Hazırlayan: Emel Kadör

Türkü Söylüyor Otlar /  Doris Lessing

2007'de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Doris Lessing babasının görevi nedeniyle bulunduğu İran'da, 1919'da dünyaya gelir.

Beş yıl sonra aile, babanın zengin olma hayaliyle güney Rodezya'ya taşınır.

Türkü Söylüyor Otlar, Lessing'in bu dönemine ait pek çok özyaşamöyküsel özellik taşıyor.

Adını, T.S.Eliot’un “Nisan ayların en zalimidir” dizesi ile başlayan ünlü şiiri Çorak Topraklar’da yer alan bir dizeden almış.

İlginç bir girişle sondan başlayan eserde, temanın ırkçılık olduğunu da sezdiriyor yazar.

Kitap, Güney Afrika’da, doğal kaynaklara sahip Rodezya’da (önceki adı Zimbabve), bu zengin topraklara gelen (İngiliz - İspanyol, Yunan) Avrupalıların, oranın gerçek sahiplerini köleleştirerek oluşturdukları sömürü düzeninde geçiyor.

On bir bölüm halinde yazılmış romanda; kinci bölümden başlayarak, karakterin değişimini, dönüşümünü bulunulan yerle bağlantılı olarak tüm ayrıntılarıyla oya gibi dokumuş Doris Lessing.

Uçsuz bucaksız, tenha, sessiz, sıcağın insanın üzerine abandığı bir coğrafya. Onlar olmazsa hiçbir şey yapılamayacak bu yerde, henüz güçlerinin farkına varamamış, insan olarak kabul edilmeyen, her türlü aşağılamaya maruz bırakılan yerliler.

Buraya para kazanma amacıyla gelen kimisi Charlie gibi tutunmuş, çoğu Mary’nin babası ve kocası gibi bir türlü tutunamamış, beyazların, yoksullukla cebelleşen zayıf halkaları.

İngiltere’den ırkçılığa karşıt olarak gelen ama hızla var olan düzenin parçası olmayı yeğleyen yüzeysel idealistler.

Dünyadan uzak bir coğrafyada kendilerine kapanmış insanlar.

Bağımsız bir kadın olarak kendini gerçekleştirme fırsatını yakaladığı halde bu zenginliğinin ayırdında olamayan ve bir dedikodu yüzünden hayatı heder olan bir kadın.

Mary; kıdemsiz bir demiryolu memuru olan ve sürekli içen bir baba ile para sıkıntısı içinde anımsamaktan nefret ettiği bir çocukluk yaşamıştır. Okul için ailesinden uzaklaşır kente gelir ancak okulu sürdüremez.16 yaşında bir muhasebe bürosunda çalışmaya başlar, kendi düzenini kurar.

Güzelliğinden başka hiçbir belirleyici özelliği olmayan narin bir sarışındır. “Sınıf” onun için Güney Afrika’ya özgü bir sözcük değildir. “Irk” sözcüğü ise ofisteki getir-götür işlerini yapan çocuktur. Yerli sorunu diye bildiği, partilerde kadınların şikayet ettiği hizmetçilerinden başka bir anlam taşımaz. Onlar, Mary’e göre yoktur sanki.

“Ailesinden yavan bir feminizm miras kalmıştı ona; ama kendi yaşamında bunun hiçbir anlamı yoktu; çünkü Güney Afrika’da bekar bir kadının sürebileceği özgür yaşamı sürdürüyordu ve ne kadar talihli olduğunu da bilmiyordu. Nerden bilebilirdi ki? Başka ülkelerdeki koşullar hakkında en ufak bir fikri yoktu, kendi durumunu kıyaslayabileceği herhangi bir ölçütü yoktu. Onlar Mary’nin yörüngesinin dışındaydı.”

Bir arkadaşının evinde; evlenmesi gerektiği hakkında konuşulanları duymak onu derinden etkiler. Nedenini bulamadan evlenmesi gerektiğini düşünmeye başlar. O sırada rastlantı sonucu, kentten hoşlanmayan, toprağı seven Dick ile tanışır.

Talihsizliklerin yakasını bırakmadığı Dick; işleri hep ters gitse de evlenip çoluk çocuğa karışmak hayalini hep besler.  On beş gün içinde evlenirler.

Yazar, bundan sonra Afrika’nın zorlu koşullarında, Dick’in doğa ile, çalıştırdığı yerlilerle yaşadığı zorlu mücadeleyi; oranın tozunu, bunaltıcı sıcağını, yörenin kokusunu hissettirircesine canlı betimlemelerle anlatıyor. Mary’nin nasıl bir ortama geldiğini resmediyor adeta.

Beyaz üstünlüğe, eril üstünlüğün de eşlik ettiği ortamda Mary, ilk günlerin heyecanı da geçtikten sonra, mutsuz bir hayatın içinde debeleniyor.

