ÜMİT KARTAL- “Bilge gazeteci” İhsan Çaralan ile 4 günlük seri röportajımızın son gününde, başta mülteci meselesi olmak üzere memleketin kronikleşen problemleri ve gençliğin ‘karamsar’ görünen durumu üzerine söyleştik.
EMEP GYK Üyesi Çaralan, “Bütün bunların işçi sınıfı enternasyonalizmi etrafında, yani işçi sınıfının uluslararası birliğinin ilkeleri doğrultusunda, her ulustan, her inançtan her cinsiyetten işçilerin kardeşliği temelinde çözülmesi gerekmektedir” dedi.
Ekonomik sorunlar durdurulamıyor. Önceleri, IMF programlarıyla bir yol haritası tartışılırdı, bir süredir iktidar ekonomik alanda freni patlamış gibi ilerlemiyor mu? IMF’ye neden gidilmiyor?
2013’e kadar, Kemal Derviş tarafından hazırlanan IMF programı uygulandı. Sonradan iş ‘Nas var Nas’a’ kadar geldi. Mehmet Şimşek’le birlikte su katılmamış bir IMF programı uygulanmaya başlandı. Nitekim IMF’de Türkiye zaten üyesi olduğu için otomatik olarak da bu programı izliyor ve programa destek verdiğini zaman zaman açıklıyor. Ki eğer IMF’ye gidilip bir ‘Standby’ imzalansa uluslararası piyasalardan daha kolay borç da bulunabilir. Ama Erdoğan IMF ile anlaşmaya yanaşmıyor. Sorsanız ‘yerlilik ve millilik’ten… IMF’nin marifetlerine birçok gerekçe söylenir. Ama işin aslı IMF verdiği parayı, “Al bunu istediğin gibi kullan’ diye vermez, her verdiği paranın nereye, nasıl harcandığını kontrol eder. Dahası anlaşmaya uygun olarak yasal düzenlemeler yapılmasını ister. Erdoğan’ın IMF ile anlaşmaya uzak durmasının asıl nedeni de budur!
Mülteci konusu var. İşçileri birleştirmek için zaten az sorun yoktu ve şimdi mülteci sorunu oldu. Şöyle kaygılar var; coğrafyanın demografik yapısı değişiyor, eğitimli kitle gidiyor oradan mesela Pakistanlılar geliyor ve az da gelmiyorlar. Böyle giderse konu ‘Elveda Cumhuriyet’e gelebilir gibi… Bir yandan milliyetçiliği köpürtecek gelişmeler bunlar, öte yandan da çok gerçek ve gelişen bir problem. Ne yapmalıyız bu konu hakkında?
Geri göndereceğiz meselesi bir yanıyla demagojik, öbür tarafıyla da ırkçı. Tarihe baktığımız zaman hiçbir büyük göç geriye dönmemiştir. Hep geri olandan ileriye doğru göçmüştür insanlar. Mesela Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya kadar gelmesi bir rastlantı değildi. Hatta Macaristan’a, Avrupa’ya gitmiş olması da öyle.
Yani geri toplumlar ileri ülkelere mi giderler?
İnsanlar sonuçta geri şeylerle oyalansa da daha refah içinde olacakları yerlere doğru gidiyorlar. Şimdi bunu iç savaşlar, etnik, din ve mezhep çatışmaları, açlık ve yoksulluğun yayılması ve ikilim krizinin etkisinin artmış olması da kışkırtıyor. Ülkemizde 10 milyon göçmen var deniyor yasal olan olmayan, bunun bir kısmı geri dönebilir toprağı vardır ailesi vardır bunlar belki geri dönebilir ama genel olarak gelenlerin geri dönmesi beklenmemelidir. Çeşitli burjuva siyasi partileri bu durumun ülkenin demografisini değiştirmek için büyük bir oyunun parçası olduğunu propaganda ediyorlar. ‘Bunları kamyonlara bindirip üç gün içinde geldikleri memlekete göndereceğiz diyenden ‘Esad’la anlaşıp AB’den de para alarak bunları geldikleri ülkelerde refah ve güven içinde yaşayacakları koşulları oluşturarak davul zurnayla göndereceğiz’ diyenlere geniş bir siyasi partiler yelpazesi var. Ama öte yandan ”Afganlar olmasa çoban bulamıyoruz’, “Göçmenler olmasa sanayimiz batar” diyen sermaye çevreleri var. Erdoğan Lübnan’dan ve Filistin’den gelecek göçmenlere kapıların açık olduğunu ilan etti… Ancak bunlar sorunu çözen değil, sadece ağırlaştıran hamleler. Bütün bunların işçi sınıfı enternasyonalizmi etrafında, yani işçi sınıfının uluslararası birliğinin ilkeleri doğrultusunda, her ulustan, her inançtan her cinsiyetten işçilerin kardeşliği temelinde çözülmesi gerekmektedir. Çalışma koşullarında yerli ve göçmen işçi ayrımına son veren, asgari ücretin altında göçmen işçi çalıştırılmasını yasaklayan AB ile imzalanmış olan ‘Geri İade Anlaşması’nın iptal edilip, göçmenlerin statüsünün yasal bir güvenceye kavuşturan düzenlemelerin yapılması gerekmektedir. Ve sorunun anahtarı işçi sınıfı enternasyonalizmi çerçevesinde ele alıp bunun için gerekli yasaları çıkarmaktır. Aksi halde “geri göndermeyi” amaç edinerek yapılan her girişim sadece ırkçıların, faşistlerin işine gelen bir iklim oluşturmaktadır.
