Kardeşime Mektuplar / Attila İlhan

“Eğer ben bir küfürsem, yalnız bir şehrin veya bir ülkenin suratına değil, bütün arz ve tul dairesinin  suratına savrulmalıyım”

Hazırlayan: Emel Kadör

Edebiyatımızın özgür ruhlu, yurtsever kalemi Attila İlhan 10 Ekim 2005’te aramızdan ayrılmıştı. Edebiyatçı kimliğini siyasal duruşuyla bütünleştirerek yazın’ın her alanında unutulmaz eserlere imza atan Attila İlhan öne sürdüğü tezleriyle ufuk açıcı tartışmaların da hep odağında olmuştur. 

İzmir Atatürk Lisesi’nde birinci sınıfta okurken bir arkadaşına yollamak istediği mektupta Nazım Hikmetin şiirini de yazdığı için okuldan uzaklaştırılır, soruşturmalara uğrar. Öğrenim hakkını üç yıl sonra elde ederek İstanbul Işık Lisesi’sine kaydolur. Lise birinci sınıftayken amcasının kendisinden habersiz gönderdiği “Cabbaroğlu Muhammed” şiiriyle CHP Şiir Armağanında ikinci olur ve adı kitlelerce duyulmaya başlar. 1948’de İstanbul Hukuk Fakültesi’ne başlar. İlk şiir kitabı Duvar’ı da bu yıllarda kendi olanaklarıyla yayımlar. Soruşturmalar da peşini hiç bırakmaz İlhan’ın. 

Kısa bir süre Paris’te yaşar. Dönünce Gerçek gazetesindeki yazılarıyla siyasi tartışmaların içinde yer alır. Art arda yayımlanan şiir, roman, makale, deneme, eleştirileri ile edebiyatta kendi çizgisini oluşturur.  “Kurtlar Sofrası”nın yılmaz savaşçısı, Mustafa Kemal aydınlığının cesur savunucusudur Attila İlhan. 

 “Eğer ben bir küfürsem, yalnız bir şehrin veya bir ülkenin suratına değil, bütün arz ve tul dairesinin  suratına savrulmalıyım. “

Kardeşime Mektuplar, Atila İlhan’ın, sonraki yıllarda İzmir Barosu Başkanı olacak kardeşi Cengiz İlhan’a, 1951-1953 yıllarında yazdığı mektupları içeriyor. İstanbul’dan ve ikinci kez gittiği Paris’ten yollanan mektuplarda, iki kardeş arasındaki dostluğun, içtenliğin sıcaklığı duyumsanıyor. 

Bireysel paylaşımlarla birlikte, o yılların İstanbul ve Paris’inin sosyal, kültürel, edebi yaşamından manzaralar yansıyor satırlar arasına. 

“Kardeşim, her şeye rağmen insan şartlanmış bir mahlûk ve bu manada Marks harikulade laflar etmiş. Netice itibariyle sınıflar bizi öyle tayin ediyorlar ki sınıfı karakterimden sıyrılmağa kalktığımız zaman, netice itibariyle, kökü havada tûba ağacı haline düşüveriyoruz. “

Mektuplar bir şairin-yazarın günlük yaşam izlenimlerinden; hayata, sanata, insan ilişkilerine, dostlarına, edebiyat dünyasına, savunduğu ve karşı çıktığı düşüncelerinin bir dökümü gibi. Dilini budaktan sakınmayan “Kaptan”ın Türkçeye hakimiyeti mektuplarda da kendini gösteriyor. 

25 yaşlarındaki Attila İlhan, o yaşlarda yolunu net biçimde belirlemiş. Sürekli okuyor, yazıyor, farklı ortamlarda bulunuyor. Ülkesiyle bağını hep sıkı tutuyor.

“Bütün cereyanların, kavgaların dışında ama hepsini ihata ederek, tabiatı, cemiyeti ve insanı fethetmek istiyorum. Büyük laf deme! Romanda Hasan ne diyor: “Ben dünyayı döndüren ağrıyım

Cengiz İlhan’ın mektuplarına yazdığı cevaplardan; iki hatta Çolpan İlhan’ı da eklersek-ki onunla ilgili konulara da yer veriyor- üç kardeşin yetiştiği ortam, İlhan’ın hem bir arkadaş hem bir ağabey olarak kurduğu iletişim, aile ilişkilerini okumak, her dem dik duran Attila İlhan’ın adil, vicdanlı, kararlı kimliğiyle karşılaştırıyor okuru.

