Emel Kadör- Sevim Burak’ın ilk öykü kitabı Yanık Saraylar 50 Yaşında. Toplumcu gerçekçiliğin etkili olduğu, modern edebiyatın ürünlerinin verilmeye başlandığı yıllarda, 1965’te yayımlanan eser hem çok ilgi çeker hem de çok tartışma yaratır. Yıllar içinde, öykücülüğümüzde ayrı bir yeri olduğu kabul edilir. Bu süreç yazarı yorar. Sait Faik Abasıyanık Öykü Ödülü’ne katılır, ödül kazanamamasına öylesine kızar ve içerler ki on yedi yıl yazmaya ara verir. Yaşamıyla da kendine özgü bir yazar Sevim Burak. 1931’de İstanbul’da doğar. Yahudi Romanyalı bir anne ile gemi kaptanı Müslüman bir babanın ikinci çocuğudur. Annesini; babasının ailesi ilk çocukları oluncaya dek içlerine almaz. Kuzguncuk’ta babaannesi ve büyükbabasıyla büyür. İlkokulu Kuzguncuk’ta, ortaokulu Alman Lisesi’nde okur. Öğrenim hayatım bu kadar, der. Olgunlaşma Enstitüsü’nde, terzihanelerde, kitap evlerinde çalışır. Bir “elbise siparişi atölyesi” açar. Milli manken olarak beş yıl yurt dışı seyahatler yapar. İlk hikayesi “Sedef Kakmalı Ev’i terzihanesini kapattıktan sonra 1961’de Türk Dili Dergisi’nde yayımlar. Yanık Saraylar ’da altı öykü yer alıyor.
“DEMİR KAPIDAN GİRDİLER
YEŞİLKÖY
YOL
KADIN
Uğraş düzeninin koridorlarından
geçtiler
Artları sıra yürüdü
Odalar
Pencereler
Birbirini arayıp buldular
Tüm ayrıntılarıyla...”
Şiirsel bir anlatımla bu dizelerle başlıyor Yanık Saraylar. İlk anda bir Nazım Hikmet şiiri içinde yol alıyorsunuz duygusu sarıyor. Evet tam anlamıyla öykü kalıplarının yerle bir olduğu farklı bir söylemle ilerliyor metin. Aynı zamanda bü- yük bir resmi tamamlayan motifleri bölüm bölüm anlatmaya başlıyor yazar. Yeşilköy’de bir demir kapı, demir kapıdan girilen evde kasalı oda, aynalı koridorlar. Yine Yeşilköy’de tren istasyonu. Öz yaşamından öykülerine açılan kapıları var Sevim Burak’ın. Yakaladığı kapıdan giren okura parça parça anlatıyor hikayesini. Zengin, saraylı bir ailede büyüyen, saray yanınca gerçek yaşam koşullarında kendini var etmeye çalışan bir kadının anılarından hareketle belleğinde kalanlara içsel bir yolculuk yapıyor.
“Kişileri yangında ölen koca bir ailenin, saltanatın, debdebenin yıkılışından sonra - tek başına kalışını - Kendi ismiyle yaşama katıldığı gün SİMSİYAH DAKTİLO ÖNLÜĞÜNÜ üstüne giydiği dakikayı - aynalardaki hüzünlü görüntüsünü - sanki derinlere gömülü ANILARINI belirtiyormuş gibi acı gülümsemesini - Ona ESRARLI bir güzellik veren BAKİRE BİR KIZ OLUŞUNU - ŞEREFİNİ - NAMUSUNU - yitirmeden yaşamasının kendisinin ve başkalarının üstünde bıraktığı ESRARLI HAYRANLIĞI - ESRARLI HAYATINI - DÜŞÜNDÜ... Makinesinin başına geçip oturdu.
HAVUZ
FISKİYE
TREN yazdı
Gene uzun bir iş günü başlayacaktı...”
