ERİNÇ BÜYÜKAŞIK- O kadar az parası vardı ki oduncu ‘Bacım bu paraya odun mu olur’ dedi. Ama anne Emine Akçay ısrar etti, bir çuval odunu alıp eve geldi. Odunlar ıslandığı için yanmadı. Lastik parçalarını tutuşturmaya çalıştı; olmadı. Emine Akçay, çocuklarının ısınması için çalıştırdığı saç kurutma makinesini küçük oğluna verdi. Daha sonra diğer odaya gidip, tavandaki salıncak demirine ip bağlayarak, kendini astı.
Toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve tüm cinsiyetçi kalıplar kadın yazarların kurmaca metinlerinde ki bu ifademin tartışmalı olduğunu söylemek de mümkün, okur adına pek de karşısına geçmek istemeyeceğimiz hayli gerçekçi bir ayna olarak karşımıza çıkmıştır çoğunlukla. Yukarıdaki haber metninin gerçekliği kadar Türkiye’deki kadın romancı ve öykücülerin okurlarına tanıttıkları kahramanlar çoğunlukla haberin içindeki kadın kadar travmatik öykülere sahip çoğu kez üstelik. Mine Söğüt, Leyla Erbil, Tezer Özlü, Sevgi Soysal gibi isimler, kadınların maruz kaldığı baskı ve şiddeti, okurun zihnine kazıyacak şekilde işlerken kadınlık, delilik ve toplumsal şiddet temalarıyla, okuyucuyu rahatsız edici ama bir o kadar da gerçekçi bir dünyaya çeker. Örneğin Söğüt’ün "Deli Kadın Hikâyeleri" ve "Gergedan – Büyük Küfür Kitabı" gibi metinleri, kadınların toplumsal baskılar altında nasıl ezildiğini ve deliliğe sürüklendiğini gösterir. Delilik, burada bir başkaldırı değil, çaresizliğin ve baskının kaçınılmaz sonucudur. Maalesef Çoğunlukla kriminal bir vaka olarak da üçüncü sayfa haberlerinden adeta çıkagelmiş figürler çoğunlukla bu kadınlar.
Gerçekliğin kurgudan hep daha ağır olduğu yıllardır söylenegelir. Bu gerçeklik, Mine Söğüt’ün edebiyatında çıplak ve sarsıcı bir biçimde karşımıza çıkıyor. Edebiyat, hayatın parodisini yaparken okuyucuyla bir sözleşme yapmaz; mutsuzluğun karşısında kurgunun muhayyel dünyasına kaçışın garantisini vermez. Dünyanın yükünü bütün ağırlığıyla hissederken, edebiyatın sizi çiçekli bahar ülkelerine taşıyacağı sözü yoktur. Mine Söğüt’ün evreninde, travmayı tetikleyen edebiyat, tam da bu gerçekliğiyle vurucudur. Söğüt, okuyucusunu, acının, şiddetin ve deliliğin sınırlarına çekerken, edebiyatın şefkatli kollarına kaçışa izin vermez.
Metinlerden yola çıkarsak örneğin Leyla Erbil’in "Tuhaf Bir Kadın" romanında, kadın karakterlerin toplumun dayattığı cinsiyet rollerine karşı çıkışlarını ve deliliğe sürüklenişlerini anlatır. Erbil'in dili keskin ve sarsıcıdır, toplumsal şiddeti ve baskıyı tüm çıplaklığıyla ortaya koyar. Tezer Özlü ise "Çocukluğun Soğuk Geceleri"nde bireysel ve toplumsal şiddetin kadınlar üzerindeki yıkıcı etkilerini işler. Özlü’nün karakterleri, hayatın acımasız gerçekleri karşısında delilik ve ölüm arasında ince bir çizgide yürürler. Sevgi Soysal’ın "Yenişehir’de Bir Öğle Vakti" romanı da bu açıdan söz etmemiz gereken bir metin, kadın karakterlerin toplumsal baskılar karşısında çöküşleri ve delilik anları, eşitsizliğin yıkıcı etkilerini gözler önüne seren Soysal, kadınların toplumsal cinsiyet rollerine karşı verdikleri mücadeleyi, yaşadıkları zorlukları keskin bir dille ortaya koyar 70’lerin siyasal ve toplumsal ikliminde. Benzer bağlamda Leyla Erbil’in eserlerinde, toplumsal baskı ve şiddet temaları, kadın karakterlerin iç dünyalarını sarsıcı bir şekilde yansıtır. Erbil, kadınların yaşadığı zorlukları ve toplumsal baskıyı keskin bir dille anlatır. Tezer Özlü, kadın karakterlerinin içsel yolculuklarını ve toplumsal baskılar karşısındaki çaresizliklerini işlerken hep ölüme meyilli bir yüzleşmenin içinden bakar dünyaya.