Dick’in her yıl yeni bir şey denemesi, hep hüsranla sonuçlanan ticari girişimleri, bir türlü istedikleri parasal düzeyi getirmiyor onlara.

Ait olduğu beyaz grubun bir üyesi olarak yerlilere nefretle büyüyen, ilk kez onlara bu kadar yakın olan Mary, bir süre dillerini öğrenmeye çabalasa da sıkılıp bırakıyor. O narin sarışın kadın, hastalanan kocasına yardıma gidince yerlileri aşağılayan, onlara kırbaç sallayan bir kadına dönüşüyor.  Bu ıssız coğrafyada, büyük bir yalnızlık içinde tüm yaşam enerjisini tüketmeye, tükenmeye başlıyor.

Doris Lessing, ilk sayfada cinayeti ortaya koyuyor. Sonra okuru geriye götürüp roman kahramanlarının yaşadıkları yeri, koşulları, birbirleriyle ve doğayla ilişkilerini uzun uzun anlatarak bir cinayeti kimin işlediğine değil, o cinayete giden sürece dikkati çekiyor.

Irkçılık temel konu kitapta. Kadına uygulanan ayrımcılık da başat yer alıyor eserde.

Bireyin kendini gerçekleştirmesi sürecinde çocukluğun, ailenin ne denli yer tuttuğu da karakterin şekillenmesinde altı çizilen önemli nokta. Yazar Mary ve Dick’ten yola çıkarak yalnızlık, arkadaşlık, aile, ensestlik, kendini tanıma, yaşamın amacı, para tutkusu, toplum baskısı, doğanın vahşice yok edilmesi, eğitimin farkı, çalışma yasaları, evlilik gibi pek çok düşünceyi de art alanına yerleştiriyor.

İnsanın vicdanının, sahip olma hırsıyla nasıl bir gaddarlığa evrilebildiğini gösteriyor. Öğrenilen kibir ile öğrenilen çaresizlik arasına sıkışmış insanın trajik hikayesini anlatıyor Lessing.

Bir insanın yavaş yavaş içinin boşalması, umutsuzluğu, çaresizliği, kendisini yok etmesi, edilgenliği içindeki psikolojisi, durum ve yer özellikleriyle başarıyla aktarılıyor.

Dick’in tüm yenilgilerine rağmen toprağına, doğaya tutkusu da yaşama dair naif bir umut olarak sızıyor okura.

Boşluğa yuvarlanan Mary’i belki de kurtuluşa götürebilecek ilk şefkati dokunuşun yerli hizmetçiden gelmesi Mary’nin hanesine yazılan en büyük kötülüğü oluyor. Beyaz insanın ikiyüzlü değer yargılarını ortaya seriyor yazar. Erkeğe tanınan hakların kadına tanınmamasını yerlilere yapılan ayrımcılıkla birlikte koyuyor ortaya Doris Lessing.

Kitabı bitirdikten sonra bir daha lanet olsun dedim sömürgeci zihniyetlere.

Topraklarında yarattıkları kültürleriyle mutluluk içinde yaşayan halkların her türlü zenginliğini akıl almaz yöntemlerle elinden alıp onu bugün de süren derin yoksunluğa, yoksulluğa hapseden sömürgeci zihniyetlere; toprağın gerçek sahiplerinin adını, sıfat olarak (yerli halk) takıp onları insan onurunu yok eden bir yaşama mahkûm eden anlayışa lanet olsun, dedim.

Karanlık çökünce yorgunluktan serilen, gündüz de koyu bir karanlığa mahkûm edilmiş bir hayat süren yerlilerin dünyaları onların ilişkileri, duyguları iş ve hizmetçilik dışında pek işlenmemiş. Moses’in Mary’e uzattığı şefkatli eli tutmadan insanoğlu bu ayrımcılık utancını yenebilir mi?

Her anlamda farklılıkları anlama, farklı olanla birlikte var olabilme konusunda insan olarak kat edeceğimiz çok yol var.

Kitap 1950’lerde yayımlanmış. Yetmiş yıl sonra güncelliğini koruyor.

***

Çağın Karanlık Romanları ve Yüzleşmeler: Distopik Roman

Hazırlayan: Erinç Büyükaşık

Distopya edebiyatı, insan ruhunun en karanlık köşelerini aydınlatan bir fener gibi; bizi hem bugüne hem de geleceğe karşı uyarıyor. Peki, bu karanlık ayna bize ne gösteriyor? Orwell, Atwood, London… Hepsi farklı dünyalar kurarak aynı soruyu soruyor: "Özgürlük gerçekten ne kadar özgür?"

Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, totaliter bir rejimin kadınları nasıl sistematik bir şekilde köleleştirdiğini anlatırken, içimizi titretir. Gilead'da kadınlar, yalnızca birer üreme aracı olarak görülür ve bireysel kimlikleri yok edilir. Bu distopik dünya, Atwood’un feminist bakış açısıyla güçlendirilmiş, bizlere kadınların bedenleri üzerinden kurulan iktidarın tehlikelerini hatırlatıyor. Ancak Ahitler ile bu hikâye bitmiyor; aksine, Gilead’ın karanlık köşelerine daha derinlemesine iniyoruz. Peki, bu karanlık gerçekten sadece bir kurgu mu, yoksa dünyamızda yankıları duyulmaya devam eden bir gerçek mi?

Orwell’in 1984’ü, Büyük Birader’in gölgesinde yaşanan ve boğulmuş hayatları gözler önüne serer. Burada bireylerin özgürlükleri, düşünceleri, hatta gerçeklik algıları bile devletin elindedir. Büyük Birader, Orwell’in zihninden çıkıp bizim dünyamızda da farklı şekillerde hayat buluyor. Her an izleniyor olmanın, gerçekliğin sürekli yeniden yazılmasının dehşeti, Orwell’in eserini sadece bir edebi eser olmaktan çıkarıyor; bir uyarı manifestosu haline getiriyor. Demir Ökçe ile Jack London, distopya edebiyatının belki de en sert ve gerçekçi eleştirisini yapıyor. London, sosyalizm ve kapitalizm çatışması üzerinden, sınıf mücadelesinin nasıl bir geleceğe dönüşebileceğini gösteriyor. Ernst’in devrimci mücadelesi, bugün hâlâ yankı buluyor. Demir Ökçe’nin altında ezilmek mi, yoksa başkaldırmak mı? London’ın distopyası, sadece geleceğe dair bir kâbus değil, bugünün sınıfsal gerilimlerinin bir yansıması.

Türk edebiyatında ise Orhan Duru’nun Yoksullar Geliyor adlı öykü kitabı, türün sınırlarını zorlayan bir başka yapı taşı. Bilim kurgu ögeleriyle süslenmiş bu öyküler, aslında modern Türkiye’nin toplumsal yapısına dair keskin bir eleştiri. Yoksulluk, adaletsizlik ve toplumun geleceği üzerine kurulan bu anlatılar, bir yandan da bizim distopik gerçekliğimize ayna tutarken Mehmet Sağbaş’ın Barbar Yeni Dünya adlı eseri, kapitalist ve sömürgeci toplumların çarpışmasını anlatırken, halkların düşünme yetisinin nasıl ellerinden alındığını gözler önüne seriyor. Sağbaş’ın kalemi, okuru tokat gibi çarpıyor; bu barbarlık bizim geleceğimiz mi? Yoksa bugünün ta kendisi mi? Şana ve Prens Kian’ın mücadelesi, sadece bir kurgu değil; modern dünyanın çelişkileriyle yüzleşmemizi sağlayan bir alegori.

Zühtü Bayar’ın Sahte Uygarlık’ı ise insan doğasına dair keskin bir soru soruyor: Köleleştirilmek, gerçekten de uzak bir olasılık mı? Bayar’ın galaksinin bilinmeyen köşelerinden gelen istilacı ırkı, aslında modern toplumların içinde yaşanan köleliğin bir metaforu. Peki, bu kölelikten kurtulmanın yolu nedir? Orion Nebulasında gizlenen gerilla grubunun mücadelesi mi, yoksa kendi zihinlerimizdeki prangalardan kurtulmak mı?  Üzerinde konuştuğumuz bu metinler, sadece karanlık bir gelecek tasviri değil. Aynı zamanda bugünün dünyasına yönelik keskin eleştiriler ve uyarılar. Yitik Öyküler Kitabı’ndaki felaket sonrası İstanbul'dan, Relorya’nın 2074 yılına kadar, distopya edebiyatı bize tek bir gerçeği hatırlatıyor: Gelecek, bizim seçimlerimizin bir yansıması olacak. Peki, bu geleceği nasıl şekillendireceğiz? Bu sorunun cevabını bulmak, belki de distopyanın en büyük meydan okuması.

Bu eserler, yalnızca dehşet ve umutsuzluk sunmuyor. Aynı zamanda birer direniş çağrısı, birer uyanış manifestosu. Geleceği kabullenmek zorunda değiliz. Orwell, Atwood, London, Duru, Sağbaş, Bayar ve diğerleri bize şunu gösteriyor: Direnmek mümkün. Geleceği yeniden yazmak, bizim elimizde. Ama bunun için önce bugünün karanlık yüzüne cesaretle bakabilmemiz gerekiyor. Bu distopyaların gösterdiği tek bir şey var: Gerçeklik, bizim inandıklarımızdan çok daha fazlası. Ve gelecek, her zaman elimizde.

