İletişim teknolojilerinin gelişimi ve sosyal medyanın yaygınlaşması bireyleri her an her veri ve bilgiye erişebilir kılarken, gerçek bilgiye erişim ise giderek zorlaşıyor. 

Peki hakikat nerede; gerçek bilgiyi nasıl algılayacak, yorumlayacak ve anlayacağız?

Gazeteci Murat Büyükyılmaz, Türkiye’nin iletişim duayeni Prof. Dr. Haluk Şahin ile son kitabı “Dijital Tufan: Şimdi Ne Yapacağız?” üzerine söyleşti.

Fikir Gazetesi'nde yayınlanan söyleşinin tamamı ise şu şekilde:

Sevgili hocam, medya ve sosyal medyada hızla gelişen gündemleri takip etmek isteyen yurttaşlar için toplumda infial yaratan, toplumu korkutan, tedirgin eden, harekete geçiren ve şoka uğratan bir akış söz konusu. Son kitabınız Dijital Tufan üzerinden bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Ben bunu bir kriz olarak görüyorum. Sürpriz bir kriz olarak görüyorum. Çünkü ben çok daha iyimser günlerini de gördüm bu dönüşümün. Ben iletişimin kıtlık döneminde büyüdüm. Yani bir yerden bir yere mesaj göndermenin çok zor olduğu, gelen mesajların makbul sayıldığı, çocukların yollarda gazete alabilmek için gazete gazete diye koşturdukları, kesik kağıtların üzerindeki yazıların okunduğu bir dönemden birdenbire müthiş bolluk deneyimliyoruz. 

Bolluk tabi başlangıçta çok sevindirici bir şey. Çünkü ara kalemeler ortadan çıkacak diyorduk. Ondan dolayı iletişim mümkün kılacak diyorduk. O sansür filtreleri aradan çıkacak diyorduk. Hakikaten insanlık tarihinin çok önemli dönüşüm noktalarından biri. Fakat bir müddet sonra rufailer işe karıştı. Sadece rufailerin üzerine yıkmayacağım bunu. Biz tabii tam öngöremedik bolluğun nasıl bir bolluk olabileceğini. Çünkü biz mesela her gün düzenli nisan yağmurları beklerken birdenbire gök delind, 40 gün 40 gece yukarıdan yağmur yağıyor.

Öyle ki bırak nefes almayı yaşamımızı tehlikeye atacak bir ortama girdik. Benim tufan benzetmem oradan geliyor. Biliyorsun bütün kutsal kitaplarda yani Orta Doğu’nun kutsal kitaplarında Nuh tufanı var. Sonra işte ne oluyor? Nuh da görüyor ki bu insanlardan hayır gelmez bir gemi yapmasını söylüyor Hz. Nuh’a, o da seçerek insanları  alacak… Biz de bir anlamda o gemiyi arıyoruz. Yani ne bir informasyon baskını altındayız ki. İyiyle kötü, yanlışla doğru, yalanla doğru birbirine karışmış vaziyette. Ve insanlar hakikaten ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar. Bu hakikat krizi dediğimiz olay bir taraftan. Bir taraftan da bu gürültü dediğimiz olay. Senin sorduğuna geliyorum. İletişim modellerinde 1950’lerde telefonu örnek alan bir yeni unsur eklenmişti. Yani iletişim modellerinin tarihi ta Aristo’ya kadar gidiyor. Seni de biraz evvel söylediğin gibi. Yani aslında iletişim bilimi yeni bir şey değil. Yani Aristo’dan beri hep düşünülüyor. Nedir oradaki temel soru? Oradaki temel soru acaba ne yapsak da mesajımız daha etkili olsun.

Etkili mesaj vermek ve değişim yaratmak değil mi?

Etkili mesaj vermek ve onun mesajımızı öyle bir şekilde kurmalıyız ki karşımızdaki insanı en üst düzeyde etkileyebilsin. Onun üzerine bir de onun bir davranışa veya zihinsel değişikliğe yol açtığını görürsek, bu onun üzerine konmuş olan kaymak olur. Ama ilk olarak retorikçi ne soruyor? Reklamcı ne soruyor, sen ne soruyorsun, ben ne soruyorum… Acaba ne yapsak da mesajımız net ve açık bir şekilde, etkili bir şekilde karşıya iletilsin. 

