Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

Aslında Narin gibi biz de bugün çuvala sarılıp suyun dibine bırakıldık ve çürümeye terk edildik.

“Pencerelerin öyküleri yaşamın tüm sırlarını içinde saklar. İddiasız, mütevazı ama derin anlamlar taşıyan ve kurgusuz gelişen hayatlar, sayısız pencerede bir hayal gibi oynar biter. Kiminin, zaman zaman da olsa seyircisi vardır, ama çoğu bomboş bir salona açar perdelerini.”

Mine Söğüt, Beş Sevim Apartmanı

Kadınlar susturulurken, çocuklar ölürken, toplum sadece izler. Narin Güran’ın trajik ölümü, yalnızca masum bir çocuğun kaybı değil, tüm bir toplumun karanlık yüzünün ortaya dökülüşüdür. Kadınlar susturulurken, tıpkı yok edilen doğa gibi, toplumun gözleri önünde tüketilip değersizleştirilirler. Kadın cinayetlerine karşı sergilenen bu sessizlik, bir toplumun kendi çürümesine göz yummasının en grotesk ve acımasız yansımasıdır. Narin’in cansız bedeniyle birlikte, toplumun da vicdanı çuvala sarılıp suyun dibine bırakılmıştır. Bu ölüm, kolektif suçluluğun en çıplak ve en rahatsız edici aynasıdır.

Bir gazete haberinin toplumsal bir cinnet ve bir nevi el birliğiyle işlenmiş cinayetin tüm ahlaki örüntülerini bugün sıradan bir adliye haberi olarak okuyoruz: “Diyarbakır'ın Bağlar ilçesine bağlı Tavşantepe Mahallesi'nde 21 Ağustos günü kaybolan Narin Güran'ın cenazesi, bu sabah köye yaklaşık 1.5 kilometre mesafede bulunan ve daha önce üç kere ayrıntılı arama yapılan Eğertutmaz Deresi'nin kenarında bulundu.

Narin Güran soruşturması kapsamında köyün muhtarı olan amca Salim Güran tutuklandı. Narin Güran'ın bulunmasından sonra aralarında annesi, babası, iki amcası ve bir ağabeyinin de bulunduğu 24 kişi gözaltına alındı. Narin’in amcasının mahkemedeki ifadesinin tam metni ise toplumun vicdanını sarsan sözlerle dolu: “Ben bunu açıklayamam; olay günü Narin'i görmedim.”

Aslında bu haber metni bize toplu bir ayine dönüşen “ölüm” ritüeline dair Marquez’in Güney Amerika coğrafyasındaki “olağan” ve “tanıdık” birçok benzeri ölüm ve cinayete dair yaşattığı dehşeti çağrıştırıyor nihayetinde. Yazarın “Kırmızı Pazartesi’sindeki kahramanı Santiago Nasar’ın öldürüleceğini herkesin bilip bir biçimde kimsenin müdahale edememesi ve karşımıza çıkan kollektif suskunluk, kendi taşramız adına da oynanan kalabalık bir suskunluk ayinini hayli hayli anımsatıyor. Bu sefer de Narin Güran’ın ölümüyle toplum bir kez daha suça ortak olur, yalnızca seyirci kalmıştır. Ölüm pornografisi, ekranlarda izlenen trajedilerin ötesine geçemez, toplumu derinden sarsmaz hâle gelirken Narin’in öldürülüşü, yalnızca bir kız çocuğunun hayatının değil, aynı zamanda toplumun ahlaki çürümesinin de sembolüne dönüşüverir. Kadınların, çocukların gün be gün yok edilişi de sıradanlaşmış, grotesk bir oyun haline gelmiştir. Toplum, bu trajik ölümleri izlerken bu anlamda kolektif suça da sessizliğiyle ortak olur.

