İz Gazete’nin sorularını yanıtlayan Tuba Kabaağaçlı: “En azından, umudu her satırında hissedeceğiniz Mavi Sürgün’ü okumanızı isterim. Çünkü artık birbirimize ‘merhaba’ demekten çekinir hale geldiğimiz bu dünyada, o insanlığa, doğaya, yaşama ve umuda yeniden hatırlatılması gereken kadim bir selam bıraktı: Merhaba.”

Halikarnas Balıkçısı, yalnızca edebiyatımızın büyük isimlerinden biri değil, aynı zamanda Kuvay-i Milliye’ye destek vermiş, ‘Mavi Anadoluculuk’ fikrini savunmuş, mavi yolculuklarla dönemin entelektüellerini bir araya getirmiş, Anadolu’nun tarihini ve felsefesini anlatan bir bilgedir. O, bugün “Mavi Vatan”ı kalemle savunan isimlerden biridir ve Mavi Sürgün’de doğaya ve insana duyduğu derin sevgiyle yola çıkmış bir öncüdür. Bu büyük mirası bugün hâlâ yaşatan isimlerden biri de Halikarnas Balıkçısı’nın torununun eşi olan Tuğba Kabaağaçlı. Balıkçının oğlu Suat Kabaağaçlı’nın oğlu Derya Ömer Kabaağaçlı ile evli olan araştırmacı yazar ve Yaşar Aksoy ile yaptığı programlarla tanınan yapımcı-sunucu Tuğba Hanım’la, Balıkçının gölgesinde büyüyen oğlu Ata Cevat Kabaağaçlı’yı ve ailede yaşatılan değerleri konuştuk.

Amirimden yeni ‘fragman’ var: Bir Behzat Ç. Hikâyesi’nin 3. sezonundan ilk fragman yayımlandı Amirimden yeni ‘fragman’ var: Bir Behzat Ç. Hikâyesi’nin 3. sezonundan ilk fragman yayımlandı

Tuğba Hanım, yıllarca ekran önündeydiniz, şimdi ise YouTube’da “Kanal N Lav” çatısı altında kadın kimliğine dair içerikler üretiyorsunuz. Bu dönüşüm sizin hayatınıza ne kattı? Sizi artık nasıl tanımlamalıyız? Ayrıca Halikarnas Balıkçısı’nın torunu Ömer Derya Kabaağaçlı ile evlisiniz. Bu nasıl bir sorumluluk? Magazinsel konularla gündeme gelen hangi olay sizi en çok rahatsız etti?

Kadınların hikâyelerini dinledikçe, kendi hayatımda büyük sandığım problemlerin aslında ne kadar basit olduğunu fark ettim. Sızlanmayı bir kenara bırakıp çözüm odaklı olmayı öğrendim. Hepimiz aynı kulvarda, farklı renklerde koşuyoruz aslında. Kendini ifade eden, yaşanmışlıklarını paylaşan her kadın, yalnız olmadığımızı hatırlatıyor. Her kadının kendi gücünün farkına varması gerektiğine inanıyorum. Bu yüzden kendimi bir “Amazon” olarak tanımlayabilirim. Eşim Ömer Derya Kabaağaçlı, dedesi Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Kabaağaçlı’dan denizi, özgürlüğü, mütevazılığı almış bir beyefendi. Soyadının ağırlığı altında ezilmeden, büyük bir saygıyla taşıyor. Hal böyle olunca, bu yolda birlikte yürümek de kolaylaşıyor. Bu noktada sorumluluk yerini karşılıklı saygıya bırakıyor. Çünkü saygı duyduğunuz her şeyi korursunuz. Zaman zaman gündeme gelen magazinsel konular elbette oluyor. Özellikle ailemizi ilgilendiren, bizim için oldukça hassas olan bir olayın magazin gündeminin odağı haline gelmesi bizi derinden üzdü. Yıllar boyunca yaptığınız tüm emek ve başarıların bir kenara bırakılarak, yalnızca böyle bir olayla anılmak insanı yaralıyor. Her insanın başına gelebilecek olayların, yaşandığı bağlamdan koparılarak, cımbızlanıp sunulması adil değil. Yaşanmış evet, ama bununla yaşamayı öğrenmiş insanlarız. Balıkçı’nın torunu olmak, elbette merak konusu olabilir; fakat neden, nasıl, niye gibi sorular bizim mahremimize giriyor. Ben insanların dört duvar arasında ne yaptığıyla ilgilenmem; dışarıda, topluma ne kattığına bakarım. Bu olayla ilgili kırıcı, cahilce yorumlar geldi. Biz de en doğru duruşun sessizlik olduğuna kanaat getirdik. Kaldı ki bu konuda, eşimin babası Suat Kabaağaçlı’ya bizzat sordum, o bile detayları bilmezken… Daha fazlasını tartışmaya açmak, yalnızca ailemizi değil, Halikarnas Balıkçısı’nın mirasını da zedeler.