Parça parça ilerliyor metin. Kısalı uzunlu dizeler, tire ve yan çizgiler, arası açılan harfler, büyük-küçük puntolu yazı karakterleri kullanılan cümlelerle kurulan; ekonomik ancak her şeyin yerli yerinde olduğu bir dili var Sevim Burak’ın. Sedef Kakmalı Ev’de; kırk yıl yaşlı Ziya Bey’in kahrını ona kalacak evin hayaliyle çeken Nurperi Hanım’ın iç burkan hikayesini anlatıyor. Bu öyküde hayranı olduğu Kafka’nın izlerine rastlıyoruz: “Soba deliğindeki iri örümcek ince ayaklarıyla ÜSKÜDAR ÇARŞISI’na yürüdü. Nurperi Hanım, hemen orada tencerenin siyah dibine yapışıp kaldı.”
Yalnızlık ve intihar izleğine dayadığı Pencere’de yine bir kadını işliyor; bilinç akışı tekniğini başarıyla kullandığı, alt ben ile üst benin birbiriyle sarmalandığı; okuyanı, ikisi aynı kişi mi acaba diye düşündüren özgün bir anlatımı var hikâyenin. Sevim Burak annesinin Yahudi olmasından utanarak büyüdüğünü, kendi oğluna da bunu yıllar sonra açıkladığını söyler. “Yahudilerden, annemden utanırdım, nefretle karışık... Annem hep-Birgün anlayacaksın, der, ağlardı... İşte, şimdi bu bir avuç Yahudi iki tanecik ev, bana annemden kalanlar... Onun için yazdım Yehova’yı...” En etkili öykülerinden biri olan, annesine ithaf ettiği Ah Ya Rab Yehova’ da Tevrat’ın anlatım özelliklerinden bolca yararlanır. Ölüm Saati öyküsünü ise terziliğinden gelen bir motifle örer. Içte yaşanan ama dışa çıkarılamayan gerçeklerin acısını kalbe doğru yürüttüğü iğne metaforuyla anlatır. Yüz yıl öncesi bitmiş aristokrasi, yıkılmış imparatorluk, büyük- soylu ailelerin küçülmesi, dağılması, biten bir düzen, yeni kurulan bir sistem. Burak; bu zamanlarda yaşayan sandık odalarına mahkûm edilen kızlar, mutfaklarda ömür tüketen yanaşmaları, yardımcı diye alınan beslemeleri; yalnız, çaresiz, kimsesiz, her türlü tacize ve aşağılamaya maruz bırakılan kadınları anlatmış en çok. Yazdıklarını yaşamından çıkarmış yazarlardan Sevim Burak. Eserlerinde otobiyografik özellikler büyük yer kaplar. Titiz, özgür, kuralları yıkan, yaşadığı gibi yazan bir kalem. Öykü kişilerini bir başka öyküde karşımıza çıkaran, metinlerini değiştirerek başka metinlere dönüştüren Burak’ın eserlerinde evler, evlerin içi, mahalleler -ille de Kuzguncuk- mekân olarak seçilmiştir. Bireyin varoluş süreçlerinde kimlik-mekân ilişkisi bağlamında görsel bir okuma da sunuyor öyküleri.
Klasik okumaya alışkın okurları zorlayabilir anlatımı Sevim Burak’ın. Çünkü klasik anlatımdaki tür, biçim, içerik gibi bir kurala dayalı özellikleri tepe taklak ediyor. Kendi dilini yarattığı gibi tüm kalıpları kırarak kendi öykü evrenin de yaratmış bir yazar. Döneminde bir başka usta modernist yazarı Leyla Erbil’le yıldızları pek barışmasa da ikisinin de dilin anlatım kurallarını parçalamada ve yenilik getirmedeki başarıları edebiyatımız için büyük bir zenginlik. Yanık Saraylar, tüm sarayların yıkıldığı, geride -kitabı ayrıca özgün kılan- Sarkis’in ucu yanık fotoğraflarında olduğu gibi izlerinin anılarda kaldığı zamanlara dair bir eser. Sevim Burak iyi ki yaşadı ve iyi ki yazdı. Yanık Saraylar nice elli yıllara uzansın.
Yanık Saraylar
Sevim Burak / YKY
Söze düşen
Kerevete çıkmak şart mı?
