Turan Horzum- Ayşegül Devecioğlu da ‘Anotomi Dersi ‘adlı öykü kitabıyla 2022 69. Sait Faik Hikâye Armağanı’nı kazanan bir yazarımız. Hatta 2008 yılında ‘Ağlayan Dağ Susan Nehir’ romanıyla 2008 Orhan Kemal roman ödülünü almış.

Seçici Kurul, 69. Sait Faik Hikâye Armağanı'nın verilme gerekçesini şöyle açıklamıştı: "Dünyaya, insan ilişkilerine, toplumsal uzlaşımlara bakmanın farklı yollarını gösterdiği, duyguların kolayca gösterişe varabilecek patlamalarından uzak durarak, soğukkanlı, ince ayarlı cümlelerle yazdığı öyküleriyle Ayşegül Devecioğlu'nun Anatomi Dersi (Metis Yayınları) adlı kitabına oy birliğiyle vermeyi kararlaştırdı."

Kitapta toplam altı öykü var. Birinci öykü kitaba da adını veren Anotomi Dersi.

Birçoğumuzun bilgisi vardır. Rembrand van Rjnr 1632’de en önemli işlerinden biri olan “Dr. Tulp’un Anatomi Dersi” tablosunu yapar. Amsterdam Cerrahlar Loncası'nın isteği üzerine yaptığı bu eser Amsterdam’daki ilk önemli siparişlerindendir. Rembrandt’ın grup portresi niteliğindeki ilk anatomi dersi tablosudur. Genel grup portresi formundaki tablo Rembrandt’a büyük başarı kazandırmıştır. Resme konu olan ders Ocak 1632’de üç gün sürmüştür. Resimdeki kadavranın sahibi 1632 kışında bir palto hırsızlığı suçundan idam edilen Adriaen Adriaansz’dır. Büyük bir dikkatle kadavraya gözünü dikmiş doktorlar vardır tabloda. Devecioğlu korku, sevgisizlik, terk edilme duygularını belki de kadavraya bakan doktorlara benzetmektedir. Bunun ötesinde kadavra da palto hırsızlığından idam edilmiş birine aittir. Kadavra ile öykü karakteri arasında da bir ilişki vardır. Kadın karaktere acırız. Erkeğin kedisi kadar değeri yoktur. Aşksız bir ilişki mi, yoksa aşkın hallerinden biri mi? sorusunun yanıtını arayan sorunlu bir ilişkinin hikayesi anlatılırken bireyin-kadın bireyin-‘herkes gibi başını suyun üstünde tutma’ mücadelesi anlatılmaktadır.
Devecioğlu’nun öykülerinde kadın karakterler ön planda. Bazı öykülerde tip gibi algılansa da okuyucu yine de ona odaklanıyor. Olaylar ön planda bu yüzden mekân ve yer betimlemeleri az. Her türlü anlatım biçiminden yararlanan yazarın toplumsallıktan uzaklaşmadan bireyin acıtıcı sorunlarını anlattığını söyleyebiliriz. Gündelik dili zorlamadan, yapay söz oyunları yapmadan bir edebiyat diline dönüştürüyor. Olayları, kişileri bütün doğallıkla yansıtmasının sırlarından biri de budur.
Klasik, toplumcu yazarlarımız, bireyin sorunlarını anlatırken doğrudan toplumun sorunlarına da eğiliyordu. En azından biz böyle çıkarsamalarda bulunuyorduk. Modern öyküde bu kaygı yok artık. Yine işsizlik, şiddet, baskı vb. tema olarak işleniyor elbet, ancak bu öyle anlatılıyor ki biz sadece bireye odaklanıyoruz. ‘Anatomi Dersi’ adlı öykü kitabında birey anlatılırken toplumsal arka plan da veriliyor. O yüzden öyküleri okurken hep bir ışık olduğunu göreceksiniz. Yazar karmaşayı anlatır, anlattığı gerçekliğin kopyası değildir, ama gerçek olmadığını da kimse söyleyemez. Devecioğlu bunu başarıyor. Geleceğe huzmesini çoktan bırakmış bir yazarla karşı karşıyayız.