Mine Söğüt’ün eserlerinde kadınlık ve delilik temaları, toplumsal şiddetin çarpıcılığıyla iç içe geçer. "Deli Kadın Hikâyeleri" şiddet, tecavüz, cinnet, ensest, cinayet, intihar ve delirme eksenlerinde gelişen öyküleriyle bu çarpıcı gerçekliği gözler önüne sererken aklın sınırlarını zorlayan ve ölümle son bulan kadın hikâyelerini anlatırken, deliliği bir özgürlük alanı olarak değil, kaçınılmaz bir sonuç olarak sunar. Delilik, burada bir başkaldırı değil, toplumsal baskılar karşısında bir çöküş ve çaresizlik ifadesidir.
“Size kadınlıkla lanetlenmiş bir varoluş hezeyanı anlatacağım. Sizi saçlarının ve ayaklarının ucu arasında olup biten şeylerden ibaret, doğurmaya mahkûm, çocuklarını kaybetmekle mühürlü, yalnız, yapayalnız bir kalabalıkta dolaştıracağım. İçlerine açılan kapıların arkasına saklanmış kadınların delirerek bedenlerinden dışarı açtıkları pencerelerden bakacağım. O pencerelerden tekrar ve tekrar ve tekrar kendimi aşağı atacağım.”
Bu cümleler, Söğüt’ün kurmaca evreninin kasvetli yapısını ve öykülerinin tematik derinliğini açıkça ortaya koyuyor üstelik. "Deli Kadın Hikâyeleri"nde yer alan 21 öykü, kadınların eril şiddet ve toplumsal baskılar karşısında nasıl çaresizce deliliğe sürüklendiğini gözler önüne serer. Her bir öyküde, kadınların yaşadığı travmaların ve maruz kaldıkları şiddetin yansımalarını görürüz. Kitaptaki “Annemin O Harikulade Saçları” adlı ilk öyküde, babası kardeşini öldüren, annesi intihar eden ve delirme eşiğinde olan bir kadının hikayesi anlatılır. Bu öykü, karakterlerin yaşadığı dehşet ve çaresizlikle okuyucuyu sarsar. Söğüt’ün anlatımı, gerçekliğin acımasız yüzünü tüm çıplaklığıyla sergilerken, deliliğin ve intiharın ardındaki çaresizliği de gözler önüne serer kuşkusuz…
Aynı kitapta yer alan “Beni Öldürmek İsteyen Muhteşem Hayat” ise 77 yaşında çocukları öldürülmüş bir annenin ölmek üzereyken sayıklamalarını anlatırken; “Kürt Kediler ve Çingene Kelebekler” paranoyadan muzdarip yaşlı bir kadının kendini ve evini ateşe vermesini; “Hatmi Çayı”, babası tarafından hiç sevilmemiş bir kadını; “İçinde Ateşe Yakın Bir Şey Olan Kadın”, bileklerini keserek intihar eden şair bir kadını; “İyi Geceler Ölü Kediler”, annesiyle üvey babası uyurken ablası evlerini ateşe veren bir kadını anlatır. Bu öyküler, kadınların yaşadığı trajedileri ve çaresizlikleri, toplumsal şiddetin bireysel travmalarla nasıl birleştiğini gözler önüne serer.
Kadınları delirten, sevgisiz, eşit olmayan, eril ve kaotik bu toplumun sürüklediği psikolojik hâller genelde öykülerde aile kurumunun çöküşüyle verilir. Aile kurumunun delirttiği kadını öldüren toplum, kadını delirtmek suretiyle ailenin de temellerini sarsarak bu ilişkiyi sonsuz bir çembere hapseder. Söğüt, öykülerinde eşitsizliğin taraflı bakış açısıyla verilmesiyle, zarar görenin yalnızca kadın, zarar verenin de yalnızca erkek olduğu indirgemesiyle, genel manada toplumun topyekûn sorunlu mekanizmaları ve iktidar üzerine düşünmenin mümkün olmadığı bir ortam sunar.
