Hazırlayan: Emel Kadör

“En iyi seçimler insanın derinliklerinden gelen seçimlerdi”

Requiem, Portekiz’e, Portekizce’ye, bu dilin büyük yazarı Fernando Pessoa’ya gönülden bağlı Antonio Tabucchi’nin yazdığı bir ağıt.

Requiem, Hristiyanlıkta cenazenin ardından ruhun kurtuluşu için söylenen dinsel ağıtlardır. Tabucci, kitabın önsözünde “Bu kitap, ben diye adlandırdığım kişinin bütün kitap boyunca icra etmek zorunda kaldığı Requiem’dir. Bu Requiem, bir sonat olmanın yanı sıra bir düştür. Bu kitap öncelikle benimsediğim ve beni benimseyen bir ülkeye, beni seven ve benim de sevdiğim insanlara bir sungudur.”

Romanları, öyküleri, deneme ve oyunlarıyla İtalyan Edebiyatının seçkin yazarlarından olan Antonio Tabucchi, 1943’te İtalya’nın Pisa şehrinde doğar, “Gerçeküstücülük” teziyle üniversiteden mezun olur. 1960’ta Fernando Pessoa’nın eserleriyle karşılaşması edebi kimliğinin oluşmasında tam bir dönüm noktasıdır.

Ona duyduğu hayranlık ve onu kendi dilinden okuma isteğiyle çalışmalar yapar, 1970’te Bologno Üniversitesi Portekiz Dili ve Edebiyatı kürsüsüne öğretim üyesi olarak atanır. Bu dilde de eserler vermeye başlar, Pessoa’nın kitaplarını da İtalyanca’ya çevirir. İkinci vatanım dediği bu ülkeyi benimser oraya yerleşir, 2012’de Lizbon’da ölür.

Pessoa’nın Son Üç Günü, Pereira İddia Ediyor eserlerini de yazan Tabucchi, Requem’i hem Pessoa’nın kaybına hem de Portekiz’in yiten değerlerine bir saygı duruşu olarak kaleme almış.

İlk sayfada 20. yüzyılın en büyük şairinden bir görüşme isteği aldığını duyuran anlatıcı, ölüler aleminde bir yolculuğa çıkıyor. Portekiz Edebiyatının dünyaya armağanı Fernando Pessoa kitap boyunca anlatıcıya bir şeyler söylüyor. Yaşayanların yaşadığını, ölenlerin ölü olduğunu bildiği bu ortamda her şey yaşamın doğal seyri içinde gerçekleşiyor.

Roman; Lizbon’da Tejo ırmağı kıyısında ünlü bir şairle randevusuna giden kahramanın, buluşma saatine dek yolda karşılaştığı kişilerle diyalogları şeklinde yazılmış. Boğucu bir yaz günü; keş delikanlı, taksici, falcı, kopya ressamı, eski eserler müzesinin barmeni, mezar, bekçisi ile yaptığı muhabbetlerle geçmişin hayaletleri arasında gezinir. Anlatıcın da bir yazar olduğunu öğreniriz bu konuşmalardan.

Kitap rakam ile belirtilmiş dokuz bölümden oluşuyor. Bağımsız bölümler gibi görünse de bulunulan mekanlardaki kişilerin bir sözü ya da sorusu ile kahraman anlatıcı başka bir hikâyenin kapısını aralıyor.

Birinci bölümde Pessoa’nın Huzursuzluğun Kitabı’ ndaki heteronimi Bernardo Soares’in canını sıkan topal piyangocuyu çıkarıyor kahramanın karşısına. İkili tuhaf bir sohbete girişiyor. Ara ara da Pessoa görünüyor satırlar arasında.

Canlılar ve ölüler aleminin iç içe geçtiği bir düzlemde ilerliyor kitap. Yazar Lizbon caddelerinde, sokaklarında, Portekiz Folklorunu, Portekizlileri anlatırken Portekiz mutfağına özgü yemek, kokteyl tarifleriyle gizemli bir yolculuğa davet ediyor okuru.