Latife Tekin’in Sevgili Arsız Ölüm'ündeki Dirmit, tıpkı Narin de köydeki ve birçok köydeki kız çocukları, kış kardeşleri gibi toplumun kıyısına itilmiş, susturulmuş bir figür. Dirmit, büyüyen bir toplumda kendine yer bulmaya çalışırken Narin’in çürümeye terk edilen bedeni, bu eril düzenin kadınlara yönelik tahakkümünün en acı göstergesi üstelik. Narin, yalnızca bir çocuk olarak değil, aynı zamanda yok edilen dişil bir dünyanın sembolü olarak görülmeli bu açıdan. Bu trajik örgünün bir benzer örneği olarak kurmaca dünyadaki başka bir yansıması sayabileceğimiz Mine Söğüt’ün Gergedan’ında da yer alan karanlık atmosferde toplumun belleğinde kazılı kalan eski ve yeni yaralar, bir medyatik seyir olarak sunulmasına alıştığımız kadın cinayetlerinin benzer bir grotesk yansıma olarak yorumlanması da elzem üstelik. Yazarın bu kitabında Deli Kadın Hikâyeleri’nin izinden giderek yüksek gerilimli diliyle güncelliğe ilişkin getirdiği dişil ve eleştirel bakış açısı kaçınılmaz olarak biz okurları sarsıyor. Yazar bir nevi kitapta bir ateş yakarken sanki hâkim ve ürkütücü karanlık dağılıyor zihnimizde bir nebze üstelik.

"Arada bir kedi eziyorsun. Sonra bir sincap. Sonra bir kirpi. Sonra köpek. Sonra ne olduğu anlaşılamayan şey. Sonra bir gelincik. Geç. Bir tilki. Geç. Bir kaplumbağa. Geç. Bir tavuk. Geç. Bir kertenkele. Geç geç. Bir yılan. Geçiniz. Bir kunduz. Geçiniz. Bir ceylan. Bir gelincik. Onu da geçiniz. Bir inek. Geç. Bir koyun. Geç. Bir devekuşu. Geç geç geç. Bir ejderha. Geç geç.

Bir Zümrüdüanka eziyorsun.

Geçiyorsun.

Bir gergedan eziyorsun.

Geçiyorsun.

Yeryüzünün gerçek tanrıları tekerlerinin altında, bağırsakları dışarıda. Herkesle beraber irili ufaklı kan lekeleri bıraka bıraka ardında işe gidip geliyorsun.”

Ekofeminist bir perspektiften bakıldığında da Narin’in çürüyen bedeni, kadının ve doğanın nasıl aynı şekilde tahakküm altına alındığını gözler önüne seriyor. Bunu somutlamak gerekirse Latife Tekin’in tüm metinlerinden söz etmek de olası. Onun Buzdan Kılıçlar, Zamansız, Sevgili Arsız Ölüm ve Berce Kristin Çöp Masalları’nda temelde dişil bir dil arayışı, doğanın ve kadının eril iktidar tarafından nasıl sömürüldüğünü benzer trajedi kurgusuyla ördüğünü söylemek yerinde olacak. Hatta Latife Tekin’in eserleri çevre, doğa ve annelik temaları üzerinden dişil bir yazınsal ve politik inşa sunar. Doğa gibi kadın da tahakküm altına alınmış, tüketilmiş ve değersizleştirilmiştir. Narin’in bedeni, bu çürüyen düzenin en trajik simgesidir. Üç kardeşin (Hazmi, Mesut ve Hallihan ) ve yakın arkadaşları Gogi çevresinde “pılık pırtık adamların”, “batık şirketlerin”, “sınıf atlama hezeyanlarının”, varsıllık-yoksulluk çatışmasının penceresinde gecekondudaki insanlar dişil bir bakışın izinde aktarılır bu sefer de.

