Çoktan çivisi çıkmış bir dünyada yaşamak ne hissettiriyor sizlere?

İkinci Dünya Savaşı sonrasında tüm dünya en çok Yahudilere yapılan soykırımdan, mezalimden utandı, nefret etti. İnsanlık yine sınıfta kalmıştı. Milyonlarca insan ölmüş, milyonlarcası da sakat bırakılmıştı. 

2024 yılı. Dünya, Rusya- Ukrayna savaşını konuşurken şimdi de İsrail’in Ortadoğu’da sürdürdüğü mezalimle baş başadır. Öldürülen Yahudiler, öldüren despotlara dönüşmüştür. Bu döngünün kaynağında yatan nedir? Kötülük, iyilik, güzellik, çirkinlik kavramları insan için neleri ifade etmektedir? Görülüyor ki kötülük başat olmaya devam edecek.

O zaman sanatın işlevi ne? Edebiyat, sinema gibi kitlelerle doğrudan ilişki kuran onların ruhlarına hitap eden sanatlar, ‘benim artık bir derdim var’ düşüncesini temel mi almalıdır?

Agota KRİSTOF’un Büyük Defter/Kanıt/ Üçüncü Yalan adli üçlemesini okurken kötülüğün her zaman olacağını ama edebiyatın da onu hep anlatacağını düşündüm. Sorun gerçekliğin nasıl anlatılacağı ile ilgili.

KRİSTOF’un bu üçlemesindeki Büyük Defter bir annenin dokuz yaşındaki ikiz erkek çocuklarını Büyük Şehir’deki, savastan kurtarmak için anneannelerinin yanına getirmeleriyle başlar. Çocuklar ellerinde içinde giyeceklerinin olduğu kutuları ve büyük bir sözlük taşımaktadırlar. Küçük Şehir’de, yabancı bir ülkenin sınırına en yakın evlerden birinde oturan anneanne, ilk kez gördüğü çocukları istemeye istemeye kabul eder ve anne gider.

İkizler çok geçmeden çoktan çivisi çıkmış bir dünyaya düştüklerini anlayacaklardır. Bu dünyada öğretilen iyiliklerin hükmü yoktur. Hedef artık yaşamak değil, hayatta kalmaktır. Önce beden gücüyle çalışmayı ve ihtiyaçlarını karşılamayı öğrenirler. Bahçeyi sularlar, ormandan odun getirirler, balık tutarlar, hayvanları beslerler. Daha sonra ise soğuğu, açlığı, acıyı ve yaşadıkları aşağılanmaları hissetmemek için bedenlerini ve ruhlarını eğitmeye girişirler. Günlerce yemek yemezler, acıyı hissetmeyene kadar birbirlerine vururlar, aşağılanmayı duymayana kadar birbirlerine küfrederler. Neredeyse bir apati halini, bir kayıtsızlık durumunu hedeflerken sözcüklerle de ilişkilerini değiştirirler. Çünkü bu dünyada ne sevgi sözcüklerine ne de insanın insan olduğunu belli edecek duygu ve düşüncelere yer vardır; yani sözcüklere karşı da dayanıklı olmaları gerekir. Tavan arasında oturup cümleleri her türlü duygu, düşünce, muhakeme ve yargıdan arıtıncaya kadar düzelttikleri notları tutarlar. Bu notlar adeta bir zabıt niteliğindedir ve anlarız ki elimizdeki metin, Büyük Defter aslında tutulan bu notlardan ibarettir. Notların anlatıcısı ise hep birinci çoğul şahıs zamiri “biz” ve şimdiki zaman kipinde konuşur.

Kendilerine göre bir hayat kurduklarını düşünen ikizler daha sonra “adaleti” tesis etmek için çalışırlar. İşe önce pedofil papazdan başlarlar ve şantaj yaparak istismar ettiği kıza ve annesine para yardımı yapmasını sağlarlar. Ama cezalandırması gerektiğine inandıkları insanlara ağır fiziksel zararlar vermekten de uzak durmazlar. Papazın hizmetçisi, şehirden geçirilerek toplama kamplarına gönderilen Yahudilerden birine önce bir ekmek parçası uzatıp sonra da alay ederek kendi yediği için  sobadaki bir patlamayla ağır yaralanır.