Başka türlü bir şey mümkün değil, hayal yani?
Göndermek için tamamen ırkçı, faşistçe yöntemlerle gösteriler yapabilirler. Otobüse bindirip binlerce insanı gönderebilirler ama milyonlarca insanı böyle göndermek mümkün değil.
İç karışıklıklar oluyor dönem dönem... Kayseri’de oldu mesela- bir de Kayseri’nin en yoksul mahallesinde oldu.
Orada olur zaten nerede olacak? Zenginler zaten göçmenleri sömürülecek yaratıklar olarak görüyor. Ama sermayenin savunucusu ırkçı milliyetçi odaklar ve sermaye medyası, ev kiralarının artmasının, ücretlerin düşük olmasının, hatta işsizliğin, hatta suçun artmasının nedeni olarak göçmenleri gösterip, keyiflerine bakıyorlar.
Mültecilerin gönderilmesine yönelik propaganda yapan partiler, mesela Zafer Partisi kuvvetleniyor, buna nasıl bakıyorsunuz?
Onun belli bir sınırı vardır. Bir miktar daha artabilir sayıları ama sonuçta ayakları suya erecektir bir noktada.
14-28 Mayıs arasında, 2 hafta Türkiye’nin 4 tarafını ‘Suriyelileri göndereceğiz’ pankartları ile diye donattı Kılıçdaroğlu. Bunun bir karşılığı yok mu yani?
Olmadığı görüldü. Herhalde kamyonlara doldurup üç gün içinde göndeririz diyenlere inananlar Kılıçdaroğlu’nun gönüllü, davul zurnayla göndereceğiz demesine inanmamış olmalı!
Sosyal yardımlar kul haline getiriyor yurttaşları. Ama iktidar alternatifi olarak, yerel yönetimler de “Biz iktidara yürüyoruz. Biz daha fazla sosyal yardım veriyoruz” çizgisinde duruyor. Bu çizgi, devletin görevlerinin tamamen unutulduğu bir hali kalıcı yapmıyor mu?
Sosyal yardım ileriliğin değil geriliğin göstergesi. Aynı zamanda yoksulluğun yönetilmesi demek. Yani bir refah artışına karşılık gelmeyen; dolayısıyla insanların iş veya öteki bakımlardan desteklenmesi, sosyal güvenceli bir hale bürünerek vatandaş olmanın ötesinde, sadece yardımlarla yaşayan dolayısıyla her zaman iktidardan bir şeyler bekleyen bir duruma getirilmesi. Belediyeler belki sosyal yardım yapacaklardır ama bunu mecbur kaldıkları, sosyal güvenlik sistemi üstüne düşeni yapamadığı için yaptıkları bilinciyle yapmalıdır. Bizdeki sosyal güvenlik sistemi “pirim ödeme” üstünden çalışmakta ve ancak pirim ödeyenler bu güvenceye sahip olabilmektedir. Oysa bugün 4 milyondan fazla aile sosyal yardım almaktadır! Belediyelerin bu sisteme alternatif oluşturmak gibi bir görevi olmamalı. Ancak sosyal yardım görevi belediyelere verilen bir düzenleme yapılırsa ancak o zaman böyle bir tartışma yapılabilir.
420 CHP’li belediye var. Belediye emekçileri konusu daha çok gündeme geliyor. Sendikalar, siyasi partilerle çok içli dışlı, haşır neşir... Öte yandan, belediye emekçilerinin sınıf mücadelesi hareketleneceğe benziyor. Sendikaların hali nasıl toparlanır?
Sendika tabii ki işçinin hakkını savunmalı, sosyal demokrat belediye diye işçiler daha düşük bir ücretle çalışmayacak. Eğer belediye yönetimi işçinin karşısına bir patron sendikasıyla çıkıyorsa işçi sendikası da bir işçi sendikası olarak işçinin insanca yaşayacağı ücret ve sosyal hakları (bu bugün yoksulluk sınırıdır) sonuna kadar, işçinin gücünü TİS masana koyarak savunmalıdır.