Yazar; ince bir mizahla ördüğü anlatımıyla, burada ne var şimdi, dedirten bulmacalar hazırlıyor okura. Bölümlerin içine okuduğu kitaplardan, gördüğü tablolardan, tanıdığı yazar ve eserlerden anekdotları o bulmacaların içine yerleştirerek   kurguluyor anlatısını. Tadeus’un, ölürken yazdığı nottaki cümlenin anlamı, elli sayfa sonra başka bir öykünün içinde çıkıyor karşınıza.

Eski Eserler Müzesi’ne gidiyor, ünlü bir tabloya yakından bakmak için. Orada rastladığı Kopya Ressamı ile sohbeti sadece çağın sanat anlayışının bir eleştirisi değil insan benliğinin derinliklerine de bir gönderme.

“Sanırım herkes biraz vicdan azabına benziyor. İçimizde, derinlerde bir yerde uyuyor, sonra günün birinde uyanıp bize saldırıyor, sonra tekrar uyuyor, çünkü biz onu bastırmayı becermiş oluyoruz, ama hep içimizde bir yerde kalıyor. Vicdan azabına karşı insanın elinden bir şey gelmez.”

20. yüzyılın edebiyatçılarına, sanat akımlarına, sanatçılarına, fütürizme, avangart sanata, modernizme, Jung’a, Kaftka’ya da bolca gönderme var kitapta.

Kahraman anlatıcının babasıyla rüyasında konuşması, yüzleşmesi duygu dolu bir bölüm.

Yedinci bölümde Casa do Alentejo’nun kahyası bir tefekkür abidesi gibi konuşuyor. “En iyi seçimler insanın derinliklerinden gelen seçimlerdir.”

Tabucchi, saudade, heteronim, kurgu kavramlarını edindiğini söyler Pessoa’dan. Saudade Portekiz dilinde artık kaybedilmiş bir şeyi, kişiyi derinden özleme hissi, melankoli ile karışık hasret anlamına geliyor.

Requiem, yiten kişilere, kaybolan değerlere de bir sungu.

                                                                                                              REQUIEM / Antonio Tabucchi

***

Söze düşen

Hazırlayan: Erinç BÜYÜKAŞIK

Bir John Berger Okuması: Fotoğrafın Belirsizliği: Geçmiş ve Şimdi Arasında Sıkışan Anlar

John Berger’in sanat ve görme biçimleri üzerine geliştirdiği eleştirel bakış, yalnızca imgelerin görünen yüzünü değil, onların ardında gizlenen toplumsal, kültürel ve politik yapıları açığa çıkarır. Berger, görmeyi, toplumsal anlamları ve gücü içinde barındıran bir eylem olarak tanımlar; ona göre, görmek, yalnızca fiziksel bir algı değil, bir bilinç durumudur. Berger’in anlatısında sanat, estetik bir tüketim nesnesi olmaktan çıkıp ezilenlerin sesi, susturulmuş gerçeklerin yansıması ve bireyleri sorgulamaya davet eden bir direniş biçimi haline gelir.

Berger, Görme Biçimleri eserinde görme eylemini şöyle tanımlar:

"Görme konuşmadan önce gelmiştir. Çocuk konuşmaya başlamadan önce bakıp tanımayı öğrenir" (Berger, 2007: 7).

Bu cümle, görmenin insan bilincindeki temel yerini vurgular ve toplumsal yapının üzerimizdeki etkisini gözler önüne serer. Berger, insanların gördükleriyle nesnel gerçeklik arasında derin bir toplumsal katmanın olduğunu savunur. “Her imgede bir görme biçimi yatar” ifadesiyle Berger, görmenin kendisinin toplumsal bir ürün olduğunu ima eder. Sanat, burada bireyin bakışını kalıplardan çıkarır, onu dönüştürür ve ona yeni bir perspektif sunar. İmgeler, Berger’e göre, kendiliğinden nötr değillerdir; toplumsal ilişkiler, ekonomik güçler ve kültürel kodlar görme biçimlerimizi biçimlendirir, onları bir anlam süzgeci haline getirir. Bu nedenle Berger için her sanat eseri, bir bakış açısının, bir algı dünyasının ürünü olarak toplumsal bir eleştiri barındırır.