Temel soru hep orada. Yani biz onu unutuyoruz.

Biz zannettik ki bu teknolojilerin gelmesiyle beraber bu sorunun yanıtını bulmak kolaylaşacak. Çünkü eskiden ulaşamadığımız insanlara ulaşacağız. Çünkü eskiden gönderebildiğimiz mesajları gönderebileceğiz. Bir sürü engel ortadan kalkacak. Yani ben deneyimli 60 senelik bir iletişimci olarak hayatımdan anlar hatırlıyorum. En sevindiğim anlardan biri. Washington’da Cumhuriyet Gazetesi’nin bir anlamda muhabirliğini yaparken bana bir teleks kartı verilmesiydi. O teleks kartıyla o gün yazdığım yazıyı hemen Cumhuriyet’in İstanbul’daki bürosuna geçebiliyordum. Aman yarabbim müthiş bir sıçramaydı bu benim için ve iletişim dünyası için. Yani telgraf müthiş bir sıçramayı temsil etmekteydi. Her taraftan büyük kolaylıklar geldi. Enformasyon kaynaklarının sayısız çoğaldı. Aradaki denetim kademeleri ortadan kalktı. Fakat bu zamanla bir tufana dönüştü. Tufana dönüşünce biz hangi mesaja eğileceğimizi, hangisine ulaşacağımızı, hangisine inanacağımızı şaşırır hale geldik. Kendimizle baş başa kalıp haber değerlendirmesi, enformasyon değerlendirmesi yapacak fırsatlar elimizden uçtu gitti. Birden bire informasyon sellerinin altında kalmış kurbağalara döndük. Ve bu tabii çok sağlıklı bir şey değil. Pek çok açıdan çok sağlıklı bir şey değil. İletişim modelinden bahsediyorum. İletişim modelinde deniyordu ki işte A noktasından B noktasına giden sinyale engel olan bir takım şeyler olabilir. Ne olabilir? İşte parazit olabilir. Veya seninle benim biraz evvel konuşurken rastladığımız gibi hani görüntü kesilip açılabilir. Veya beni duymayabilirsin. Veya ben öyle bir dil kullanıyorum da ki o semantik olarak sana bir şey ifade etmez. Başka bir sürü de gürültüler düşünebilir. Mesela A noktasından B noktasına ulaşmakta zorluk çıkaran her şeye gürültü diyor. Hakikaten olabiliyordu. İşte Adana çıkar aradan diyorduk bazen araya operatörler girdiği zaman. Sonra bugün diğer mesajlar bizim birbirimize ulaşmamızı engellemeye başladılar. Doğru olmayan, insanı ana yoldan saptıran veya duymasına engel olan o kadar çoğaldı ki bu. Bu görüntüler egemen hale geldi. Ben kitapta da örnek olarak veriyorum. Çağlayanın yanına gittiğin zaman ilk gittiğinde çağlayanın sesini duyarsın. Fakat bir müddet sonra çağlayan’ın sesini duymamaya başlarsın. O sanki normal, bilmem kaç desibel. Hayatın normal bir parçasıymış gibi bağırarak konuşmak zorunda kalırsın. İşaretler yapmak zorunda kalırsın falan. Şimdi bizler hepimiz birdenbire gürültü çağlayanlarının, çağlayanının değil, çağlayanlarının yanında yaşamaya çalışan ve birbirimize bir şeyler anlatmaya çalışan iletişimcilere dönüştük. Bu fevkalade zor bir şey ve ben onu bir adım daha ileriye atarak dedim ki artık ana mesaj gönderilen mesajlar değil, ana mesaj gürültünün kendisi. 