Hikâyelerin büyüsü

Geçip gitmiş bir dolu sabah var. Anımsamak olası değil hepsini.
Babanın gece gelmediği sabahlar var örneğin. Balkon kapısının perdesini hafifi hafif havalandıran esinti, bahçelerde açan çiçeklerin kokusunu taşıyor ev içlerine. Durumu kurtaran bir bunlar. Yoksa…Çay soğuk. Anne bir seslenmiş, iki seslenmiş, kızları kaldıramamış. Öyle diyor telefonda arkadaşına. O da oturup çayını içmiş. Yakmış sigarasını, atmış bacak bacak üstüne, almış telefonu eline.
ALACACEREN
Nezihe MERİÇ


  

Yazarın büyüsü

Şu karmaşık, anlaşılması, anlatılması olanaksız, tılsımlı, gizemli yaşam denen şey var ya, bence bunun özü şu: Doğmak, yaşamak, ölmek. Bu gerçek, dünyanın her yerinde böyle. Kim aksini söyleyebilir. Bu böyle ama, dünya dünya olduğundan, insan insan olarak varolduğundan bu yana (tarih denilen çılgınlık süredursun) oluşan, onu üreten, yücelten bir başka cevher var. Öykünün sesini duyup dinleyip, en derin çınlayışına kadar algılayıp, ince ayarlardan geçirip söze, sözü kâğıda dökenlere öykü yazarı deniyor.
Nezihe MERİÇ


                                                                                                                              
Uykudan önce


Bu sayıda tanıtacağımız kitabımız “ÖNCE HAYAL” YazarI J. M. LİBERMAN. Resimleyen  Zeynep ÖZATALAY.
Jozef, babası gibi terzi olmak istiyordu. Onun yanında önce çırak oldu. Büyüdü usta oldu. Josef de kendi terzi atölyesini açtı. O gün babası Josef’e unutamayacağı bir öğüt verdi: “Önce hayal sonra gerçek / On parmak on marifet/ hayal ettiğin gerçek olur/ Her şeyden önce bir hayal kur” Josef bu güzel tavsiyeyi havada kaptı, kalbine yerleştirdi ve atölyesinde çalışmaya başladı.
Bundan sonrası kitabımızda. Kitabı çok sevecek ve hayal kurmanın önemine bir kez daha inanacaksınız.
ÖNCE HAYAL
Judith Malika LİBERMAN
REDHOUSE

SÖZE DÜŞEN

“Gözetim” toplumu ve “distopya” ahvaller

Erinç BÜYÜKAŞIK- 1791’da Jeremy Bentham’ın Panoptikon (Panopticon) isimli kitabıyla "gözetim” kavramı karşımıza çıkıyor. Londra’da basılan kitabın daha sonra Paris’te yayınlanmasıyla birlikte gözetim kavramı hızlı bir şekilde yayılmaya başlamıştır. Panoptikon, merkezi kulede yer alan hücrelerde mahkumların faaliyetlerini denetleyen bir gardiyan ile dairesel bir bina olarak tasarlanmış bir hapishaneyi betimlerken binanın dairesel olması her bir hücrenin görülmesine olanak sağlamaktaydı. Bu "her şeyi gören" mimari, merkezi bir "gözetleme" kulesine bakan bağımsız hücrelerle dolu halka şeklindeki bir binadan söz etmemizi zorunlu kılmaktadır elbette. Aydınlanma Çağı'nın değerlerini yansıtan Bentham'ın hapishane planı, suçluları kontrol etmek ve iyileştirmek için etkili ve verimli bir araç sağlayarak topluma fayda sağlayacağı düşünülmektedir. Gözetim kavramının “toplumu” merkezi bir yetke altında “islah” anlamına geldiğini bir şekilde itiraf eden bu örneklem edebiyatın ve edebiyatçının “gözetim” siyasasına dair “korku”, “öfke” ve “dışlanmışlık” krizini örnekleyen bir dizi metni okurlara ulaştırmasını da beraberinde getirmiştir geçen yıllar içinde.

Orwell’ın 1984’ünde “gözetim” toplumuna dair yaratılan “distopik iklim” göz önüne alındığında George Orwell’in oğlu Richard Blair’in babası bugün hayatta olsaydı mevcut politik iklim hakkında bir “dejavu” yaşayacağına dair önermesi bile iktidar, sanatçı ve toplumun “ötekileri”ne bugüne dek izlenen “gözetim” dayatmasını yeniden ele almamızı zorunlu kılıyor. Kafka örneğinde “Dava” ve “Dönüşüm” korku çağına dair güçlü tanıklıklar olarak da ele alınabilir bu noktada. Üstelik bugünün kültürel ve toplumsal kırılmalarını da temsil eden “korku çağı”dır sözünü ettiğimiz. 1883-1924 yılları arasında yaşamış olan Kafka, şehir hayatında yeni bir düzene ayak uydurmaya çalışan, var olma mücadelesi veren ve bu mücadele sırasında kendi değerlerini sorgulayan bireyi eserlerinde yansıtırken “yok oluş” yaşayan özgür iradeyi de tam da “gözetim toplumu” kavramı çerçevesinde ilk dönem aktaran yazarlardan olageldi. Dönüşüm (1915) eserinde bir sabah böcek olarak uyanan Gregor Samsa ve Dava (1925) eserinde yine bir sabah tutuklanan Joseph K. yansıtılan çaresiz birey konusundaki çarpıcı örneklerden sayılmalıdır. Özelikle Joseph K. toplum ve erk tarafından gözetim altında tutulan, her hareketi başkaları tarafından izlenen ana kahramandır. Yaşadığı korku onun önce paniklemesine ardından ise durumu kanıksamasına yol açmıştır.

