlanmasını, en azından 2014’e kadar IŞID’e ılımlı yaklaşan ideolojik politikasını yanlış̧ buluyorlar. Topluma bunları anlatmak yerine, mülteci karşıtı bir pozisyon almaları, hatta nefret söylemi üretmeleri çok büyük bir hata. Bütün partiler, mülteci meselesine insan hakları temelli yaklaşmak zorunda. Partilerin bu amaçla İnsan Hakları örgütleri ile çalışmaları yararlı olabilir. Hükümetle olan ideolojik temelli farklılıklar mültecilere insani yaklaşımın önünde bir engel olmamalı.

Geri kabul anlaşması utanç vericidir

Avrupa Birliği (AB) ile Türkiye arasında 2016 yılında yürürlüğe giren bir “Geri Kabul Anlaşması” var. Bu anlaşma fazlasıyla eleştiriliyor. Anlaşmayı nasıl değerlendirmeliyiz?

Avrupa Birliği (AB)-Türkiye Geri Kabul Anlaşması aslında resmi bir insan kaçakçılığı anlaşmasıdır. Avrupa ülkeleri sınırları kapatarak, karadan geçişleri engelleyerek mültecileri denize; ölüm yolculuğuna itti. İnsanların denizlerde ölmeleri yetmedi bu anlaşma ile mültecilerin yaşam umutları ellerinden alındı. Bu anlaşma tarihe bir utanç anlaşması olarak geçmiştir. Anlaşmanın imzalandığı tarihte Türkiye’de yaklaşık 2 milyon Suriyeli mülteci vardı ve pek çoğu Balkanlar üzerinden Avrupa’ya geçmeye çalışıyordu. Anlaşma ile Türkiye’nin mültecileri AB sınırları dışında tutacak bir tampon ülke; bir açık hava hapishanesi olması sağlandı. Şubat 2016’da Ege denizinden geçişleri engellemek üzere NATO gemileri Türkiye kıyılarına gönderildi!

AB, göçmen ve mültecilere karşı bir savaş politikası yürüttü. Bu savaş önlemleri ile Avrupa’ya mülteci geçişleri Ege Denizi’nde ciddi oranda azaltıldı. Aslında bu anlaşma uluslararası hukuka tamamen aykırıdır ve pek çok mülteci “Türkiye 3. güvenli ülke olarak tanımlanamaz, geri gönderilmek istemiyorum, mülteci başvurumun burada kabul edilmesini talep ediyorum’’ şeklinde haklı argümanlarla Yunan mahkemelerine başvurdular. Maalesef Yunanistan yargısı talepleri reddetti. Bugün itibarı ile AB, mülteci göçünü kendi sınırları dışında kontrol altına almayı başardığını düşündüğü için anlaşmadan memnun. Hatta bunu bir model olarak Libya, Sahra-altı Afrika gibi diğer ülkeler ile kullanıyorlar.

Türkiye ise dünyada en çok mülteci içeren ülke haline gelmiştir. AB açısından “mülteci krizi’’ bu anlaşma ile sınırları dışında kontrol altına alınmış ve Türkiye bir mülteci hapishanesi olarak kiralanmıştır. Türkiye’nin sınırlı ekonomik desteğe rağmen böyle büyük bir göçün altından ekonomik ve sosyal olarak altından kalkamayacağı gerçeği AB’yi ilgilendirmemektedir! Anlaşma Türkiye-AB ilişkilerini çok olumsuz etkilemiş eskisinden daha kötü hâle getirmiştir.  AKP zaman zaman mültecileri dış siyasette “kitlesel göç silahı’’ olarak kullanmaktadır.  4 milyon mülteciyle Türkiye yeryüzünde an çok mülteci barındıran ülke haline gelmiştir. Bu durum ülkenin iç siyasetini, ekonomisini, dış siyasetini her geçen gün olumsuz etkilemekte, kalıcı sürdürülebilir bir çözüm geliştirilememekte, mülteciler bir siyasi koz olarak kullanılmaya devam edilmektedir.

AB mültecilere hiçbir insani çözüm sunmamıştır. Sorun olduğu yerde durmaktadır. Sadece kısmen ve şimdilik AB sınırları dışındaymış gibi yapılmaktadır. Yunanistan’da ana karada ve adalarda mültecilere yapılan insan hakları ihlalleri AB’nin itibarının yerle bir olmasına yol açmıştır. AB ciddi anlamda bir itibar ve gelecek sorunu ile karşı karşıyadır.