Gürültü ne diyor? Beni doğru dürüst duyma diyor. Hani Marshall MacLachlan’ın o ünlü the medium is the message, yani gönderdiğin araç mesajın ta kendisidir lafı var ya, şimdi de gürültü mesajın ta kendisidir. Bu biz gazeteciler için ne kadar büyük bir handikap düşünebiliyor musun? Yani çağlayanların yanındasın, sesini duyurmaya çalışıyorsun. Fakat mümkün değil. Çünkü o kadar çok gürültü var ki etrafta. Başka bir sürü gürültü kaynakları var. Bütün mesajlar bir müddet sonra birbiriyle yaraşıyor ve birbirinin gürültüsü haline geliyor.

Yani gazetecilerin beslendiği yer de aslında o aynı ortam olduğu için yani mesaj iletmenin öncesinde mesajı anlamak, ileteceğin mesajı bulmak, üretmek açısından da gürültüye maruz kalıyoruz.

Yani sen tabii mesajını oluşturmak için başka mesajlardan yararlanmak zorundasın. Çünkü iletişim bir zincir. Bizler o zincirin bir halkasıyız. Fakat etraftan sürekli olarak gürültü var. O gürültü içinde… Yani şimdiki araştırmacı soruşturmacı çocuklara bakıyorum, üzülüyorum. Aynı derecede kaliteli bilgi vermemesine rağmen ona rakip onlarca tonlarca diğer kaynak var ve çırpınıyorlar seslerini duyurmak için. Doğruları söyledikleri halde. O ciddi bir sorun. Yani sesimizi nasıl duyuracağız yerine sesimizi nasıl karşımızdaki insana ileteceğiz. 

Ve bu tabii insanların güvenli hayatlarına da yansıyor. Nasıl yansıyor? İnsan o güvenli mesaj almaya çalışırken o mesajı değerlendiriyor. Mesajı ddeğerlendirecek, beyni dinlendirecek sessizlik zamanları bulmakta güçlük çekiyorlar. Ben o yüzden şimdiki gençlere diyorum ki aman arkadaşlar kendinize randevu vermeyi ihmal etmeyin. Ne demek istiyorsunuz? diyorlar. Diyorum ki, diyin ki yarın 15 dakika hiçbir şekilde bağlı olmadan, telefonlara cevap vermeden, gazetelere bakmadan, ilanlara, reklamlara bakmadan sadece düşüneceğim. Ya ben neredeyim? Ne oluyor şu sırada dünyada? Yani böyle bir ciddi kriz noktasına gelmiş durumdayız. Bunun kurumlar üzerindeki tahribatını düşün. Yani demokrasinin içine düştüğü durumları düşün. Bu göçler meselesinin arkasına bak. Hepsini o bollukla bağlantılandırabilmek mümkün.

Şimdi bir sorunu çok güzel özetledik başlangıçta.

 Burada ikinci bir sorun daha karşımıza çıkıyor. Bu tufan altında kalmış bizler için doğruyu ve yanlışı birbirinden ayırmak meselesi vahim bir problem. O kadar vahim ki bu küresel bir kriz olarak, hakikat krizi olarak, tersine bir kriz olarak karşımıza çıkıyor. Yani sadece duyamıyoruz, tek tük duyduğumuz şeyler hangisi doğru, hangisi yanlış onu ayırt etekte de zorluk çekiyoruz.