Hepimizin bir biçimde konusu hakkında fikir sahibi olduğumuz “Dava”, bir sabah aniden tutuklanan ve buna rağmen işine gidip hayatına devam etmesine izin verilen birinin öyküsüdür. Dava sürecinde kahramanımız ne mahkemeye çıkartılır ne de savcı ile görüşür. Görünmez mahkemenin alt kademesindeki temsilcileri dışında süreç hakkında ona bilgi veren kimse yoktur. Suçunu öğrenebilmek için çaba gösterse de bunu başaramamıştır. Çalıştığı bankadaki iş arkadaşları, komşuları ve onu tanıyanlar bir şekilde bu davadan haberdardır. Herkesin onu izlediğini anlayan Joseph K. bu görünmez mahkeme ile mücadele edemeyeceğini anlar ve tek suçlunun kendisi olduğuna kanaat getirir. Sonunda işlediği suçu bilmese bile suçun varlığını kabullenerek kendisini almaya gelen infaz görevlilerine direnmez ve onlarla birlikte ölümünün gerçekleşeceği taş ocağına doğru gider. Ölmeden önce ona uzaktan bakan ve elini uzatan birini görür ama artık bir önemi kalmamıştır. Çünkü hiçbir zaman öğrenemediği suçunu içselleştirip yazgısına boyun eğer. Bu aslında yazarın aforizması olarak güçlü ve muktedir “devlet” otoritesine dair ironik bir başkaldırı metnidir Kafka için.

III. Reich dönemi Nazi politikalarının yazara bitmeyen “öfkesi” bir şekilde sevgilisi Milena ve Kafka’nın kız kardeşlerinin yazarın ölümünün ardından yaşadığı trajediyle adeta daha görünür hale gelmiştir üstelik. Bu bağlamda Milena; 1939'da Gestapo tarafından tutuklanır ve önce Pankrak'ta, daha sonra da Dresden'de cezaevine atılır. Ardından Ravensbrück'teki toplama kampına götürüldü. Kampta ayda 16 satırlık mektup yazma hakkı olduğunu öğrenen Milena, bunu sadece kızına yazarak değerlendirmiştir. Toplama kampındaki korkunç koşullarda böbrekleri gitgide işlevini kaybetmeye başladı ve böbrek yetmezliğinden 17 Mayıs 1944'te yaşamını yitirir. Kafka’nın kitaplarının sokak ortasında SS’ler tarafından “cadı avı” misali yakılması da benzer bir “öfke”nin dışavurumudur adeta.

Peki bugüne dek “gözetim toplumu”sun ve iktidar erkinin kıyıcılığına dair ne değişti sorusunu sorduğumuzda yine Orwell oğlunun sözlerine yer vermek uygun olacaktır. George Orwell’in Oğlu Blair: “Dünya Bin Yıldır Aynıydı” ifadelerini kullanıyor bu noktada.

“1984 dünyasından ve Hayvan Çiftliği’nden bu yana dünya değişti mi? Bin yıldır aynıydı. Sanırım 100 yıl sonra da aynı olacak.” ifadeleri her ne kadar belirgin bir karamsarlık içerse de bugünün otoriter ve otokrat rejimleri düşünüldüğünde “gözetim”i siber toplum bağlamında çok daha fazla kabullendiğimiz gerçeği de ortadadır. Blair, Orwell’in edebiyatı ışığında güncel siyasete dair şunu söylüyor:
“Toplum, onun gördüğü yöne doğru evrim geçirdi. Dünya Orwellvari bir hâl almaya başlıyor.
“Babam büyük bir vatanseverdi. Ülkesinin büyük bir savunucusuydu ve aynı zamanda siyasi tartışmanın her iki tarafının da eleştirmeniydi. Hem solu hem de sağı eleştirirdi.”
“Gözetimin, yüz tanıma sisteminin olduğu bir dünyada yaşıyoruz. 1984; Rusya, Çin gibi otoriter rejimlerin sizi neyin doğru olmadığına inandırma kapasitesiyle ilgili.”
    

Bu ifadeler kuşkusuz “Dava”dan “1984”e uzanan otoriter rejimlerin sorgulandığı romanların dünyasından bugünün “sosyal medya” ve “siber gerçeklik” dünyasının inşa ettiği güçlü “gözetim toplumları”nı ifşa ettiğini söylemek mümkün.

Bugün hepimiz “Big Brother”in gözetlediği yeni “Winston”, “Julia” olmanın yeni trajedilerini yaşıyor belki de bu nedenle.                               

Editör: Özlem Çimen Durmaz