Gerçekliğin nasıl anlatılacağı ile ilgili yüzlerce metin karşılaştırmalı olarak verilebilir. A. KRİSTOF’un bu metni gerçekliğin anlatımı ile ilgili tabii ki ilk ya da son örneği değildir. Ancak kabul edilmelidir ki bu metin kısa, yalın anlatımı, tüm süslerden arınmış haliyle insanı şaşkına çevirmekte ve yine metnin içine insanı alarak, kötülük bu, demektedir. Klasik metinlerdeki oluşan algılarımızı da yerle bir etmekte sınırları çizilemeyen minör bir anlatımla okuyucuyu allak bullak etmektedir. Yersiz yurtsuzlaşmanın dili de diyebiliriz buna. 

Büyük Defter’de savaşın bitimine doğru olanlar okuyucuyu daha çok çileden çıkaracaktır. Çünkü aktarılan vahşet tek başına değil, “biz” olarak yaşanmaktadır. Metinde kullanılan duygulardan arındırılmış, indirgenmiş ve çıplak dilin sarsıcı bir etki yaratması ise ilk bakışta bir paradoks gibi görünebilir, ama dilin tam da bu özellikleri anlatımı sınırlandırmak yerine aktarılan vahşetin “objektif” olarak gözlemlendiği izlenimini verir. Hemen hemen bütün akışta kullanılan şimdiki zaman kipi ise her şeyin şu anda ve gözümüzün önünde cereyan ettiği hissini yoğunlaştırarak metnin etkisini artırır. Kanıt ve Üçüncü Yalan bölümlerinde anlatıcı değişse de çıplak dilin sarsıcılığı hep sürer. 

 Bu kitapta anlatılanların adını ne koyarsak koyalım, Kristóf’un “insanlık dışı” olarak niteleneni insana dahil etme çabasını görmezden gelemeyiz. İnsanın çoğu zaman ortaya çıkan karanlık yüzü, insan ruhunun ikili yapısı ve iyi kadar kötüyü de öğrenmeye muktedir olduğu savları Ágota Kristóf’un temel savları gibi görünmektedir. Ama bunların da ötesinde, Kristóf’un derdi insan doğasını ve kültürel bir varlık olarak insanın varlığını sorgulamaktır. 

Dünya Agota’nın dili gibi olsaydı daha güzel olur(muy)du?

***

Acıların Estetize Edildiği Bir Dünya…

İnsanoğlu Savaşla Beslenıyor, İyi Ki Edebiyat Var.

Emel Kadör

“Yolculuklar başlamaz, yürek çağırmasa” diyor ya Nazım bir şiirinde, beni de Berlin, Prag çağırdı sanki, uzun zamandır düşlenen bir gezi hayalim gerçekleşti eylül ayında, Avrupa’yı seller götürürken. Neyse ki ılık bir sonbahar akşamı vardı, demir ağlarla örülen kentte. Savaş sonrasının suskun ve karanlık caddelerindeki metro, tramvay, tren hatlarına yoğun trafikte araba farlarının ışıkları vuruyor. 

Nedim Gürsel’in Çıplak Berlin’i eşlik ediyor bana. DAAD’ın konuk yazar olarak davet ettiği Gürsel’in, bir yıl ağırlandığı Berlin’de yazdığı anıları, izlenimleri okuyorum yeniden. 

“1985’te İlk gelişimde Duvar kenti ikiye bölüyordu.” diye başlıyor kitap. Bu satırların yazılmasından çok değil dört yıl sonra hiç kimsenin tahmin edemediği bir anda Kasım 1989’da yıkılıyor duvar. 