“Bu mücadele yani, dünyanın şimdiki safhasındaki mücadele, hangi tarafın tutulacağına pek de şüphemiz yok, asıl mesele ondan sonrasında başlıyor. Ben şahsen 21. asrın inkarıyım ve bu sebepten beş para etmem. Fakat kabulün değerini anlamak için, benim gibi bir inkarın mevcudiyetini kabule mecburdurlar. Zaten günün birinde, nasıl olsa biri gelir şartlar martlar karıştırır ve eğer ben de bir değersem, beni de gündelik edebiyata mal eder. Nasıl İbsen’i yapmışlar.”

Attila İlhan’la özdeşleşen Abbas Yolcu ile, Sokaktaki Adam, Kaptan, Zenciler Birbirine Benzemez eserlerinin yazım süreci mektuplarda önemli yer tutuyor. 

Edebiyat teorisi, gerçek edebiyat nasıl olmalı konularında da derinlikli okumalar yapıyor Attila İlhan. Üzerine gelinmesinden korkmadan, tersine bile bile düşüncelerini açıklıyor. 

“Edebiyat meselesine gelince, benim kanaatim gerçek edebiyatın, hiçbir zaman kayıt üzerine aktarılmadan şifahi ve başıboş sokaklarda ve dünya yüzünde kaldığı merkezindedir. Ötekiler edebiyatçılık değil, hınk deyicilik ediyorlar. Piyasada geçen de budur.”

Cengiz İlhan da hikayeler yazıyor, şiirler. Ağabeyine yolluyor. Cevaplar, yazma heveslilerine bugün de yol gösteriyor. 

“Şekli veya konuyu mücerret kafada tasarlayıp kağıda dökmeyi düşünme. Önce sadece bir köprü başı bul ve oradan yola çık; hem muhteva ve hem şekil yolda kendisini sana kabul ettirecektir… Bana sorarsan; her şeyi önceden tasarlayıp işe başlama, sanatçının heyecan unsurunu ciddi surette tehdit eden bir metottur ve heyecan unsuru hesaba katılmadıkça ortaya çıkan eser hemen daima; sanat eserinden fazla tetkik eseri karakteri taşır.”

Bizim kuşağın dillerden düşürmediği şiirlerinden biriydi Sisler Bulvarı. Attila İlhan’ın unutulmazları arasına giren ünlü dizelerini yazdığı günlerde kardeşi Cengiz’le paylaşıyor: 

“Önümüzdeki sene bir şiir kitabı yayınlamak fikri kafamda gittikçe yer ediyor. Adı Sisler Bulvarı olacak.  Şiiri aklımdaysa sana da yazıyorum:” 

“elinin arkasında güneş duruyordu 

aylardan kasımdı üşüyorduk

ağacın biri bulvarda ölüyordu

şehrin camları kaygısız gülüyordu

her köşe başında öpüşüyorduk

sisler bulvarına akşam çökmüştü

omuzlarımıza çoktan çökmüştü

kesik birer kol gibi yalnızdık

dağlarda ateşler yanmıyordu 

deniz fenerleri sönmüştü

birbirimizin gözlerini arıyorduk.

sisler bulvarında seni kaybettim

sokak lambaları öksürüyordu

yukarıda bulutlar yürüyordu

terkedilmiş bir çocuk gibiydim

dokunsanız ağlayacaktım”

Kardeşime Mektuplar’ı okurken Attila İlhan’ın incecik bir mizahı saklayan muzip gülümsemesi ve ışıl ışıl bakışları da karşımdaydı sanki. 

“Yalnız fakat çok kalabalık bir hayatım var. Kafamın içi dışı her milletten adamlarla dolu. Okumak, yazmak eninde sonunda galiba tek zevkimiz olarak kalacak.”

Henüz çok gençken; hayatının dümenini eline almış, ne istediğini bilen, nasıl yapacağının farkında bir portre var, Kardeşime Mektuplar’da. “Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi”ni çağrıştırırcasına.

Attila İlhan tutkunlarıyla birlikte edebiyat tarihçilerine kaynaklık edecek doyumsuz bir okuma fırsatı sunuyor eser. 