Sevgi Soysal’ın Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, Yürümek, Tane Rosa gibi yapıtlarında Tutkulu Perçem'den Hoşgeldin Ölüm'e dek uzanan yazarlık çizgisinde görebildiğimiz tüm kişisel tedirginlikler giderek yerini siyasal ve toplumsal bir başlık dahilinde kadın olmanın, sorgulayıcı bir gözle mercek altına alınışı belirginleşir. Soysal, o dönemde genelde katı bir anlayışla algılanan birey-toplum çatışmalarını, "canlı" insan ilişkileri örneğinde canlandırırken hiç kuşkusuz "Düzenin", sadece rejim düzleminde değil, gündelik hayat düzlemindeki tahripkarlığını ve "anlamsızlığını", ince bir alaycılıkla resmetmeyi başarır hatta. Yaşam öyküsüyle paralel gelişen Sevgi Soysal'ın yazma sürecini de kalıcı kılan tam da Mine Söğüt, Latife Tekin’deki gibi kapatma ve susturma anlayışıyla şekillenen “kadın”ı eve hapsedip toplumun kenarına, zihin gettolarındaki eşitsiz ilişkilenmenin edilgen bir parçası olmaya iten bir süreçtir. Narin’in ölümünde de bu kısıtlama ve yok etme mekanizması açıkça görülür aslında. Anneler, çocuklar, amcalar, babaların bir öğrenilmiş çaresizlik dahilinde inşa ettiği, kolektif hafızayla her daim yeni kuşaklara aktardığı “kutsal aile miti” altında gizlediği çürümüş yapılar, kadınların ve çocukların korunamayıp kurban edildikleri kökleşmiş, çatallaşmış bir düzendir söz ettiğimiz.

Kırmızı Pazartesi’nde Nasar’ın faillerini herkesin bildiği suça toplumun tanıklığı ve elbette izleyici konumu bugün ekranlarda “Narin”in hikayesinin ele alınışı ve yansıtılılışıyla da benzerlik gösterir aslında. Santiago Nasar’ın grotesk ölümü gibi Narin’in öldürülüşü de grotesk bir karnaval atmosferi yaratıyor bugün. Toplumun ölümle, suçla ve cinayetle olan ilişkisi, bu olaylar karşısındaki sessizliği ile daha vahim bir hâl alırken Bahtin’in karnavalesk dünyasında olduğu gibi, ölüm ve yaşam iç içe geçerek toplumsal değer algılarımızın ikiyüzlülüğü daha fazla suratımıza çarpıyor elbette. Beş Sevim Apartmanı’nda olduğu gibi cinleri aleminde, masallarda gezinircesine odalarımızda pencerelerimizden acayip öykülerin dinleyicisi gibiyiz ekrandaki “ölüm pornografisi”yle bir nevi tatmin olurken.

Ez cümle, dün olduğu gibi bugün de kadınlar, çocuklar susturulurken, kentlerin gettolarında, ülkelerin taşrasında “gelinlik” düşleri kurdurulan kız çocukları ölürken toplum olarak izleyici kalmamış Mine Söğüt, Latife Tekin gibi yazarların kadınlarının çığlıklarına sessiz kalışımızın bir sonucu sanki. Toplumsal çürümenin yine Söğüt’ten bir alıntıyla “Ahlak Belanızı Versin” göndermesi eşliğinde hem kadınların hem de çocukların sessizce ölüme terk edilişine tanığız. Aslında Narin gibi biz de bugün çuvala sarılıp suyun dibine bırakıldık ve çürümeye terk edildik belli ki.

***

Kötülük hep ne kadar yakınımızda, kötülüğün maskelerı ne çok

Hazırlayan: Emel Kadör

Konya’da doğan, çocukluğu ve gençliği Ankara’da geçen Kadire Bozkurt, Hacettepe Üniversitesi Meslek Yüksek Okulu ile Anadolu Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünden mezun. Halen Bursa’da yaşıyor. Öyküleri; Notos, Varlık, Kitap-lık, Hece, Sözcük, Edebiyatist gibi pek çok dergide yer almış.

İlk öykü kitabı Küçük Dertler 2015’te okurla buluşmuş. 2017’de Bir Kalbin Boyutları’ndan sonra 2022’de yayımlanan Buzkandilleri ile Vedat Türkali Öykü Ödülünü* kazanmış. (*Vedat Türkali Edebiyat Ödülleri, 2020’den beri Samsun’un Atakum Belediyesi tarafından düzenleniyor.)