Rakamlar farklı; kimine göre 89 kimine göre 289 kişi ölmüş Duvar’ı geçmeye çalışırken. Duvarın iki tarafında farklı yönetim sistemleri içinde birbirinden yoksun kalan aileler ve birbirinden koparılan bir halk. Bir gecede örülen 46 kilometrelik bir duvar. Yıkıldıktan sonra üç kilometrelik bölümü bırakılmış, unutulmasın diye. Nedim Gürsel duvardan atlayanların hazin öykülerine de yer veriyor kitabında.

Otobüsten inip duvarla karşılaşınca bir süre kalıyorum. Duvar boyunca yürümeye başlıyorum. İnsanlar akşam alacası içinde telaşsız adımlarla geçiyor yanından duvarın. Turistler kocaman gülümsemelerle fotoğraf çekiyorlar bir zamanların “Utanç Duvarı” anın önünde…

Okuduklarım, izlediklerim, dinlediklerim resimler halinde akıyor belleğime. 

Berlin için büyük önemi olan Splee nehri şehri boydan boya geçerken ikiye ayrılıp önce Havel nehri ile sonra  Elbe  nehri ile birleşerek Kuzey Denizine dökülüyor.

Biraz ötedeki köprünün önünd Amerikalı bir sanatçının yaptığı Molekül Adam (Molecule Man)  heykelinin her zerresinden yansıyor batan  güneşin ışıkları.30 metre yüksekliğindeki üç erkek figürden oluşan anıt eski, bağımsız üç Berlin bölgesini, üçünün birleştiği noktada temsil ediyormuş. 

İlerliyorum nehre doğru. Güneş gitmeye hazırlanıyor. Bir gitar tınısına eşlik ediyor kızlı erkekli bir genç grubu. Kafeler dolu. Basamaklarda oturanların çoğu öğrenci sanki, çantaları sırtlarında, gözleri telefonlarında. Biraz ötede bir çift coşkuyla kucaklaşıyor. Barışı soluyor gençlik, ne güzel!

Rosa’nın hayali geliyor gözümün önüne. Berlinli Ophelia bölümünde, 1919’da Spartakist ayaklanmasının başını çeken Karl Liebnecht ile Rosa Lüksemburg’un tutuklanmalarını anlatıyor Gürsel. Eden Oteli’nde sorguya çekilen ikiliden Karl’ı kurşunla öldürürler. İçi devrim ateşiyle yanan, gerçekte bir karıncayı bile ezmekten aciz Rosa Lüksemburg’un yüzünü parçalayıp ensesine bir kurşun sıkıp nehre atarlar. 

“En küçük şeyler beni böylesine allak bullak ettiğine göre, hastayım herhalde. Bilir misiniz, çoğunlukla kendimi bir insan gibi değil de insan biçimine girmiş bir kuş ya da hayvan gibi hissederim. Aslında buradaki gibi, bir bahçedeyken ya da kırlara çıkıp böcek sesleri arasında kendimi bir parti kurultayındakinden çok daha rahat hissediyorum. Bunu çekinmeden söyleyebilirim size, davaya ihanet ettiğimi sanmazsınız nasıl olsa. Bilirsiniz her şeye rağmen görev başında, bir sokak çatışmasında ya da darağacında can vermek isterim. Ama benliğimin derinliklerinde, “partili arkadaşlarımdan”dan çok, baştankara iskete kuşlarıma yakınım.”

Roısa Lüksemburg başına gelecekleri önceden biliyormuş gibi bunları yazmış bir mektubunda, diyor Nedim Gürsel.

Berlin’de yaşayan yazarlar Demir Özlü, Aras Ören, Erden Kıral’la arkadaşlıkları, sohbetleri de ilginç notlar barındırıyor. Aras Ören’in Kaş’a yerleşmek istediği dönemler, ama Berlin’den de kopamıyor bir türlü diyor Nedim Gürsel. Yurt dışında yaşamak zorunda bırakılan edebiyatçıların hüznünü duyumsuyorum mahcubiyetle. 