Oysa demokrasi, rasyonel insanların, akıllı insanların aldıkları doğru bilgileri değerlendirerek kendi kendilerinin yönetmelerine verilen bir isim. İletişim kuramıyor, aldığını değerlendiremiyor. Ben birkaç defa kitapta tarihin sonundan bahsediyorum ya. Yani bu bir anlamda işte şeyle beraber, aydınlanmayla beraber, diyelim 16. yüzyıldan bu yana insanlığın geldiği noktanın tıkanması olarak karşımıza çıkıyor. Kanıtları? kKanıtları ortaya çıkan siyasi krizler, kanıtları ortaya çıkan bir kriz. E bu durumda aydınlara bir defa kesin olarak bir rol düşüyor. Ama bu arada biz iletişimcilere özel bir rol düşüyor. Çünkü bizler aynı zamanda hem bununla cebelleşiyoruz, hem bundan para kazananlarımız var, hem bunu istismar edenlerimiz var. Ama bizim de mesleğimiz gidiyor. Yani bizim yapmak istediğimiz şey, yani insanlık tarihin sonuna gelmiş ise, tarihin sonu derken bitecek anlamını değil ama başka sayfaya geçecek anlamında. E peki ne yapacağız? Ben diyorum ki ya bu bizi direkt olarak ilgilendiriyor. Birincisi, bu türden tespitler yapmalıyız. Ne oluyor bize? İşte ne oluyor bize? Sonra, peki şimdi ne yapacağız? Yani o goygoyun, o şamatanın, o kepazelinin bir parçası olarak mı kalacağız? Yoksa onun ötesinde bir şeyler yapmak gibi bir şansımız var mı? Yani bunu reklamcılara da soruyorum, halkla ilişkilercilere de soruyorum, gazetecilere de soruyorum, siyasal iletişimcilere de soruyorum. Bu sadece gazetecileri ilgilendiren bir konu değil. Çünkü hiç kimsenin hiçbir şeye inanmadığı bir yerde reklamcılara zaten hiç kimse inanmaz. Hiç kimsenin hiçbir şeye inanmadığı bir yerde halkla ilişkilercilerin kendi firmalarıyla ilgili olarak söyledikleri şeyler bırak bu palavrayı ya diye geçiştirilir. Çünkü doğruluk bir eğer erdem olmaktan çıkmışsa, bir hedef olmaktan çıkmışsa burada çok ciddi bir iletişim problemi vardır. O yüzden ben biraz romantik olarak diyorum ki bizim bir şey yapmamız lazım. Yani bunu böylece bırakamayız. O zaman ne yapabiliriz? Bir, diyorum yani kendimizden başlıyorum. Önce biz kendimize bir çeki düzen vermeliyiz. Ve demeliyiz ki peki arkadaş hani bu büyük krizden benim payıma ne düşünüyor? Peki ben ne yapmalıyım? 

Önce gürültünün dışına çıkıp yaptığımız işe dışarıdan bakacak. Şu anda yaptığımız gibi. Dürüstçe düşüneceğiz. Dobra dobra soracağız. Biz ne işe yarıyoruz? Gürültü ve anti iletişimin egemen olduğu bir ortam için fazla romantik görünebilecek bir şey söyleyeceğim. ve yanıt olarak doğruları dosdoğru söyleyeceğiz. Doğruları dosdoğru söylemesini öğreteceğiz. Bunun mümkün kılacak bir özgürlük ortamını sonuna kadar savunacağız. Bir sonraki paragrafta sözü savunacağız. En azından doğruların dosdoğru söylenmesine karşı saf tutmuş anti iletişim cephesine katılmayacağız. Bize sürekli olarak davetler var. Gel bizimle beraber çalış. Hayır arkadaş katılmıyorum. Kandırmacılığa hayır diyeceğiz. Onların robotlarına botlarına program yazmayacağız. Kim yazıyor o programları? İşte bizim gibi iletişimden yetişmiş insanlar. Hayır, bile bile yalan söylemeyeceğiz. İletişimi çıkış amacının yani sözün tam tersine çevirmeye çalışanlara, yalanlara cila atanlara yardakçılık, yalakalık, uşaklık yapmayacağız. Tamam, siyasal iletişim olabilir. Hakikaten bunu yapan arkadaşımın, ama o arkadaşımın vereceği ana mesaj, Ya senle şöyle bir iyi bir şey hazırlayalım, bir komplo hazırlayalım. Filancanın işte yeni cihazları da kullanarak kandırmacayla yatakta birisiyle çekilmiş görüntülerini üretelim. Bunu, böyle bir şeyi düşünmeyeceğiz bile. Niye düşünmeyeceğiz? Sana para verseler de… Senin mesleğin elden gidiyor arkadaş? Yani sen artık ne işe yarıyorsun? Yani biz neyiz yani? Hani biz… Hangi işle meşgulüz? Ben romantik, klasik yoldan yola çıkıyorum. 