Kadire Bozkurt, yaşamın akışında gelişen el atılması zor konuları, akış içindeki ayrıntıların farkındalığıyla abartıya kaçmadan, eğip bükmeden kalemine getiriyor. Görünenleri ve görünenlerin arkasındaki gerçekleri, içimizden biri gibi anlatıyor. Bireyin birlikte yaşamdaki sancılarının nedenlerini dramatize etmeden, o sancıların bazen ne kadar kolay çözümlenebilecek konulardan kaynaklandığını sezdiriyor.

Bazen bir buzdolabı, bazen bir kaplumbağa, bazen bir horoz figürü ile yol alsa da hikâye, insanların birbirleriyle kurduğu bağlara aracılık ediyor her şey. 

Öykülerin geçtiği mekanları, çevreyi canlı betimlemelerle çizerken doğayı tüm sesleri ile yerleştiriyor kurgusuna. Doğa ile içten bağı var Bozkurt’un. Pek çok öyküsünde doğa, Kaplumbağalar’da olduğu gibi, metni tamamlayan bir unsur olarak önemli bir yer tutuyor. Doğadan kopan, kentte yaşayan kişilerin ayrıldıkları yerle bağlarını sorgularken toprağa bağlı kişilerin ruh dünyalarını da gözden kaçırmıyor. 

Kitapta on altı hikâye var. İlk hikaye “Ava Ne Olduğunu Bir Türlü Anlamıyor”da; sabah işe gider gibi çıkıp üç-beş ay eve uğramayan bir adamın evlendikten sonraki daralmasını ele alıyor. Babası “Kızı boşandı dedirtmem!” dediği için ne olduğunu anlayamadan oradan oraya sürüklenen, aklı kloş elbisesinde takılı bir eş ile özlemle kucaklanmayı bekleyen çocukların durumunu mahalle yaşamı çerçevesinde evin küçük çocuğunun gözünden incelikle anlatıyor yazar.

Kahramanları ağırlıklı olarak kadın. Günün getirdiklerine teslim olmuş, bunun dışına çıkamayan, sorunlarıyla debelenen, her yaştan kadınlar ve çocuklar üzerine kurulu öyküler. Erkekler,dedeler de  var elbette. Kimi suskun, kimi baskın, kimi edilgen, kimi inatçı. 

Sangria’da; özel bir çocuğa nasıl eğitim verecekleri konusunda desteksiz kalan bir ailenin çaresizliğini; Sığırcıklar hikayesinde, bir çocuğun saf dünyasındaki haklı karşı çıkışı, kabul görememek kaygısıyla sürdüremeyip sonunda tamamen suskunluğa evrildiğini toplumsal bir tespit gibi imliyor yazar.

Blob’da; tecavüz ortaklığından sonra etiketli yaşamlarına hiçbir şey olmamış gibi devam eden; utancıyla yüzleşmeyen kişilerin riya dolu evlerine giriyor; büyük kentlerde, yanı başımızdaki siteye taşınan ‘şirin, tertemiz çocuklar’ dediğimiz komşularımızı anımsıyor ve kötülüğün hep ne kadar yakınında olduğumuzu bir daha düşünüyoruz. Kötülüğün maskeleri ne çok…

Utanç ile Koltuklar öykülerinde ensesti, Korku’da intiharı, Yolculuk’ta ikiyüzlülük sarmalındaki evlilikleri, Sağlam Olanı Kesin’de kısır aile çekişmeleri altında kalanları işliyor.

Saygıdeğer Bir Kadın’da; kentte olsun kasabada olsun, tek başına ayakta durmaya çalışan kadınların yaşadıkları zorluklarda ne kadar yalnız olduklarını duygu sömürüsüne düşmeden bir ayna tutar gibi gösteriyor Kadire Bozkurt.

İçine doğulan çevrede; aileden çocuğa, kuşaktan kuşağa aktarılan değerler biçimlendiriyor kişiliği. İyiyi, güzeli, merhameti de haksızlıkları kabul edip susmayı da böyle öğreniyoruz. Bulunulan ortamın, ailenin, toplumun baskısı; yanlışlar karşısında bireyin öğrendiği değerleri değiştirmesine ne yazık ki olanak vermiyor. Karşı çıkmak cesaret istiyor. Cesaret de yalnızlığı getiriyor.