Mine Söğüt, "Başkalarının Tanrısı" romanında mekân ve insan ilişkisini derinlemesine irdelerken ev ve sokak, onun kaleminde güvenli ve tehlikeli alanların sembolü olarak belirir. Aile kurumunun bir temsili olarak Söğüt’e göre ev, mahremiyet ve mülkiyet kavramlarını rasyonelleştirirken aynı zamanda tabulaştırarak en tehlikeli yer haline gelir. Sokak ise bu güvenli alanın karşıtı olarak güvensiz, tekinsiz bir yer olarak kurgulanır. İnsanların evde güvende, sokakta tehlikede olduğunu zannetmesi, gönüllü tutsaklıklarının bir parçasıdır.
Türk edebiyatında kadın ve delirme arasındaki ilişkinin Tanzimat Dönemi’nden günümüze kadar nasıl evrildiği ve bu şiddetin edebi düzleme nasıl yansıdığı, Söğüt’ün eserlerinde açıkça görebiliyoruz. Önceleri sesini çıkaramayan, zayıf, güzelliğiyle erkekleri efsunlayan ve nihayetinde iç çatışmalarından deliren kadınların karşısında, bu sefer sesi iki kere kısılmış, hür iradesiyle intiharı bir silah olarak kullanan ve mücadele alanında olanca şiddetiyle deliren kadınlar yanında Söğüt’ün hikâyelerinde kadınların deliliği, sofistike bir sürecin değil, travmatik bir deneyimin sonucu olarak karşımıza çıkar. Sesini duyuramayan, çaresizliğiyle kendine dönen kadın, bu hikâyelerde çıkışsızlığını kendini yok ederek bulur. Bu anlamda Söğüt’ün eserlerindeki metaforlar da bu çarpıcı gerçekliği destekler. Anlama çabasından özgürleşildiğinde, yan yana dizilen kelimelerin ahenginden doğan estetik haz, okuma deneyimini zenginleştirir. “Pencereler Kelebek Delileri Sever” öyküsündeki metaforlar, karakterlerin içsel dünyalarını ve yaşadıkları travmaları yansıtır. Metaforların anlamını çözme çabasından özgürleşince, anlamla girilen mücadele yerini anlamdan özgürleşmeye ve edebi sulara bırakır.
Mine Söğüt’ün eserleri, gerçekliğin çarpıcılığını ve edebiyatın sınırlarını ustalıkla bir araya getirir. Kadınlık, delilik ve toplumsal şiddet temaları üzerinden kurduğu dünyalar, okuru karanlık ve tekinsiz bir evrene çeker. Söğüt’ün anlatımı, okuyucusunu, acının, şiddetin ve deliliğin sınırlarına çekerken, edebiyatın şefkatli kollarına kaçışa izin vermez. Bu eserler, toplumsal cinsiyet rollerinin ve şiddetin bireyler ve özellikle kadınlar, dezavantajlı tüm katmanlar üzerindeki etkilerini ve çoğu kez normatif baskılarını gözler önüne sererken, okuyucuyu düşündüren, sarsan ve etkileyen bir dünya yaratır.
Elbette Mine Söğüt gibi birçok edebiyatımızın yüz akı kadın öykücü ve romancımız adına da kadınlık, delilik ve toplumsal şiddet temalarıyla okuyucuyu karanlık ve rahatsız edici bir dünyaya çeker. Kadın yazarların eserleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin ve şiddetin bireyler üzerindeki etkilerini sergilerken, okuru derinlemesine düşündürür ve sarsar. Kadın yazarların temsilleri, toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin kadınların hayatlarındaki yıkıcı etkilerini çarpıcı bir şekilde gözler önüne serer. Bu eserler, gerçekliğin acımasız yüzünü ve edebiyatın sınırlarını ustalıkla bir araya getirir, okuyucuyu düşündüren, sarsan ve etkileyen bir dünya yaratır.