Aristo diyor ki, zaten diyor, o adamın temel dünyaya bakışından, mizacından, şunundan, bunundan, sen bilirsin onun sözüne inanacak mısın inanmayacak mısın. Yani biz konuştuğumuz için, o yüzden diyecekler ki, bak Murat söylüyor bunu, o yalan söylemez, diyecekler. Bu çok önemli bir şey Murat, çok romantik geliyor ama…

Bana gayet gerçekçi geliyor hocam, hiç romantik değil.

Çok iyi, yani ben artık karamsarlığa düşüyorum. Yani ben bunun eğer çok megalomanca bir şey olarak gelmeseyecekse, bir örneği olarak görüyorum kendimi. Yani ben 50 yıldır bu dünyanın içindeyim. Genel yayın müdürlüğünden başyazarlığa kadar her şeyi yaptım. Arada olgusal yanlışlar yaptığım olmuştur ama her zaman o kafamın arkasında “Hayır, yalan söyleyemem. Çünkü yalan söylersem bu benim bütün kariyerimi yaralar. Ve bu benim peşimden gelir.” düşüncesi oldu.

Yani bizim mesleğimizde söylenen yalanlar aradan zaman geçtikten sonra gelir. Türkiye’de asparagas denen olay ortaya çıktığında, TAN Gazetesi 2,5 milyona yakın satmaya başladığında en azından 1,5 milyona yakın. Palavra haberlerle gerçek haberler yan yana konduğunda ben karşı çıktım. Dedim ki ya aman yapmayın arkadaşlar, bizim inandırıcılığımız gider. Onlar da dediler ki aman Haluk Bey niye böyle diyorsunuz. İşte o palavra haberlerinin hatırı için yandaki doğru haberleri de okurlar, yararlanırlar. Ben dedim ki bu çürük meyveler gibidir. Onları orada bırakamayız. Onlar büyük gazeteci oldular…

bz şimdi bütün meyvelere, bütün elmalara, bütün armutlara çürük gözüyle bakmak zorunda kalıyoruz. Hakikat krizi dediğimiz şey bu. Hepsinin yanlış olması değil. Hepsinin yanlış olması olasılığının en ön plana geçmiş olması.

Ama sonuç itibariyle çok açık ve net olarak görüyorum ki hakikaten yalanlar insanın peşinden gelir. O yüzden benim iletişimci arkadaşlarıma ve öğrencilerime halen de söylüyorum. Çocuklar, sakın ne olur “Burada bir yalan söylerim. Kimse farkına bile varmaz.” demeyin. Varırlar. Bugün varmasa 20 sene sonra… O yüzden önce kendimizle hesaplaşmamız lazım. Doğrunun ne çok önemli olduğunu. Kendi mesleğimiz için ve kendi kişiliğimiz için. Çünkü benim yine son zamanlarda felsefi olarak üzerimde durduğum bu; kendin olmak diye bir şey var yani kendin olmak. E sen kendine yalan söylüyorsan sürekli olarak, kendin olamazsın kardeşim. Kendini kendinle aldatıyor olursun, kandırıyor olursun. Halbuki senin kendin olman için önce doğruları söylemeyi bir umde olarak, bir ilke olarak kabul etmen lazım. Bunu mesleğine yayman lazım. Ben karınca kararınca bu kitapta onun savını ortaya koyuyorum. Yeni bir şey değil. Ama içinde Türkiye’ye yönelik yenilikler var. Umarım mümkün olduğu kadar çok arkadaşım okur ve umarım onları ikna etmiş olurum.

Peki hocam, bir tarafta ana akım denilen medyanın  sosyal medyaya tezahürü diğer tarafta da sosyal medyanın televizyon ve gazeteye uzanması diye karşılıklı bir bağlantılanma, bütünleşme var. Hepsi birbirine karışmış durumda ve gürültü diye bunu da işaret ediyorsunuz aslında ve gemiyi arıyoruz diyorsunuz. Biraz da o gürültünün dışına çıkmakla olur diyorsunuz. Bu tufandan korunmanın özel bir ifadesi var mıdır desem, ne dersiniz? Motto  uzak kalmak mı mesela? Ya da içinde olmadan ilişik olmak mı? Yerimizi nerede bulacağız biz? Mesafe tayini nasıl olmalı o gemi arayışında?