***

Hikâyelerin  Büyüsü

Kaktüs

Sıcak, çok sıcak yaz gününün bunaltıcı havasına dayanamayıp yüzünü denize döndüğü bir bankın köşesine ilişmişti. İskele tam karşısındaydı. Konak meydanının karmaşık kalabalığına sırtını dönmüş, dalgalı denizi seyrediyordu. Kucağında mavi bir dosya vardı. Çantasına sıkıştırdı dosyayı. Elindeki yükten kurtulmuştu. İskeleden hareket saati gelmiş bir vapur ayaklandı. Vapurun bas bariton sesine alışıktı. Yetişemeyip bir sonraki sefere kalanların kalabalığı yavaş yavaş birikmeye başladı iskelenin önünde. Birbirleriyle konuşanları seyretti. Birinin diğerine anlattıklarını, dinleyen diğerinin yüzüne bakarak konunun ne olabileceğini anlamaya çalıştı. Ne olabilirdi ki konu? Merak etmesine değecek ne konuşabilirdi ki insanlar? Her zamanki gibi sıkılıp kendine döndü. İç sesine.

Esra ÖZDAĞ

KAKTÜS

Pikaresk Yayınevi

***

Yazarın Büyüsü

Yaşam enerjisi yoksunluğu, çoklu organ yetmezliği benzeri bir ölüm sebebidir bana göre. Hepimizin irili ufaklı, yerli yersiz, çeşit çeşit travmaları var. Ya üstesinden geliriz ya merdiven altına süpürürüz, ya da kalın kışlık yorgan yapıp üstümüzü örteriz titreyerek, donmuş ruhumuzu ısıtmaya çalışırken. Bu yüzden bir bitki bile yaşamak için bizlerden çok daha fazla sebep bulabilir. İliklerine kadar üşüyen hem okumuş şehir kökenli hem de varoş kadını olan kadın karakter Nermin Kuruoğlu’nu da tam da bu nedensizliği ve edimsizliği tanımlamak için yaratmayı planladım. İçinde herkesten bir parça olsun istedim.

                                                                                                         Esra ÖZDAĞ

***

Anne Baba Kütüphanesi

Hazırlayanlar: Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl 

Anne Baba Lütfen Beni Anla

Yazar: Joanna Faber , Julie King

Sayfa Sayısı: 464

Basım Yılı: 2018

Yayın Evi: Beyaz Balina Yayınları

"Bir çocuğun ruhuna dokunmadan davranışlarını değiştiremezsiniz; önce anlamalı, sonra yön vermelisiniz."

Bir çocuğun dünyasında, yetişkinlerin sıklıkla gözden kaçırdığı duygular ve ihtiyaçlar gizlidir. Adem Güneş'in "Anne Baba Lütfen Beni Anla" adlı kitabı, ebeveynlerin bu saklı dünyayı keşfetmelerine rehberlik eden değerli bir eser. Çocuk eğitimi üzerine pek çok kaynak bulmak mümkünken, Güneş’in yaklaşımı, ebeveynlerin çocukların ruhuna derinlemesine dokunmaları gerektiği fikri etrafında şekilleniyor.

Güneş, çocuk eğitiminin yalnızca davranış düzeyinde kalmaması gerektiğini vurguluyor. Ödüllerle motive etmek veya cezalarla disiplin sağlamak, işin yüzeysel kısmıdır. Çocukların duygusal ihtiyaçlarını anlamanın ve onların ruhlarına hitap eden bir eğitim tarzının gerekliliğinin altını çiziyor. Bu, ebeveynler için basit gibi görünse de pratikte derin bir empati ve sabır gerektiriyor.

Kitabın hedefi, ebeveynlerin çocuklarının davranışlarını değil, duygularını okuyabilmelerini sağlamak. Çocuk, bir şeyleri inatla yapmıyorsa, belki de duygusal bir boşluğu doldurmak için bir çaba içerisindedir. Bu farkındalığı kazanmak, ebeveyn-çocuk ilişkisinde köklü bir değişime yol açar. Güneş’in ceza ve ödül sistemine yönelik eleştirileri, birçok ebeveynin çocuk eğitimi konusundaki klişeleşmiş düşüncelerini sorgulamalarına neden oluyor.