Hazırlayan: Simge Desen Türk
Prensin prensesi öperek keramete ermesi hepimize tanıdık gelen bir klişe. Romantik ilişkinin geleneksel anlatımında ani karşılaşma ile başlayan öykü, çatışma ile devam ederek mutlu son ile biter. Okumaktan sıkılmadığımız gibi duygusal bir heyecan yaşayarak bildiğimiz “bu yerde” rahat ederiz. Her mutlu masalın sonundaki kerevete çıkmak de-
yimi buradan geliyor olabilir mi? Margaret Atwood Mutlu Sonlar öyküsünde bunun tam tersini yaparak bizi olabildiğince rahatsız ediyor. A’dan F’ye doğru sıraladığı altı kısa hikâyeden oluşan metinde tek bilinen gerçek son, ölüm. Bu, öykünün adına tezat olarak kasvet yaratsa da aslında yaşamın ve ilişkilerin gerçek doğasını yansıtıyor. Alışılmış kurmaca normlarını yıkarak bizi bir oyuna davet ediyor. John ve Mary’nin tanışması ile başlayan öykünün girişinde ikinci tekil şahıs, klişeleri küçümseyen ve her şeyi bilen ancak okura kontrol imkânı veren bir tutumla tercih sunuyor. Mutlu son isteyen okurun A öyküsünü okuması bir illüzyondan ibaret. Aslında tüm hikâye yazılmış ve tüm sonlar belli. Ancak iradesini kullandığını sanan okur hevesle okumaya devam ediyor.
B’den F’ye kadar duygusuz bir anlatım tercih etmiş. Bu durum metin ile okur arasına mesafe koyması için kurgulanmış dahice bir fikir. Bunu seçtiği üçüncü tekil kişi anlatıcı ve derinleşmeyen karakterler ile sağlıyor. Anlattığı tekdüze ve basit konulu hikayelerin dikkat çekebilmesini ise müthiş bir hamle ile yapıyor. Tekrarları okurun tabiri caizse gözüne sokuyor. Okurun döngüyü görmemesi mümkün olmuyor. Karakterlerin sürekli A’ya dönmesi ve sonunda ölmesi ile yazarın güçlenen mesajı okuru şüpheye düşürmeyi başarıyor. “Mutlu bir son mümkün mü? Sonlar ne kadar önemli?”
G bölümü bu öykünün yüksek notası. Okuru gerçeklerle buluş turan yer. Sonun hep aynı ve tek olduğunu kabul etmekten başka çaresi kalmayan okur ölüm fikrini benimseyerek hayatını ve ilişkilerini sorguluyor. Yazar öykü boyunca takındığı mesafeli tavrı okurun bu sorgulama sürecine girdiği anda sevgi dolu ve tatlı bir hale getirerek bilgece bir cümle ile dönüştürüyor. Sonu bilerek başlangıçlarda eğlenerek ama asıl araları doldurarak yaşama devam etmenin ustalığına vurgu yapıyor. Burada özne hayatlarımız olabileceği gibi edebi bir metin de olabilir. Çünkü Atwood bu metinde yazar ile okur arasındaki duvarı kaldırıyor. Okura tercihler, çeşitli alternatif öyküler ve karakterler sunarken hem nasıl yazılacağına dair ipuçları veriyor hem de okura “sen de yapabilirsin” desteğinde bulunuyor.