Bir Halikarnas Balıkçısı torunu olarak çocuğunuz Cevat Ata Kabaağaçlı’yı büyütmek, üzerinizde nasıl bir entelektüel ya da duygusal sorumluluk yarattı? Ailenizin Halikarnas Balıkçısı’nın İzmir günlerine dair hangi anılarınız var?

Her zaman olduğu gibi, kendim gibi yaklaşmaya özen gösterdim. Potansiyelim ölçüsünde oğlumla iletişim kurdum; onun anlayacağı dili öğrenmeye çalıştım. Duygusal anlamda onun dünyasına girdim, entelektüel olarak da sorunlarına akılcı ve espritüel yorumlarla yaklaştım. Hayır demek yerine hikâyeler anlattım; sonunda “Anne sen haklıymışsın, yapmıyorum,” dediği çok oldu. Şimdi ise bana, “Anne, sen ne akıllı bir kadınsın, helal olsun!” deyip birlikte gülüyoruz. İzmir’de Halikarnas Balıkçısı’yla ilgili kişisel bir anım yok; çünkü gelin olarak sonradan aileye katıldım. Ancak Kabaağaçlı ailesinin tarihine baktığınızda, başlarına ne gelirse gelsin yılmadan yollarına devam ettiklerini, mütevazı kalmayı bildiklerini, doğayı sevmeyi, paylaşmayı öğrendiklerini görürsünüz. Ben de oğluma hep şunu öğrettim: Sevdikçe sevileceksin, acılara rağmen yaşanacak güzel günler mutlaka gelecek.

Hem bir medya insanı hem de bir anne olarak, tıp fakültesinde okuyan oğlunuzu nasıl bir dünya görüşüyle yetiştirdiniz? Halikarnas Balıkçısı’nın ruhu bu evlatta nasıl yaşıyor? Halikarnas Balıkçısı sizin için kimdir? Oğlunuza, büyük dedeniz olan Halikarnas Balıkçısı’nı anlatırken hangi kelimelere, hangi duygulara sığındınız?