Berger’in O Ana Adanmış kitabında, fotoğrafın belirsiz doğasını ele alış biçimi, imgelerle zaman arasındaki kırılgan bağı aydınlatır:

"Her fotoğraf iki ileti sunmaktadır: biri fotoğrafı çekilen olayla ilgili, öteki ise bir süreksizlik şoku ile ilgilidir" (Berger, 1998: 83).

Fotoğraf, Berger’in gözünde bir anlamda “dondurulmuş zaman”dır; bir yanda çekilen anın kanıtı olarak var olurken, diğer yanda geçmişle şimdi arasındaki uçurumu da gözler önüne serer. Bu süreksizlik, fotoğrafın gerçeğe olan sadakatini bozar ve onu aynı anda hem geçmişte kalmış hem de bugüne ulaşamamış bir an olarak konumlandırır. Berger için fotoğraf, izleyiciye geçmişi yeniden yaşatan değil, ona anımsatan bir araçtır. Ona göre, “bir fotoğraf tanımadığımız birine ait olduğunda, gösterdiği şey yalnızca bir kurmaca olarak bize ulaşır.” Bu bağlamda, fotoğrafın verdiği her bilgi, aynı zamanda izleyicinin anlam yüklemesiyle yeniden şekillenir ve izleyicinin kendi gerçekliğiyle örtüşmeyen bir “yabancılık” barındırır.

Berger, Yedinci Adam gibi eserlerinde göçmen işçilerin yaşantılarını işlerken, fotoğrafın ve edebiyatın öznelliğini kullanarak toplumun derinlerindeki yaraları açığa çıkarır:

“Göçmen işçinin yaşantısını ana çizgileriyle vermeyi; bu yaşantı ile göçmen işçinin fiziksel ve tarihsel çevresi arasındaki ilişkiyi göstermeyi; dünyanın şu andaki siyasal gerçekliğini daha güvenilir bir biçimde anlamayı amaçlıyorum” (Berger, 1978: Açıklama bölümünden).

Bu ifade, Berger’in sanatla toplum arasındaki bağı derinleştiren, bireylerin hikayelerini toplumsal eleştirinin bir parçası haline getiren etnografik bakış açısının özüdür. Yedinci Adamda Berger, göçmen işçilerin hayatlarındaki parçalanmışlığı, kimliksizleştirilmelerini ve emeklerinin değersizleştirilmesini gözler önüne serer. Ona göre göçmen işçiler, sadece emek gücü değil, bir toplumun kültürel ve ekonomik kırılganlığının yaşayan tanıklarıdır. Bu tanıklık, Berger’in toplumsal eleştirisinin merkezinde yer alır; zira o, sanatı toplumsal meseleleri görünür kılmanın, bireylerin bilinçlerini açmanın bir aracı olarak görür.

Berger’in politik yaklaşımı, sanatı yalnızca estetik bir haz kaynağı olarak görmekten öte, ezilenlerin sesi olarak konumlandırmasında belirginleşir. Kıymetini Bil Her Şeyin kitabında şöyle der:

"Ben galiplerin değil, onların korktuğu mağlupların arasındayım. Galiplerin devri her zaman kısadır; mağlupların ise anlatılamayacak kadar uzun" (Berger, 2009: 65).