Güneş’in kitabında verdiği mesajlar evrenseldir: Çocuklar sevilmek, anlaşılmak ve en önemlisi ruhsal olarak desteklenmek ister. Onların dünyasına girip duygusal taleplerini karşıladığımızda, sağlıklı ve güven dolu bireyler yetiştirme şansımız artar. Bu açıdan, kitap yalnızca ebeveynler için değil, çocuk gelişimine duyarlı herkes için önemli bir kaynak niteliği taşıyor.

Sonuç olarak, "Anne Baba Lütfen Beni Anla", ebeveynlerin yalnızca çocuklarını dinlemekle kalmayıp, onların kalplerine de dokunmaları gerektiğini hatırlatan bir eser. Güneş, bu kitabıyla ebeveynlere çocukların ruh dünyasının anahtarını sunuyor ve çocuk yetiştirmenin duygusal bir yolculuk olduğunu bir kez daha vurguluyor. Eğer çocuğunuza sadece rehber değil, aynı zamanda bir "ruh arkadaşı" olma yolunda önemli bir adım atmak istiyorsanız, bu kitabı mutlaka okumalısınız.

***

Söze Düşen

Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

Küçürek Evrenler: Ferit Edgü’nün Minimalist Anlatı Dünyası

Küçürek öyküler, modern edebiyatın en yoğun anlatım biçimlerinden biri olarak karşımıza çıkar. Özellikle şiirsel bir anlatımla buluşturduğu eksiltme, yoğunluk ve özlülük özellikleri, bu türün minimalizmle olan güçlü bağını ortaya koyar. Robert Shapard’ın da ifade ettiği gibi, küçürek öykü “romanın iki yüz sayfada yaptığını bir sayfada yapar” Bu ifade, küçürek öykünün yoğunluğunu ve aynı zamanda az sözle çok şey anlatma gücünü çarpıcı bir biçimde açıklar.

Bu yoğun anlatımın şiirle olan bağı da tam burada devreye girer. Şiir gibi, küçürek öykü de olaylardan çok duygulara, atmosferlere ve soyut anlatımlara odaklanır. Bu anlatım tarzı hem edebi hem de görsel sanatlarda minimalist bir yaklaşımı temsil eder. Ferit Edgü’nün 'Do Sesi' adlı eserinde yer alan 'Çaresiz' öyküsü, bu anlatımın özüdür:

Sonunda bir köpeği evlat edindi.

Altı kelimelik bu öykü, yalnızca sonuç bölümünden oluşur ve okuyucuya olay örgüsünün başını ve gelişimini tamamen eksilterek yoğun bir düşünsel alan bırakır. Bu eksiltme, aynı zamanda okuyucunun yaratıcı katılımını gerektirir, çünkü hikâyenin başını ve sonunu okuyucu tamamlamak zorundadır. Bu durum, küçürek öykünün şiire olan yakınlığını güçlendiren unsurlardan biridir; tıpkı bir şiirin yorumlamaya açık olduğu gibi, küçürek öykü de söylenmeyenlerde kendini açar.

Küçürek öykülerin yoğunluk, özlük ve çarpıcılık gibi özellikleri, onun şiire yakınlığını daha da belirgin hale getirir. Bu durum, Ferit Edgü’nün 'Doğu Öyküleri'nde yer alan birçok anlatıda açıkça gözlemlenebilir. Edgü’nün dili, sade fakat yoğun bir şiirsel ritme sahiptir. Örneğin, 'Bu' adlı öyküsünde:

"-Bu ne bu?

-Kar.

-Böyle kar hiç görmemiştim.

-Burada daha neler göreceksin.

-Neymiş göreceklerim?

-Kurt, köpek.

-Başka?

-Ayı, tilki.

-Başka?

-İşin rast giderse, bir insanoğlu."

Bu kısa ve ritmik diyalog, basit bir olayı anlatmaktan ziyade okuyucuda derin bir atmosfer yaratır. Karakterlerin ifadeleri, tıpkı şiirsel bir anlatımda olduğu gibi, anlatımın dışında bir boşluk bırakır ve bu boşluk okuyucunun hayal gücüyle doldurulur. Şiirsel dilde olduğu gibi, burada da asıl güç, söylenen değil, söylenmeyenlerde gizlidir. Bu teknik, küçürek öykülerin anlatım gücünü pekiştiren en önemli unsurlardan biridir.