Oğlumu yetiştirirken en çok dikkat ettiğim şeylerden biri, onunla samimi ve espritüel bir iletişim kurmaktı. Çünkü karşımda hem zeki hem de iki kuşağı temsilen gelen bir ergen vardı. Kavga etmeden, tatlı-sert bir iletişim dili geliştirdik. Oğlumun bana güvenmesini çok önemsedim. Bir kere bile yalan söylemedim. Ona hep şunu dedim: “Doğru söylersen bir kez utanırsın ama yalan söylersen sayısını bilemezsin.” Bu güven bağı zamanla aramızda güçlü bir bağa dönüştü. Onunla yaşadığım anılar da çok kıymetli. Mesela bir gün okul çıkışında onu almaya geç kalmıştı, herkes çıkmıştı ama o hâlâ yoktu. Arayıp “Anneciğim, sınıfın kaba temizliğini mi yapıyorsun, yoksa dip köşe mi alıyorsun?” dedim. Gülüştük. O gün bugündür bu sözümüz bir espri olarak aramızda kaldı. Oğlum da Halikarnas Balıkçısı’nın ruhunun izlerini görüyorum. Mütevazı, zeki, yaşının ötesinde olgun, dinleyen, meraklı ve özgür ruhlu biri. Daha iki yaşında okuyor, kısa süre sonra yazıyordu. Eğlenmesini bilen ama düşünmeyi de ihmal etmeyen bir yapısı var. Dedesinin “şifacılık” yönünün onda yaşadığına inanıyorum. Tıp fakültesinde okuyarak bu yönüyle Balıkçı’nın izini sürdüğünü düşünüyorum. Oğluma dedesini anlatırken ona şöyle dedim: “Bir mücevheri düşün, anneciğim. Deden bir mücevherdi. Bu soyad ve miras da senin omuzlarında. Ne onun ağırlığıyla ezil, ne de ihtişamıyla övün. Sadece layıkıyla taşı. “Nasıl olacak?” dedi. Zamanla anlayacağını söyledim. Kitaplarını oku, dedim. Anlamazsan bir daha oku. Ta ki içinde kendinden bir parça bulana kadar. Ben Halikarnas Balıkçısı’nı sadece bir aile büyüğü olarak değil, bir derviş, bir şair, bir filozof, bir botanikçi, bir yazar, bir efsane olarak gördüm. O kadar bilgiye ve zekaya rağmen hep sade ve alçakgönüllü kaldı. Oğlumda da bu ruhun yaşadığını görmek beni çok mutlu ediyor.

YouTube kanalınız “Lav” için, “kadının kendi kimliğiyle var olabilmesinin adı” dediniz. Aileniz gibi köklü bir soydan gelseniz de, sizce bir kadın kendi hikâyesini nasıl yazmalı?

Aslında kanal ismi bir mecra ya da proje fikrinden çok, kendi içsel yolculuğumdan süzüldü. “Lav” benim için hem aşkı hem ateşi temsil ediyor. Sevdiğimde, aileme, eşime, dostlarıma karşı verici, sevgi dolu ve paylaşımcı biriyim. Ama sevdiklerime zarar geldiğinde de, tıpkı bir yanardağ gibi ortalığı yıkıp geçebiliyorum. Bu yüzden Lav, tam da kadının ne isterse o olabileceğini anlatıyor. Aşk ve öfkenin aynı bedende, aynı kalpte yaşadığını kabul ederek…
Bir kadın kendi hikâyesini yazarken kendinden korkmamalı. Ailesi, kökleri ya da soyadı ne kadar güçlü olursa olsun, kendi adını kendisi kurmalı. Bir de çok ilginç bir şey öğrendim: Bu şehri, yani İzmir’i ilk kuranların Amazon kadınları olduğu söyleniyor. Bunu kanal adını belirledikten çok sonra fark ettim. Demek ki içimizdeki Amazon ruhu hâlâ yaşıyor ve kadın, isterse kendini yeniden kurar; bir yanardağ gibi, bir Lav gibi.

Halikarnas Balıkçısı’nın dünyaya “merhaba” dediği 17 Nisan sizin için ne ifade ediyor?

17 Nisan, yalnızca onun doğum günü değil… İnsanlığa, doğaya, kısacası tüm yaradılışa “merhaba” diyebildiği gündür benim için. Çünkü Halikarnas Balıkçısı, “Ekip yetiştirdiğim bitkiler, her güzelliğine hayran kaldığım yaradılışa karşı bir borçtur,” derken aslında hayata nasıl baktığını da anlatır. Ben, ailesine dahil olarak onu ailesinden, sanatçı dostlarından tanıma ayrıcalığına eriştim. Onun gözüyle dünyaya bakabilmek benim için büyük bir şanstı. En azından umudu her satırında hissedeceğiniz Mavi Sürgün’ü okumanızı isterim. Çünkü artık birbirimize “merhaba” demekten bile çekinir hale geldiğimiz bu dünyada, o insanlığa, doğaya, yaşama ve umuda yeniden hatırlatılması gereken o kadim selamı bıraktı: MERHABA.

Muhabir: SEMRA İĞTAÇ