TUSAŞ saldırısını yapanların kardeşlerinden biri İzBB’de biri Çiğli Belediyesi’nde çalışıyormuş, işten çıkardılar. Neredeyse sadece Fatih Altaylı tepki gösterdi.
Adamın kardeşi, akrabası, iltisaklılık meselesi var. Bunu kullanıyorlar. CHP’nin belki buralarda kendini gözden geçirmesi lazım… Her vesilesiyle “suçun şahsiliği”nden, “hukukun üstünlüğü’nden söz eden CHP’nin söz konusu işçisinin iş güvencesi, Kürt bir işçinin “terörle iltisaklı” diye suçlanması olduğunda bir tutum alamaması elbette önemli bir sorun. Böyle sorunlara takıldığında ise meydanlarda Kürt sorunu çözümü, Kürt-Türk kardeşliği üstüne güzel şeyler söylenmesi inandırıcı olamamaktadır.
30-40 yıl önce Anadolu’dan gelen bir gencin, ‘Gideyim, üniversite okuyayım, yaşam seviyemi yükselteyim’ şeklinde bireysel umut ve beklentileri ya da ‘Dünyayı değiştirebiliriz’ şeklinde siyasi toplumsal umutları vardı. Şimdi kafa keseninden dijital çeteleşmeye, uyuşturucudan, sanal kumara kadar… Hem bireysel umutların olmadığı hem de politik umutların azaldığı bir dönem. İnsanlık gelecek hayalini nasıl tazeleyecek, nerede kuracak?
Gençlikten söz ettiğimizde 68 kuşağı 78 kuşağından övgüyle söz ediyoruz. Sonraki kuşakları X, Y, Z gibi kodluyoruz. Son yıllarda çoğu genç ‘biz neden o eski kuşaklar gibi değiliz’ diye hayıflanıyor. Oysa o kuşaklar gökten gelmedi. Yaşadıkları koşullar içinde dünya ve ülkedeki siyasi iklimin içinde oluşan fırtınalı ortamda şekillendiler. Sonraki kuşaklar da kendi dönemlerinde dünya ve ülkedeki siyasi iklimin etkisiyle şekillendi. Bugünün gençliği dünyaya gözünü açtığından beri AKP iktidarını görmüş, ilkokulu, ortaokulu, liseyi, üniversiteyi okumuş, hayata atılmış ama başka bir iktidar görmemiştir. Ama öte yandan bu gençler AKP iktidarını ülkeyi ve toplumu adım adım karanlığa gömen bir iktidar olduğunu, görmüştür. Gezi direnişinde liseli gençler kendi okullarının adı olan pankartlar da taşıyarak azımsanmayacak kitleler halinde katılmış, iktidarı protesto etmiştir. Gezi’deki gençlik tablosundan memnun olmayan AKP; gençliği kazanmak için “Dindar nesiller yetiştirme” amaçlı olarak bir girişim başlatmış ama sonraki yıllarda başarısızlığını olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştır. 2023 seçimi öncesinde yapılan anketlere göre 18-29 yaş arası gençlerde AKP yüzde 19 destekle üçüncü parti durumuna düşmüştür. İmam Hatipler iktidarın onca desteğine karşın kontenjanları dolmayan, giderek öğrenci sayısı azalan okullar olurken, deizmin de yayıldığı okullar olduğu itiraf edilmiştir. AKP’nin gençlikle ilgili hedefleri ele alındığında bu gençlik kuşağı kayıp kuşaktır! Gençliğin ileri kesimleri içinde hiç kuşkusuz marksizme yönelme işçi sınıfı halkın sorunlarıyla ilgilenme, antiemperyalist mücadele, özgürlük ve demokrasi mücadelesi etrafında oluşmuş mücadeleyle, sosyalizm ve marksizme ilgi hiç de küçümsemeyecek düzeydedir. Gençlik hakkında karamsarlık duyan eski kuşak devrimciler olarak, gençlerin bilgiye ulaşma biçimlerini yeterince anlayamadığımız için onları anlamakta zorlanıyoruz. Kısacası şimdiki gençlerin önemli bir kısmı dünyada ne olduğunu siyasi partilerden bağımsız takip ediyorlar. Kendiliğinden bir bilinç oluşuyor. Bu bilincin siyasi bir bilince dönüştürülmesi elbette ki siyasi mücadelenin içinde sınıf partisinin ve öteki devrimci partilerin etkisiyle mümkün olacak. Bu bakımdan yeni kuşaklardan umutsuz değil, umutlu olmak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle üniversite gençliğinde, siyasi çatışmaların olduğu yerlerde az olmayan sayıda bir genç bu yönde ilerliyor. Ve sorun siyasetin görevi olarak gündemdedir.
Uzun denilebilecek verimli bir röportaj oldu. Teşekkür ederim.
Ben teşekkür ederim.
FOTOĞRAFLAR: ÖZLEM BAYRAK