Kafka’nın Berlin Günleri başlığında; Praglı yazarın, Berlin’de yaşayan sevgilisi Felice’ye yazdığı mektuplardan söz ediyor Nedim Gürsel. Bu mektupların ve Berlin’in Kafka’nın yapıtları üzerinde etkili olduğunu düşünüyor. Kafka Felice ile tek yakın dostu Ma Brod’un evinde tanışıyor. 

Yaşamının son yıllarında bu kez kendinden yirmi yaş küçük Dora Diamant’la evlenip buraya yerleşmek istiyor Kafka. Hayatı hep huzursuzlukla, “babanın gölgesinde ve ondan korkarak, peşini bırakmayan bir karabasan gibi babayla hesaplaşarak geçen” bir ömür Kafka’nın hayatı. Nedim Gürsel bu bölümde yazarla kendi yaşamı ve duygularını karşılaştırıyor. Kimi farklılık, benzerlik çizgisinde itiraflarda da bulunuyor. 

Orada yaşayan Türklerin ne yazık ki gerçek anlamda edebiyatımıza yansımadığını düşünüyor Nedim Gürsel. Kreuzberg, Duvar’dan önce Almanların rağbet etmediği, Türklerin yerleştiği bir semt. Türk Mahallesi.  Duvarın yıkılmasından sonra bu semt, bugün yine Türklerin yoğun yaşadığı, küçüklü büyüklü restoranların, kafelerin, işletmelerin olduğu Berlin’in en canlı yerlerinden biri. Yurttaşlarımız kendi hikayelerini yazmaya devam ediyorlar.

Sanatçılar tarafından bir tarafı sanat eserleriyle donatılan Duvar, Yahudi Anıtı, Checkpoint Charlie kontrol noktası, duvarın küçük parçalar halinde satışa sunulan hediyelik ürüne dönüştürülmesi, birer turizm objesi olması içimi acıttı. Acıların estetize edildiği bir dünya… 

1 Ekim 2024, İran Telaviv’i füzelerle vuruyor. Tüm dünya bu anları film izler gibi televizyonlardan izliyor. İnsanoğlu savaşla besleniyor. İyi ki edebiyat var. 

Berlin’i gezerken Nedim Gürsel’in satırları ile arkadaşlık ettim. Kitapta Alman Edebiyatçıları, Almanya’nın Duvar öncesi ve sonrası kültürel, sosyal yaşamına ait yazdıkları, yaşanmışlıklarla bezenmiş denemeleri bugün de zevkle okunuyor. 

Çıplak Berlin; bir şehirle birlikte Nedim Gürsel’in yazma, üretme sürecindeki duygularını içtenlikle  anlattığı bir yapıt.

Çıplak Berlin

Nedim GURSEL

Doğan Kitap

***

Hikâyelerin Büyüsü

Savun Sevdam Sen Savun

Kızın yuzu ince, duruydu. Alnında sevebilmenin onuru parlıyordu. Delikanlı da, göğüs kafesinde sıcacık bir kuş taşıyordu. Çok az konusurlardı. Sessizliklerin değerini verirlerdi. Hiçbir şeyi gürültüye getirmek istemediklerini sanırdınız. Sokaktan her geçişte bir kez, karşıdaki duvarın üstüne, akasyaların altına otururlardı. Yazdan kışa dogru, dalların, yaprakların, ikisinin de yüzüne vuran nakışı sürekli değişmişti. Değismeyen ayaküstü harcanmayan sözler boyunca üstlerine çöken çocuksu ciddilik, yanaklarına yüyüyen alacalı pembelikti. Gencecik yaşlarına uygundu. Gelecek günler, sevdalarına baskın değildi. Ne bir avcıydı kaygı, ne de av.