Bu sözünü ettiğin birleşmenin bütünleşmenin iki tane temel nedeni var. Bunlardan birisi sermaye. Yani eskiden sermaye grupları farklıydı. Yani medyaya giren sermaye grubuyla, tuvalet kağıdına giren sermaye grubu farklıydı. Fakat kapitalizmin amansız gelişmesi, yaygınlaşması, neoliberalizmin daha da yaygınlaşmasıyla birlikte artık bu ayrım ortadan çıktı. Dinsel sermaye girdi, tinsel sermaye girdi, her türlü sermaye girdi. Mesleği koruma zırhları ortadan kalktı. İkincisi dijital teknoloji, bu sermayeler ve meslekler arasına dikilmiş olan duvarları yerle bir etti. Yani dijital teknoloji aslında müthiş bir bütünleşme getiriyor. Hani bankaların ayrı ayrı odalarının teker teker yıkılıp ortaya büyük bir salon çıkması gibi. Hepimiz o salondayız arkadaş. Tamam mı? Ve o büyük değişim hepimizi etkiliyor. Bu avukatları da etkiliyor, bimanları da etkiliyor, gazetecileri de etkiliyor… Bu sözünü ettiğimiz sorular küçük çapta da olsa, bizim kadar değilse bile onları da ilgilendiriyor. Bir defa yani bu doğruları söylemek söylememekle ilgili olan olay. Bir defa yani bizim mesleğimiz açısından bunu mutlaka düşünmek zorundayız. 

Ben diyorum ki eğer bu pandemi gibi büyük bir kriz ise bizim pandemi gibi çok geniş önlemler almamız gerekiyor. Madem ki artık ilkokul öğrencileri dahil herkes iletişimci, o halde biz iletişim etiği derslerini ilkokuldan itibaren vermekle yükümlüyüz. Madem ki hayatımızın her alanında sürekli olarak enformasyon üretiyor, işliyor ve başkalarına yayıyoruz, her mesleki düzeyde, ta Aristo’dan beri var olan temel mesleki gereklikleri onlara da öğretmeli ve onların kontrolünü sağlayabilecek bir takım mekanizmalar yaratmak zorundayız. 

Basında mesela, ben basın konseyinde uzun yıllar çalıştım. 25 yıla yakın Yüksek Kurul üyesiydim. Oktay Ekşi dostumun kurmuş olduğu… Mesela o konseyin görevi mesleğin içinden gelerek sözünü ettiğimiz sakıncalara karşı korunmaktı. Yani yalan söylemeyeceksin, çalmayacaksın, efendim küfretmeyeceksin, satılmayacaksın vesaire gibi. Yani basın konseyi vari meslek içi ve ana işlevi doğruların söylenmesi olan ve doğruları söylemeyenleri teşhir eden veya başka bir takım yaptırımlarla ürküten, korkutan bir takım mekanizmalar kurmakla yükümlü olarak görüyorum kendimizi. 

Çünkü öbürünün ortaya çıkardığı hasar o kadar büyük ki. Yani öyle artık hani birbirimize ya Murat sen de aman dikkatli ol. İşte o haberleri verirken şunu şöyle deme gibi şeylerle düzeltilebilecek aşamayı çok geçmiş durumdayız. 

Yani bir çeşit doğruluk seferberliğinin ilan edilmesi gerekiyor. Bunun her düzeyde olması gerekiyor. Ben bir doğru haber, dürüst olgu seferberliğini kaçınılmaz görüyorum. Çünkü iş tamamen kontrolden çıkmış durumda. En sonunda işte eski Twitter yeni X’in başındaki adam şimdi yeni Voltaire’imiz haline geldi.