Son olarak, Türkiye’de ve dünya genelinde göçmenlerin haklarını korumak, birlikte yaşam idealini hayata geçirmek ve mevcut sorunları çözmek adına neler yapılmalıdır?

Emperyalist devletlerin vekalet savaşları son bulmalı ve kalıcı bir barış sağlanmalıdır. AB ve diğer uluslararası kurumlar, ABD, Avrupa Devletleri vb. gibi askeri aktivasyon gösteren devletler olmak üzere tüm devletler mülteci sorumluluğunu paylaşmalı ve mülteci kabul etmelidir. AB ülkeleri göçmen ve mültecileri “içerideki düşman” olarak tanımlayan söylem ve politikalardan vazgeçmelidir. AB kültür, etnik köken ve din açısından farklı aidiyetleri dışlayan bir çeşit yeni-ırkçılık politikalarına teslim olmamalıdır. AB’nin üye devletleri sözde yasadışı göçün “girişinden” korumak için yürüttüğü siyaset başarısızdır ve sadece göçmen ve mültecilerin yaşamlarını değil AB’nin geleceğini, üye devletlerin demokrasi ve insan hakları temelini de tehdit etmektedir. Mülteci ve göçmenler için sınırlar açılmalı ve güvenli geçiş sağlanmalıdır. Türkiye, Suriyelilere ve diğer ülkelerden gelmiş olan tüm mültecilere mülteci statüsü vermelidir. İsteyenlere vatandaşlık yolu açılmalıdır. Şimdiye kadar misafir söylemi ile yürütülen hayırseverlik, din kardeşliği dayanışması, komşuluk dayanışması gibi yaklaşımlar terk edilmeli devletin mülteci meselesinde siyasi, kültürel, sosyal ve ekonomik düzeylerde yapısal çözümler üretmesine hızla başlanmalıdır. Bu amaçla ilgili bir bakanlık, Göç Bakanlığı kurulması düşünülebilir. Mültecilere mülteci statüsü verilmemesi sosyal entegrasyonun önündeki en önemli engeldir ve Türkiye BM Sözleşmesi’ne koyduğu coğrafi sınırlamayı kaldırmalıdır.

Birlikte yaşam (sosyal entegrasyon) için vatandaşlık dışındaki kalıcı oturma izni gibi vatandaşlığa en yakın güvenli hukuki statüler sağlanmalıdır ve sosyal entegrasyon için diğer çalışmalar (çalışma hayatı, aile birleştirmesi, eğitim, sağlık, barınma, ayrımcılıkla mücadele, kendi kimlik ve kültürünü koruyabilme, siyasete katılma hakkı gibi) alanlarında ciddi çalışmalar yapılmalıdır. AB-Türkiye ilişkisi kirli mülteci pazarlığını dışına çıkarılmalı açık şeffaf zeminlerde demokrasi ve insan hakları alanlarında ilerleme temelinde yürütülmelidir.

Ulus, ortak yaşamı paylaşan herkestir. Ulusun hep vurgulanan tekçiliğinden kurtarmak gerekir. Sınırların geçirgen olduğu başka bir dünya kurgulamalıyız. Ve bu dünyayı, herkes için istemeliyiz. Kaygılar çok ama ümit de var. Ümit insandan yana. İnsanın olduğu her yerde ümit de var. Göçmenler ve mülteciler büyük bir mücadele veriyorlar. AB’nin Frontex’ine, NATO’nun savaş gemilerine rağmen bir milyon mülteci sınırları, Lizbon’u, Schengen’i fiili olarak yıktı ve çeşitli Avrupa ülkelerine ulaştı. Göçmenler ve mülteciler geleceğin siyasi failleridir. Her şeye rağmen insanlar dayanışıyor, ezilenden yana tavır alabiliyor. Halkların dayanışması yegâne ümittir.

https://fikirgazetesi.org/2024/07/02/prof-dr-cem-terzi-halklarin-dayanismasi-yegane-umittir/

Kaynak: Fikir Gazetesi / fikirgazetesi.org