Okur, karar veremeyen bir yazara yardım edebilecek cüreti kendinde görürken bir yazım sürecine şahitlik ediyor. Atwood’un bu samimiyeti ortaya koyması okurun tanrı anlatıcıya yakınlık duymasına vesile oluyor. Feministliğiyle öne çıkan yazar bize hep aynı kalan bir erkeği ve alternatif hayatları olabilecek bir kadını gösteriyor. Çeşitliliğe rağmen bir döngüde çırpınan kadınları izliyoruz. Toplumun dayattığı kadının aile içerisindeki rolüne bakmamızı sağlayarak bunun karşısında durulması gereken bir güce işaret ediyor. Bu, kadınları o sarmaldan çıkaracak, içlerindekini keşfetmelerini sağlayacak gizli bir güç. Her sonun bir başlangıç olduğu, birbirine eklenen hikayelerden oluşan hayatlarımızda karakterlerin kim olduğunun bir önemi olmadığını fark ediyoruz. Hatta ileri giden yazar hikâyenin bile ne’lerden ibaret olduğunu, çok da önemli olmadığını söylüyor. Peki o zaman biz bütün bunları neden okuduk? Sonunda kucağımıza kocaman iki soru bırakıyor. Hadi şimdi nasıl ve niçin’e bakma zamanı. Bize rahat bir kerevet yok belli ki.
Margaret Atwood
Mutlu Sonlar Öyküsü
Anne baba kütüphanesi
"Her Çocuk Üstün Yeteneklidir"
Kitap yazarı: Bahar Eriş
Sayfa sayısı: 290
Yayınevi: Alfa Yayıncılık
Basım yılı: 2013
“Üstün Yetenek, Sadece Akademik Başarı Değildir”
Ebeveynler için çocuklarının gelişimi, en değerli ve en hassas konulardan biridir. Bu süreçte doğru kaynaklardan beslenmek, onların potansiyellerini en iyi şekilde keşfetmelerine yardımcı olmanın anahtarıdır. Bahar Eriş’in “Her Çocuk Üstün Yeteneklidir” adlı kitabı, çocukların farklı yeteneklerini keşfetme ve onların gelişim süreçlerinde rehberlik etme noktasında ebeveynlere büyük bir ışık tutuyor. Kitap, çocukların sadece akademik başarılarıyla değil, duygusal ve sosyal zekâlarıyla da nasıl eşsiz bireyler haline gelebileceğini anlatıyor. Bahar Eriş, kitabında her çocuğun benzersiz olduğunu ve her bireyin farklı bir şekilde parlama potansiyeline sahip olduğunu vurguluyor. Çoğu zaman çocuklar, ebeveynlerinin beklentileri ve toplumsal normlar doğrultusunda değerlendirilirler. Ancak Eriş, üstün yeteneklerin sadece geleneksel anlamda yüksek akademik başarılarla sınırlı olmadığını, her çocuğun kendi özel yetenekleriyle doğduğunu ve bu yeteneklerin keşfedilmesi için ebeveynlerin sabırla ve dikkatle gözlem yapmaları gerektiğini savunur. Çocuklarınızın ilgi alanlarına ve güçlü yönlerine odaklanmak, onların en iyi şekilde gelişmelerine olanak tanır. Kitapta, ebeveynlerin çocuklarının güçlü yönlerini nasıl keşfedecekleri ve bu yönleri nasıl geliştirebilecekleriyle ilgili de pratik öneriler bulabilirsiniz. Eriş, ebeveynlerin çocuklarına sadece “başarılı ol” demek yerine, onların içsel motivasyonlarını ve meraklarını besleyerek özgüven kazandırmalarını öneriyor. Çocukların duygusal ve sosyal gelişimleri, gelecekteki hayatlarında onlara büyük avantajlar sağlayacaktır. Ebeveynlerin, çocuklarının sadece derslerinde başarılı olmasını değil, aynı zamanda sağlıklı sosyal ilişkiler kurmasını, empati geliştirmesini ve duygusal zekâsını artırmasını da önemsemesi gerekir. Bahar Eriş’in “Her Çocuk Üstün Yeteneklidir” kitabı, her çocuğun farklı bir potansiyele sahip olduğunu unutmadan, onları yalnızca başarıya odaklanarak değil, aynı zamanda kişisel gelişimlerine destek vererek büyütmek, onların hayatlarına kalıcı ve anlamlı bir dokunuş yapmanın en etkili yol olduğunu sizlere sunuyor. Ebeveynler, sizler bu kitap aracılığıyla çocuklarınızın potansiyellerini daha iyi anlayabilir ve onları sadece bugün için değil, gelecekteki başarıları için de hazırlayabilirsiniz.