Bazı anlar var ki insana ömrünce tutunacak bir dal oluyor.
An geliyor insan, umudu kendi yeşertmekte zorlanıyor, an geliyor sisten önünü göremez gibi hissediyor. O zor zamanlarda, geçmişten bir anı birden çakıyor zihnimizde.
Hani 8 Mart'ların sevdiğim sloganı: "Umutsuzluğa kapılırsan bu kalabalığı hatırla"da olduğu gibi.
Kalabalık, direngen, coşkulu, duygulu ve iyilikle örülmüş bir anın hatırası, omuzlarına bırakılmış sıcak bir battaniye gibi sarmalıyor, başını dayayacak bir omuz, düştüğün yerden kaldırmak üzere uzanmış bir el gibi.
Benim için “Bir Kira Bir Yuva” kampanyası böyle bir anı olarak kazındı hafızama.
Bu memlekete kültür-sanat anlamında çok şey katmış bazı isimlerle birlikte orada olmak zaten bir onurdu. Kuliste onları daha önce hiç sahne almamış gibi heyecanlı, daha iyisini yapabilmek için teknik sorularını sıralar, hiçbir beklentisi olmadan görev zamanını bekler halde görünce dedim ki içimden "Boşuna sevmemişiz be!"
***
Yayın başladığında telefonların başındaydık. Çalmasını bekliyorduk, çalmadıkça geriliyorduk. İlk andan kilitlendiğini tahmin edemedik. O gergin 2-3 dakikadan sonra ilk telefonum çaldı. O ilk telefonla birlikte fark ettim ki biz sadece isim-telefon ve tutar bilgilerini alıp not etmeyecektik. Biz acılarımızı, yasımızı, isyanımızı, öfkemizi paylaşmak için oradaydık. Biz birbirimizle sadece konuşmuyor, sarılıyor, kucaklaşıyorduk adeta. Notlar alıyordum isimlerin yanına; memleketler, meslekler, dilekler, kimin adına dayanışmak istenildiğini. Hani şimdilerde her bir ağızdan "not ediyoruz" tehditleri savruluyor ya, bizim de bir ak bir kara defterlerimiz var, birinin üstesinden gelmek için diğerine sığınacağız. Ak defterime yazdım herkesi birer birer.
Seanslarca terapiye gitsem bunca sağaltamazdım kendimi. Bu memleketi her şeye rağmen neden bu kadar sevdiğimizi anladım bir kez daha; yürekli bir halkız. Sadece bir deyim değildi demek komşusu açken tok yatamamak.
***
Bu iktidar, yirmi birinci senesini geride bırakırken, yurttaşlık görevlerimizin çıtasını sürekli yükseltti. Yurttaşlık haklarını ise yok saya saya bütçeler gibi sıfırladı.
Her seneye birkaç büyük felaketin düştüğü son yıllarda, en alışıldık devlet tavrı; takım elbise ile kürsüye çıkan yetkililerin, ölenlere rahmet, kalanlara başsağlığı dileklerini takiben devlete yardım için verdiği sms numaraları oldu.
22 yıldır kaynağında kesilen deprem vergileri, ülkenin ihtiyat akçesi nerede açıklayamadan, afetin ilk dakikalarında afete en hazırlıklı olması gereken kurumlarına bağış istemek adına ekranda belirdiler.
Bizler ise darda kalanın bizden biri olduğunu bilerek, "bırakalım liyakatsizlikleri, afet altında ezilsin" demedik, birbirimize el uzattık her seferinde.
Kızılay'ın bir müdürü, kurumun konservelerini kendine alıp otelinde servis etti, Ensar gibi adı çocuk istismarına bulaşmış bir kurumun aracısı yapıldı, yönetimine aynı aileden insanlar atandı derken bu kurumlardan çektik elimizi eteğimizi.
“Devlet nerede” diye sorduğumuzda evimize gönderilen bir tebligatta ya da ifadeye çağıran bir telefonun ucundaydı devlet yanıt olarak.
Her eleştirimizi cezalandırmak konusunda itinayla görev başındaydı.
Yerel yönetimlerin güçlendirilmesinin önemini her felakette yaşadık. Pandemide, yangınlarda, selde, depremde.
Çocuğun içeceği sütten, gelirsiz kalan müzisyene desteğe, evsiz kalana barınma sağlamaktan yurtsuz bırakılan öğrencinin okutulabilmesine kadar.
İktidara geçiremediğimiz sözü yerel yönetimlere duyurmaya çalışıyorduk. Eleştirinin, talebin, ihtiyacın duyulmasının ve değerlendirilmesinin önemi, demokrasinin, yurttaş haklarının ne olduğu unutulmadı bu sayede.