Buzkandilleri’ndeki öyküler bu sorunların irdelendiği yaşantılardan kesitler sunuyor.

Kadire Bozkurt, dikkatli bir gözlemle art alanına yerleştirdiği pek çok insan halini; yalın dili ve akıcı anlatımı ile okura geçirmeyi başarıyor.

Kahramanların kimi kabullenişi, kimi her şeye karşın kendini gerçekleştirmeyi seçse de hiçbiri mutlu olacağı bir noktaya ulaşamamış bireyler. Mutluluk ya da mutsuzluğun salt bireyin yeğledikleriyle sağlanabilen bir şey olmadığını söylüyor öyküler. Umut var mı sorusu geliyor hemen akla. Elbette, kalemler yazdıkça umut hep var.

Sığırcıklar’ın ipini çekmeyecek cesareti yakalayacak bir gün çocuklar.

Kitaptan bir bölüm: “Hayatım sözcüğü, yumurta kartonlarından yapılmış gibi kof, gözenekli. Boşlukta asılıp kalıyor bu yüzden. Nedim ne zaman hayatım dese, hava bir iki derece soğuyor. Yalnız ben değil herkes farkında artık. Nedim masada, çok içtin hayatım, demişti yalnız. Kardeşim mutfağa gelip. ‘Neyiniz var sizin, demişti. O zaman düşünmüştüm. Başkalarına nasıl açıklanabilir? Film bittiği halde perdeye bakıp duruyoruz, demeyi geçirmiştim içimden, iyiyiz demiştim. Çünkü herkes yalnızca bunu duymak ister.” (Yolculuk’tan)                                                                                    

***

Hikâyelerin Büyüsü

Sevgisiz

“Ağlamak istiyorum yeniden; aglayabilmek! Sevmek bu kadar mı zor?” diye bağırdım sokak ortasında. Yanımdan gelip geçenler, kafalarını bile kaldırmadan, “Manyak mı ne?” diye söylendiler birbirlerine. Kaldırıma oturup ayaklarıma sürtünen kediyi okşamaya başladım mırıltılı sevinçlerle

                                                                                                                          Fergün ÖZELLİ

                                                                                                                          SARHOŞ KAPI

                                                                                                                              Can yay.

***

Yazarın Büyüsü

 CNBC isimli televizyon kanalında, bir iki sezondur gösterimde olan “Vikings” dizi filminden bir alıntı düşeyim şuracığa: “Güç, sarhoş edici ve büyüleyicidir oğlum; işte o yüzden hep kaçtım ondan. Çünkü gücü kazanmak, başkalarının karşısında eğilmeyi de beraberinde getirir.” Evet, kesinlikle katılıyorum bu cümleye… Sarhoş Kapı’da yer alan öykülerin odağında bulunan kişiler de büyük bir yüzdeyle iktidarın yanında durmayan kimseler. Çünkü iktidar, aşağılık duygusuyla erişilmeye çalışılan korkunç bir bencillik ve tedavisi mümkün olmayan bir zavallılıktır aslında. Onu elinde bulundurmaya çalışan ve iktidar nimetlerinden yararlanmak isteyen kesimlere bazen uzun bazen kısa zevkler taşır. Ama doğada hiçbir iktidar sürekli değildir, anlıktır. İktidar, ya örgütlenmiş bireysel, toplumsal direnişlerle ortadan kaldırılır ya kendi içindeki iktidar savaşlarıyla erir; bazen de doğanın (herkese eşit uzaklıktaki) o acımasız adaletiyle. Ama şu da bir özeleştiridir: yeni bir kitap iktidardakileri anlatmalıdır mutlaka.