Bu ifade, Berger’in tarafsız bir gözlemci olmak yerine, ezilenlerin yanında duran bir anlatıcı rolünü üstlenmesi açısından dikkate değerdir. Berger, sanatın, galiplerin tarihini yücelten bir araç olmaktan sıyrılarak mazlumların hikayelerini dile getiren bir direniş alanı olması gerektiğini savunur. Galiplerin devri, geçici bir gösteriden ibarettir; onların hikayeleri yüceltildikçe ezilenlerin sesi silinir, gerçekler gölgede kalır. Berger’in sanata yüklediği görev, bu gölgeleri aydınlatmak, anlatılmamış olanı anlatmak ve görünmeyeni görünür kılmaktır. Ona göre sanat, en saf haliyle, dünyaya karşı bir duruştur; toplumsal adaletin peşinde, egemen anlatıya karşı bir başkaldırıdır.

Berger’in geçmişe bakış açısı, özellikle imgelerle kurduğu ilişki üzerinden anlam kazanır. Ve Yüzlerimiz, Kalbim, Fotoğraflar Kadar Kısa Ömürlü eserinde şöyle der:

"Yaşanmış süre bir uzunluk değil, derinlik ve yoğunluk sorunudur" (Berger, 1988: 37).

Berger’e göre, yaşamı anlamlandıran şey onun uzunluğu değil, o yaşanmışlıkların yoğunluğudur. Bir imge ya da fotoğraf, geçmişi yalnızca kaydedip saklayan bir araç değil, geçmişe derin bir bağlılığı temsil eden bir “anımsama” biçimidir. Berger, yaşanan her anın geride bıraktığı izleri sanatta yaşatma çabası içinde, zamanın getirdiği unutmaya karşı bir “hafıza inşası” peşindedir. Bu anlamda, imgeler, geçmişe dair bir anlatı sunarken, aynı zamanda bu geçmişi izleyicinin gözünde yeniden yaratır. Berger’in, fotoğrafları yalnızca birer belge olarak değil, kaydedilen andaki insan yaşamının çok katmanlı bir temsilcisi olarak ele alması, sanatı tarih ve toplumsal hafızayla iç içe bir olguya dönüştürür.

Berger, sanatın kapitalist sistem içinde metalaşmasına karşı eleştirel bir duruş sergiler ve bunu görme biçimleri üzerinden tanımlar:

"Medya, insanları içinde yaşadıkları adaletsiz dünyayı sorgulamaya sevk edebilecek bir sessizlik kalmasın diye, uyduruk ve geçici şeylerle dikkat dağıtıyor" (Hoşbeş, Berger, 2016: 82).

Bu sözlerde Berger, medyanın ve imgelerin nasıl manipülatif bir şekilde kullanılarak toplumsal bilinç üzerinde bir baskı unsuru haline getirildiğini anlatır. Ona göre, medya bombardımanı, bireylerin gerçeklerle yüzleşme olanağını ortadan kaldırır, onları geçici imgelerin içine hapseder. Berger’in sanatı bir direniş aracı olarak konumlandırması, bu imgelerin ötesine geçerek insanlara toplumsal gerçekliği gösterme çabasıdır. Berger için sanat, gerçeklerin üzerini örten medya bombardımanına karşı bir karşı koyma biçimi, insanları düşünmeye ve sorgulamaya sevk eden bir sığınaktır.

Berger’in sanata dair bu çok katmanlı yaklaşımı, sanatın salt estetik değil, insan ruhunun ve toplumsal gerçeklerin derinliklerine inen bir mücadele aracı olduğu gerçeğini gözler önüne serer. Sanat, bugün çok daha fazla Berger’in de tarif ettiği gibi modern dünyanın karmaşasında bir pusula, ezilenlerin hikayelerinde yankılanan bir çığlıktır nihayetinde.

***

Hikâyelerin  Büyüsü

Anne sütü

Yirmi üç yaşında bir kadın odada tek başına yatıyor. İlk düşen kırağının erimediği bir cumartesi sabahı, yirmi altı yaşındaki kocası elinde kürekle bir gün önce doğan bebeğini gömmeye dağın arka tarafındaki dağa gitti. Kadının sisin gözleri tam açılmıyor. Bedeninin her köşesi, kasları, sisin parmakları sızlıyor. Birden ilk kez kadının göğüsleri yumuşuyor. İlk basta yoğun ve sarımsı, ardından beyaz süt akıyor.