Küçürek öykülerin bir diğer belirgin özelliği, varoluşsal temalarla iç içe olmasıdır. Edgü'nün karakterleri, dünyaya fırlatılmış, yalnızlık ve anlamsızlıkla başa çıkmaya çalışan bireylerdir. Bu varoluşsal sıkıntı, küçürek öykünün kısa ama derin etkisiyle daha da belirgin hale gelir. Tıpkı Sartre’ın "bulantı" kavramı gibi, Edgü’nün öykülerinde de bireyin dünyadaki varlığı, anlamsızlık ve boşlukla örtüşür. Edgü'nün 'Bozgun' öyküsü bu temayı güçlü bir şekilde işler:

Nicedir bir şey yaptığım yok. Hiçbir şey. Sokaklarda dolaşıyorum. Bir ben: hiphiç. Hiçbir şey duyduğum yok. Yitirdim. Her şeyi yitirdim. Tüm duygularımı.

Bu anlatı, bireyin varoluşsal boşlukta kayboluşunu derinleştirirken, minimal bir dil kullanarak şiirsel bir etki yaratır. Yine, anlatılan olaylardan çok, söylenmeyenlerin ve eksiltilenlerin okuyucu üzerindeki etkisi vurgulanır. Edgü'nün küçürek öykülerinde bu tür varoluşsal kaygılar, olay örgüsünün yerine geçer; karakterlerin iç dünyaları, dünyayla olan ilişkilerindeki kopukluk üzerinden aktarılır.

Ferit Edgü’nün küçürek öykü anlayışı, Türk edebiyatında bir dönüm noktasıdır. Sait Faik ve Yusuf Atılgan gibi modernist yazarların izinden giden Edgü, özellikle 1950 kuşağının bireyci ve varoluşsal kaygılarını minimalist bir dille işler. Edgü'nün öykülerinde karakterler, büyük kentin karmaşası içinde kaybolan bireyler olarak karşımıza çıkar. Bu karakterler, çoğu zaman yalnızlık, anlamsızlık ve yabancılaşma ile yüzleşirler. Bu bağlamda, Edgü'nün öyküleri, Camus ve Sartre gibi varoluşçu yazarların izlerini taşır, ancak Türk toplumunun kendine has toplumsal ve bireysel kaygılarıyla birleşir.

'Gece Bekçisi' öyküsü bu açıdan dikkat çekicidir:

"Dilersen bu gece burada kalabilirsin," dedi bana.

Bu bir çağrı mıydı, yoksa bir acıma duygusu mu, çıkaramadım. Geceye, yoğun karanlığa çevirdim bakışlarımı. Teşekkür ettim. Ne yazık ki kalamam, dedim. Bekleyenim var."

Bu kısa anlatıda, bireyin zamansal ve mekânsal sıkışmışlığı vurgulanırken, minimalist dilin gücü okuyucuya sadece birkaç cümlede aktarılır. Edgü’nün karakterleri, dünyaya fırlatılmış, varoluşsal sancılarla boğuşan bireylerdir; fakat bu sancılar, uzun çözümlemelerle değil, kısa ve öz cümlelerle ifade edilir. Bu durum, Edgü'nün dilde yarattığı yoğunluğun en önemli örneklerindendir.

Küçürek öyküler, modern edebiyatın en yoğun ve etkileyici anlatım biçimlerinden biridir. Ferit Edgü’nün eserlerinde olduğu gibi, bu tür öykülerde olay örgüsü yerine duygusal ve varoluşsal durumlar ön plandadır. Edgü’nün minimalist dili, okuyucuya eksiltilmiş bir dünyayı sunar ve bu eksiltilmişlik, şiirsel bir yoğunlukla birleşerek okuyucunun katılımını zorunlu kılar. Okuyucu, anlatılanların ardındaki boşlukları doldurarak öyküyü tamamlar ve bu süreç, küçürek öykünün gücünü artıran temel unsurlardan biridir.

Edgü’nün yazdığı küçürek öyküler, varoluşsal kaygılarla dolu bireylerin iç dünyalarını keşfetmemize olanak tanırken, modern edebiyatın dilde sadeleşme ve yoğunlaşma arayışına da en güçlü örneklerden biridir. Bu öykülerde söylenmeyen, eksik bırakılan ve okuyucuya bırakılan her şey, anlatının asıl gücünü oluşturur.

Kaynak: HABER MERKEZİ