Fergün ÖZELLİ

***

Anne Baba Kütüphanesi

Ana Baba Okulu

Hazırlayanlar: Doç. Dr. Ümüt Arslan/ Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl 

“Anne ve baba, öyle bir ortam hazırlamalıdırlar ki, çocuk sanki her zaman anne ve babası yanındaymış gibi kendini güvenli, hiç yanında değilmiş gibi özgür hissetsin.”

Ebeveynlik, bir çocuğun fiziksel, duygusal, zihinsel ve sosyal gelişimini desteklemek ve yönlendirmek amacıyla gerçekleştirilen sorumlulukların bütünüdür. Bu süreç, çocuğun temel ihtiyaçlarını karşılamaktan, ona güvenli bir ortam sağlamaya, sevgi ve güven duygusunu aşılamaya kadar geniş bir yelpazeyi kapsar.

Teoride ebeveynlik ile ilgili her türlü bilgiye erişmek kolayken, pratikte birçok ebeveynin sorunlar yaşadığı ve bu sorunlar ile ilgili çözümlere erişmekte zorlandığını biliyoruz. Dr. Haluk Yavuzer’in bu konuda ebeveynlere destek olmak için ebeveynlik ve çocuk eğitimi üzerine yazdığı önemli rehber niteliğinde olacak kitaplardan biridir Ana Baba Okulu…

Bu kitapta, çocukların fiziksel, zihinsel ve duygusal gelişimlerine katkı sağlayacak doğru ebeveynlik yaklaşımları ele alınır. Yavuzer, ebeveynlerin çocuk yetiştirme süreçlerinde karşılaşabilecekleri zorlukları ve bu zorlukları aşmak için kullanabilecekleri yöntemleri anlatır.

Kitapta, çocukların farklı gelişim dönemleri (bebeklik, okul öncesi, ilkokul yılları ve ergenlik dönemi) ayrıntılı bir şekilde ele alınır. Her bir dönemin kendine özgü ihtiyaçları ve sorunlarına odaklanırken, ebeveynlerin çocuklarını anlamak için bu gelişim evrelerini iyi bilmesi gerektiğini vurgulanır.

Çocukların dönemsel ihtiyaçlarının kökenini öğrettikten sonra en önemli olgunun ebeveyn-çocuk arasındaki iletişim olduğunu savunur Yavuzer. Çocukların duygularını ve düşüncelerini özgürce ifade edebilmeleri için ebeveynlerin onlarla sağlıklı ve açık bir iletişim kurması gerektiğini söyler.

Kitap, çocukların sorumluluk almayı öğrenmelerinin önemini vurgular. Ebeveynlerin çocuklarına kendi kararlarını alma ve sorunlarıyla başa çıkma fırsatı tanımaları gerektiği anlatılır. Bu süreçte rehber olmak, ancak onların bağımsızlıklarını kısıtlamamak önemlidir. Burada sınırların nasıl koyulması gerektiği ve çocukların bağımsızlıklarını kısıtlamadan nasıl yürütüleceği hakkında da bilgiler verilmektedir. Çocuklara uygun sınırlar koymanın onların güven duygusu geliştirmelerine yardımcı olacağını belirtir. Ancak, bu sınırların baskıcı olmaması ve çocukların bireysel gelişimlerini engellememesi gerektiği vurgulanır. Yavuzer, disiplinin ceza değil, her zaman öğretme amacı taşıması gerektiğini savunur.

Günümüzde genellikle çocukların akademik başarılarına odaklanıldığını ancak çocukların okul başarısının sadece akademik düzeyde değerlendirilmemesi gerektiğini, onların duygusal ve sosyal becerilerinin de desteklenmesi gerektiği belirtilir. Okul hayatının yanı sıra, çocuğun toplumsal yaşamda yer edinmesine yardımcı olmak da ebeveynlerin sorumluluğundadır.

Çocuğunuza rehber olurken aynı zamanda çocuklarınızın bireysel gelişimlerine katkıda bulunacak uzun vadeli bir yol haritasında sizlerle olacak “Ana Baba Okulu”. Keyifli okumalar…

Haluk Yavuzer, Remzi Kitabevi, 2016.

Kaynak: HABER MERKEZİ