                                                                                                                     Beyaz Kitap

  HAN KANG

***

Yazarın Büyüsü

Şiir, öykü ve roman... üç türde de yazıyorum. Bana göre şiir, dille daha derinden ilgili olduğundan daha kişiseldir. Öyküler de kişisel, ama şiir kadar değil. Öyküler küçüklüğümden bu yana içimde sakladığım soruları sanki bir koridor gibi önümde açıyorlar. Ancak roman yazarken kişisel boyuttan çok insanoğluyla ilgili temel sorulara yoğunlaşıyorum.

Han KANG

***

Anne Baba Kütüphanesi

Güvenli bağlanma

Hazırlayan: Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl  

Çocuğun aradığı tek şey; "güven" ve "emniyet"tir.

Adem Güneş’in Güvenli Bağlanma kitabı, çocuk gelişiminde güvenli bir bağ kurmanın önemine dikkat çeken bir başucu eseri. Çocuğun kendine güvenen, huzurlu birey olarak yetişmesinde, anne-baba ile kurduğu ilk ilişkilerin ne denli büyük bir etkisi olduğunu gözler önüne seriyor.

Güvenli bağlanma, bu kitapta çocuğun ruhsal dünyasında ilk temelleri atılan, hayat boyu sürecek bir güven duygusu olarak tanımlanıyor. Ebeveynlerin çocuklarıyla oluşturduğu bu temel bağın, çocuğun dünyayı nasıl algıladığını ve kendisini nasıl konumlandırdığını belirleyen en güçlü etkenlerden biri olduğunu vurguluyor.

Kitap, bebeklikten itibaren çocuğa duyulan sevgi ve gösterilen ilginin, onun kendisini değerli hissetmesinde nasıl bir rol oynadığını anlatıyor. Aynı zamanda da göz teması, fiziksel temas ve duygusal hassasiyet gibi basit ama etkili yöntemlerle ebeveynlerin, çocuklarının güven duygusunu güçlendirebileceği vurgulanıyor.  Özellikle çocuğa verilen sevgi ve şefkatin, onun ruhsal yapısını şekillendirirken gelecekte karşılaşacağı zorluklarla başa çıkma gücü kazandırdığını ifade ediyor.

Güneş’in en dikkat çekici vurgularından biri, güvenli bağlanmanın çocukların sosyal ilişkilerini ve duygusal sağlığını nasıl etkilediği üzerine. Çocuğun, ebeveynlerinden aldığı güvenle çevresiyle olan ilişkilerinde daha açık ve samimi olabileceğini belirten Güneş, güvenli bağlanmanın, ileriki yaşlarda gelişen kaygı ve güvensizlik gibi sorunların önüne geçebileceğini savunuyor. Kitapta, ebeveynlerin çocuklarına nasıl güven verebilecekleri, onlarla sağlıklı bir iletişim kurarak duygusal dünyalarına nasıl ulaşabilecekleri üzerine pratik öneriler yer alıyor. Bu öneriler, ebeveynlere çocuklarıyla güçlü bir bağ kurmaları için yol gösteriyor.

Güvenli Bağlanma, yalnızca ebeveynlerin değil, çocuk gelişimiyle ilgilenen tüm profesyonellerin başvurabileceği bir kaynak. Adem Güneş’in bilgi ve deneyimleriyle sadeleştirdiği güvenli bağlanma kavramı, bilimsel açıklamaların yanında, günlük hayatta uygulanabilir önerilerle de zenginleştirilmiş. Çocuğunuzla derin ve güvene dayalı bir bağ kurmayı arzu ediyorsanız, bu kitap sizin için değerli bir rehber olacaktır.

Güvenli Bağlanma, Adem Güneş, 192 Sayfa, 2016, Timaş Yayınları - Çocuk Eğitimi Dizisi

Kaynak: HABER MERKEZİ