Bunca senedir iktidar bize çaresizliği ezberletmeye çalıştı sistematik olarak. Bir yerinden yıkıyorduk o ezberi, inadına.
***
İşte o kampanya gecesi, birçok ezberim yıkıldı benim de.
- Biri aradı: emekli özel harekâtçıyım dedi. Geçmişte polis şiddetiyle kırılmış, incinmiş, ezilmiş tüm noktalar yeniden sızladı sanki bedenimde. Ama bir vazife üstlenmiştim. Normal bir sesle konuşmaya devam etmeye çalıştım. Birkaç dakika sonra, ikimizin de sesi titriyordu, içimize ağladığımızı saklayamıyorduk. Ben hiçbir an duygudaş hissedemeyeceğimi düşündüğüm biriyle, aynı acıya ağladım o gece.
- Büşra aradı Stockholm'den. "Soğuk iklimli yabancı bir ülkede, tek başına ayakta kalmaya çalışan genç bir kadınım. Bunun ne zor olduğunu siz anlarsınız." dedi. İmkânları, umut ettiği tutara erişememiş ama bin lirasını iki ayrı isim adına bağışlamak istemiş. “Olur mu?” dedi. Olmaz mı hiç, olur tabii.“Eskişehir'de aynı dönem aynı sokakları adımladığım, Gezi'de birlikte direndiğim, acısı içimde hiç hafiflemeyen Ali İsmail Korkmaz'ın kuzeni Şaziye ve İsmail Korkmaz çifti için ve depremde kaybettiğimiz ufacık komşum Mustafa Gül'ün anısına olsun” dedi. Memleketten uzaktaydı, acısını yalnız yaşamanın ne zor olduğu, sevdikleri bir bir elinden kayarken hissettiği köksüzlük endişesi sesine yansıyordu.
- 18'inde hava harp okulunda bir öğrenciyken, darbeden sorumlu tutulup cezaevine atılmış Buğra'nın babasının bağışı, oğlu Silivri'de kanalı izlerken ona bir teselli olsun diyeydi. “İçeride olmasa enkaz kaldırmaya gönderilebilirdi, belki birkaç can kurtarabilirdi. Çok çaresiz hissediyor evladım” dedi.
- İçişleri'nden emekli Cahide Hanım aradı, emeklisi olduğu kurumun geldiği hale isyan ediyordu. "Beni, halkın yanında bir devlet memuru olabilecek kadar iyi yetiştiren babam adına bağışlıyorum." dedi. Kendi siciline baktığında vicdanı rahattı.
- Elif Naz, 9 yaşındaydı. Kumbarasını olduğu gibi bağışlamak istiyordu, tutar veremiyordu ama “Ağzına kadar doldurmuştum kumbarayı” diyordu. Pervan 11 yaşındaydı, o da harçlıklarını, kumbarasını birleştirmişti. Aileden sufle almadan, kendileri aradılar, kendileri konuştular.
- Maden işçisi Ufuk aradı, kendisi gibi madenci babası adına bağış yaptı. “Biz madenciler için enkaza indik diye görev bitti sayılmaz, elimizden ne gelirse, biz bu halkın yanındayız” dedi.
- Tekel Bayileri Yardımlaşma Derneği adına Erol Bey aradı, dernekte topladıkları para ile bir tır dolusu erzak ve kıyafeti zaten yollamışlardı, havuzda kalan tüm parayı buraya bağışladı. Bu iktidarın onlardan topladığı vergideki, uyguladığı baskıdaki yer kadar kalbimizde yerleri var.
- Kocaeli'nde güzel sanatlar mezunu resim öğretmenleri, yani ressamlarımız ‘41 Sanat’ diye bir oluşum kurmuşlar. Sergilerinden bir metreye bir metre boyunda, tam 10 tablo bağışladılar. Bir başka ressamımız Mahinur Dönmez, daha önce kendine ayırdığı "Anne" tablosunu bağışladı. Yıkamadıkları kültürel hegemonya telefonların ucundaydı.
- Öyle mütevazı, adı sanı anılsın derdi olmadan, canlı yayına bağlanmayı bile talep etmeden, tutarını, adını, telefonunu bırakıp kapattı yüzlerce insan. Levent bey mesela, Van'dan aradı, "Biz depremin insan hayatında neye mal olduğunu iyi biliriz. Benim için 50 bin yazın, vaktinizi almayayım, daha çok insan arayabilsin." dedi kapattı.
- Hanefi Bey aradı, "Canlı yayına bağlanmama gerek yok ama size mikrofon sırası gelirse, Selahattin Demirtaş nezdinde, tüm siyasi tutsaklar için bağışladığımı söyler misiniz? Cezaevinde izleyenler vardır, hem bir selam, hem bir moral olsun, onların yerine biz burada elimizden geleni yapıyoruz, bilsinler." dedi.