Yani Voltaire’den Elon Musk’a düşüşü gördüğün zaman, insanlığın hangi noktadan hangi noktaya düşmüş olduğunu da çok rahat görüyorsun. Elon Musk’a niye güvenmem? Elon Musk ne derse desin o bir büyük kapitalisttir. İlk düşüneceği şey şirketini kurtarmak olacak. Çok da parası var, çok parayı kurtarmak için de çok şey yapılır. Anlatabiliyor muyum? 

Yani bizim iletişimcilerin kendi mesleğimize sahip çıkması lazım. Yoksa çöplük içinde, yani tufanda boğulur gideriz, çöplük içinde debelenip dururuz, kim doğru söylüyor, kim yanlış söylüyor bilinemez…

Bir Narin olayı işte sana örnek. Yani her şeyin yalana bulaştığı bir dönemde, yahu evde 8-10 kişinin arasında öldürülmüş bir yavrunun katiliyle bir buçuk aydır uğraşıyoruz. Bu çok net ve açık bir şekilde hakikati krizidir. Ve hala da tam bilmiyoruz katil kimdi. Bunu büyüt. Bunu başka yerlere büyüt. Bunu siyasete büyüt. Yani o kadar vahim bir durumla karşı karşıyayız ki. Hakikaten tufan ve burada dijital teknolojinin önemli rolü var. Yani her dijital teknoloji ortamının da kendi başına bunu sorması lazım. Yani reklamcıları bunu sorması lazım, halk ilişkileri bunu sorması lazım, teknologların bunu sorması lazım. Bizim işimiz nedir? Biz yani şey miyiz? Yalanları büyüten bir makinenin mühendisleri miyiz?

Propagandistler miyiz yani?

İnsanlığın geldiği nokta iyi bir nokta değil. Dünya savaşınıneşiğindeyiz. Yeryüzü talan edilmiş durumda. Yangınlardan, sel baskınlarından, bilmem nelerden nefes alamıyoruz. E hala şeyi tartışıyoruz: Acaba küresel ısınma palavra mı doğru mu?

Dünya düz mü değil mi diye konuşuyor insanlar hocam…

Evet, evet yani birbirimizi kandırmak yerine birbirimizi doğruya çağırmak ve doğru hareket etmeyenleri afişe etmek, ifşa etmek gibi bir durumla karşı karşıyayız. Bunlar bizim yeni görevlerimiz. Ben de şimdi ne yapacağız derken onu diyorum arkadaş. Önce düşüneceğiz, dur ya bu ciddi bir durum yani. Ne yapalım diye bunu düşüneceğiz…

Adım adım yayılacak ve bir hareket haline girecek. Umarım. Aksi takdirde, dikkat et, Elon Musk da benim söylediğimi söylüyor. Yani şu anda Amerika Birleşik Devletleri seçim kampanyasında en büyük konu medya doğru söylüyor mu söylemiyor mu konusu. Onlar ana akım medyayı yerin dibine batırıyorlar. Kısmen haklılar. Ne oldu Irak’taki kitlesel imha silahları? New York Times’in bütün dünyaya ifşa ettiği. Ama öbür taraftan kendileri yalanın alasını söylüyorlar. Elon Musk bakıyorum, X’teki sayfasında, Harris’in komünist üniforma içinde bir resmini koymuş. Geldiği gün ülkemizi komünist diktatörlüklere çevirecek diyor. Şimdi delilik ucundan öbür delilik ucuna savruluyor…

Peki, bir manifestoyla mı devam edeceğiz artık bundan sonra? Yani bir manifestoya mı ihtiyacımız var?

Evet. Bir manifesto, bir etik ilkeler dizgesi ortaya çıkıyor. Bunlar çok yeni şeyler değil. Bunlar üzerinde daha önce de konuşulmuş olan şeyler ama bu etik ilkeleri bütün yurttaşlara uygulayacak bir şekilde düşünmemiz lazım. Dünyada bunun kavgası yapılmaya başlandı. Önde gelen bir takım bilim insanları ki ben de onların arasına katılmak üzere imzamı gönderdim. 

Kaynak: FİKİR GAZETESİ