Adalet AĞAOĞLU

Yüksek Gerilim

***

Yazarın Büyüsü

Bugün ben, hattâ yeniden beslenmek için dönüp dönüp Tolstoy’un Savaş ve Barış’ını, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ını, nasıl desem meselâ Günter Grass’ın Teneke Trampet’ini Orleans Dükü’nün özel sekreteri subaydan yazar Choderlos de Laclos’un Tehlikeli Alâkalar’ını okuyor, okumak istiyorsam bu herhalde yaşadıkları dönemi, günübirlik olup bitenleri estetik boyutlarla ruhuma ve beynime nakşettikleri için oluyor. Alegorileri bugünkü gözlüğümle ufku daha geniş biçimde anlamlandırabiliyorum. İçinde yaşadığım zamanın zihniyetini daha derinliğine kavrayabiliyorum. Hattâ “Aaa, Stendhal bizim çıkarcı-dönek Şefik beyi tanımış mıydı ki Julien Sorel’i böyle yazabildi!” gibi bir şeyler dediğim de oluyor. Hattâ durup dururken Tarık Buğra’nın romanlarından ‘Firavun İman’ındaki ruhunu şeytana satmış Yusuf ‘bey’ aklıma düşüvermekte... 



Yok canım, zamanın ilerlemesi günceli anlatan eserlerin mutlaka eskimesine, yok olup gitmesine yol açmaz. Taş değerliyse değerlidir. Zaman ilerledikçe değeri de artar. ‘Tarihle oynamayı’ göze almak gerekir; ‘Ateşle oynama’ tehlikesini içerse de geleceği hayal etmekte çok işe yarayabilir... 

Adalet AĞAOĞLU

***

Anne Baba Kütüphanesi

Doç. Dr. Ümüt Arslan/ Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın/ Psikolog Seray Bingöl

“Sevildiğini bilen çocuk, kendine güven duyar ve daha mutlu olur.”

Yazar, çocukların farklı yaş gruplarında nasıl düşündüklerini, hissettiklerini ve tepkiler verdiklerini detaylı bir şekilde açıklar. Aile içindeki iletişimin ve ebeveyn tutumlarının çocukların kişilik gelişimi üzerindeki etkilerini irdeleyerek, öfke nöbetleri, kıskançlık ve kardeş rekabeti gibi sıkça karşılaşılan davranış problemlerine yönelik pratik öneriler sunar. Ayrıca, çocukların yaşadığı travmalar, kaygılar veya öğrenme güçlükleri gibi sorunlar karşısında nasıl bir terapi ve destek sağlanabileceğine dair yol gösterir.

Kitap, çocuğun doğumdan itibaren kişilik gelişiminin nasıl şekillendiğini ve bu süreçte anne baba tutumlarının önemini vurgular. Ayrıca, ergenlik dönemindeki kimlik karmaşası, aile ve toplumla çatışmalar, duygusal iniş çıkışlar gibi konuları ele alarak, ebeveynlere çeşitli ipuçları verir. Çocuklarda ve ergenlerde sıkça karşılaşılan davranış problemleri, yalan söyleme, saldırganlık, dikkat eksikliği ve hiperaktivite gibi sorunların arka planı incelenir ve bu durumlarla başa çıkabilmek için öneriler sunulur.

Kitapta ayrıca, çocuklarda görülebilecek depresyon, kaygı bozuklukları ve öğrenme güçlükleri gibi psikolojik sorunlar üzerinde de durulur. Bu sorunların belirtileri, nedenleri ve başa çıkma yöntemleri detaylı bir şekilde açıklanır. Saygılı, ailelerin profesyonel yardım almasının önemini vurgularken, psikolojik destek süreçlerinde ebeveynlerin nasıl bir rol üstlenebileceğini de anlatır.

Bu kitap ebeveynlerin çocukların ruhsal gelişim süreçlerini derinlemesine anlamalarına ve bu süreçlerde daha bilinçli ve etkili bir şekilde rol alabilmelerine yardımcı olacak kapsamlı bilgiler sunan bir eserdir. Ebeveynler, çocuklarını daha iyi tanımaları, onlarla sağlıklı bir iletişim kurmaları ve zorluklar karşısında nasıl destek olabilecekleri konusunda yol gösterilmektedir.

Çocuk Psikolojisi, Sefa Saygılı, 144 Sayfa, Nesil Yayınları, 2007 


 

Kaynak: HABER MERKEZİ