- Kastamonu'dan Mehmet Bey aradı, “Torunlarıma söz verdim” dedi, bağışın yanında kendisine ait 150 kişilik yurdu bir seneliğine depremzedelere tahsis edeceğini söyledi.
- Can Bir Cemevi, “gelin canlar bir olalım” diyerek katıldı dayanışmaya.
- Silifke'den tarım emekçisi yetmişlerinde bir çift ile konuştum: Nesrin Hanım ve İrfan Bey. “Yayının belki en ufak meblağı olacak ama bahçemizde yetişen domateslerden bu kadar kazanabiliyoruz, az olsun kalpten olsun, hiçten yeğdir diye düşündük” dediler. Yüz lira kalmış bahçedeki bostanda yetişenlerden. Onu verdiler.
- Mücella Yapıcı ve Çiğdem Mater'in dostları aradı, onlar adına bağış yaptı, gazetesinde yazmaktan gurur duyduğum Metin Göktepe'nin ailesi, Deniz Gezmiş'in ağabeyi aradı.
En çok çocuk ve emeklilerle konuştum ben.
Sanki 20-50 yaş arası memleketin yükünü sırtlanmış, kendini sıcak çatışmaya atmış gibi hayat kavgasındayken, sevgiyle dolu evlere doğmuş çocukların umudu ile onca mücadele sonucu hala hayal ettikleri günlere kavuşamamış emeklilerin ukdeleri birleşip taşıyıcı bir asma köprü oluyordu.
O gün sahne önündeki ve arkasındaki herkes, görevini yapıp ayrılma derdine girmeden, her boşlukta koşup ellerindeki listeleri temize çekerek, telefonun ucunda onları duygulandıran anları sesleri titreyerek paylaşarak, ayakların ağrımasından, bellerin tutulmasından, gözlerin yanmasından hiç yakınmadan, saatin kaç olduğuna bir an bile bakmadan çalıştı. Olması gereken devlet yerine.
Hedefi çoktan geçti yayın. Valilik sms bağışı için onay verseydi belki de hedef ikiye katlanacaktı. Bu da otuz binin çok üzerinde aile için yeni bir başlangıçta yalnız olmadığı anlamına gelecekti.
Depremzede yurttaş ile diğerleri arasında sadece direkt bir köprü olmayı amaçlayan kampanyayı, Afad'a bağış şartına bağlanan sms izni için esnetmeyen, "sms"siz devam ederiz diyebilen, Bornova Anadolu Liseli tabirimizle BALdaşım Tunç Soyer ve İzmir Büyük Şehir Belediyesi ile gurur duydum. Yayında Galeonu’nun “Hayırseverlik dikeydir, aşağılar. Dayanışma yataydır, yardım eder.” sözüne ithafen demiştim: “Bu bir dayanışma, eşitler arasında.”
Öyle oldu, üsttencilik olmadan, aracısız, biz bize.
Bağış kelimesi bile sakil kalıyor, kurulan onca cümle arasında. Birbirimize el uzattık anca.
Biz, dayatmalara karşı bildiğimiz gibi dayanışarak kazanabiliriz. Şimdiye kadar böyle ayakta kaldık.
Bu, devlete görevini, sorumluluğunu hatırlatmayacağız anlamına gelmiyor.
Bir sadaka gibi "elinize yüzünüze dursun, daha ne istiyorsunuz" dercesine sayılarla ekranda telaffuz edilip alanda hissedilmeyen bir destek değil, sosyal devletin gereği olarak, tüm ihtiyaçların karşılanacağı, yurttaşın talep etmek zorunda bile kalmadan ilk elden arama kurtarma, barınma, beslenme, terapi gibi hizmetlere kavuşacağı, yaralarının sarılacağı bir sistemi kurmak onların işiydi.
Halka düşmesi gereken birbirimizin ruhuna şifa olma kısmıydı.
Bu enkazın altında halk kaldı, o enkazı halk kaldırdı, şimdi kalan sağlar için yeni bir başlangıç inşa etmeye çalışıyor.
Bunca acının ortasında kardelen gibi beyaz bir çiçek açıyor; gücümüz bildiklerimizi aşıyor.
Ellerimizle kuracağız aydınlık bir ülkeyi, ellerimiz, dillerimiz işlemeyi yeniden öğrendi, emeğimiz, sesimiz birleşti.
Bir daha dilerim kimse ayıramasın bizi.
Umutsuzluğa düştüğünüzde o gün çalan telefonları hatırlayın, ben hiç unutmayacağım.