Distopya edebiyatı, sadece karanlık dünyalar tasvir etmekle kalmaz, aynı zamanda bugünün aynasında yarının çarpık yüzünü göstermeyi amaçlar. George Orwell’in 1984’ü ile Margaret Atwood’un Damızlık Kızın Öyküsü, totaliter rejimlerin birey üzerinde bıraktığı silinmez izleri, insan ruhunun en derin yaralarını açığa çıkarır. Orwell’in distopyasında, Büyük Birader’in gölgesinde düşünce özgürlüğü buharlaşır; gerçeklik, devletin çıkarları doğrultusunda yeniden yazılan bir metinden ibaret hale gelir. Bu dünya, hakikatin nasıl manipüle edilebileceğine dair bir uyarı niteliği taşır. Atwood ise, kadınların bedenlerinin ve zihinlerinin kontrol altına alındığı bir cehennemi betimler. Damızlık Kızın Öyküsü'nde, kadınlar yalnızca üreme araçları olarak görülür ve bu durum, feminist bir başkaldırı için gereken kıvılcımı ateşler. Her iki eser de, bireyin özgürlük mücadelesinin ne denli zorlayıcı ve hayati olduğunu gösterir.

Öte yandan, J. G. Ballard’ın Öteki Dünyası ve Zülfü Livaneli’nin Son Ada romanları, modern toplumların tüketim çılgınlıkları ve ekolojik yıkımları üzerinden geniş kapsamlı bir eleştiri sunar. Öteki Dünyası, alışveriş merkezlerinin kutsal mabetler haline geldiği bir dünyada, tüketimin insanları nasıl köleleştirdiğini ve bireylerin bu sistemin mekanik bir parçası haline nasıl geldiklerini gözler önüne serer. Bu bağlamda, Ballard’ın eseri, kapitalizmin insan doğasını nasıl körelttiğine dair keskin bir eleştiri olarak karşımıza çıkar. Livaneli’nin Son Ada'sı ise, bir diktatörün gelişiyle ekolojik dengeleri alt üst edilen bir adada yaşanan trajediyi anlatır. Roman, doğa ve insan arasındaki hassas dengeyi bozmanın toplumsal yapıyı nasıl parçaladığını gösterir. Livaneli, toplumsal dayanışmanın önemine ve baskıcı rejimlere karşı verilen mücadelenin hayati gerekliliğine vurgu yapar.

Orwell, Atwood, Ballard ve Livaneli vb. yazarlar,  distopya türünün farklı yönlerini ele alarak bireylerin ve toplumların nasıl kontrol altına alındığını, özgürlüğün nasıl yok edildiğini ve bu süreçlerde verilen mücadelelerin nasıl şekillendiğini gösterir. Distopya, yalnızca bir uyarı değil, aynı zamanda bugünün dünyasında var olan sorunlara dair güçlü bir eleştiridir. Bu eserler, dehşet uyandırmanın ötesine geçer; bireyleri ve toplumları bilinçli olmaya, sorgulamaya ve direnmeye teşvik eder. Distopya edebiyatı, geleceğe dair umut ve direnç inşa etmek için vazgeçilmez bir yol haritası sunar bizlere bir şekilde.

****

Osmanlı Sarayının bahtla ölüm arasında gidip gelen kanlı sarkacı

Hazırlayan: Aslı Parıl

Bir gün köye bir adam gelmiş, köylülere peygamber olduğunu söylemiş. Köylüler, “Biz sana inanmıyoruz, peygamber olduğuna inanmıyoruz, ispat et.” demişler. Adam karşıdaki duvarı göstermiş, “Eğer bu duvar konuşur da benim peygamber olduğumu söylerse o zaman inanır mısınız?” diye sormuş. “İnanırız.” demişler. Adam duvara dönmüş ve “Konuş ya duvar, konuş ve benim peygamber olduğumu söyle.” Bunun üzerine duvar dile gelmiş ve “Ey köylüler, bu adam peygamber değildir, bu adam sizi aldatıyor, peygamber değil.” İnsan zihninde iktidar ve iktidarın halk üzerindeki etkisi kavramlarını yerinden oynatan bu hikaye yıllar sonra yeniden Engereğin Gözü ile buluşturdu beni. Zülfü Livaneli, ilk baskısı 1996 yılında yapılan bu romanı ‘iktidar alevinin çevresinde dönen pervaneler’i anlatmak için yazdığını belirtiyor. Yazar kitabı ‘pervane’ gözünden kaleme almayı efendi-köle diyalektiğine köle cephesinden bakmayı yeğlemiş. Habeşli Süleyman Ağa’nın 12 yaşında Afrika çöllerinden koparılıp hadım edilmesi, köle olarak Osmanlı Sarayı’na satılması ve harem ağalığına dek yükselen serüveni anlatılıyor. Roman on sekiz bölümden oluşuyor. Ağaca Saklanan Rüzgâr, Kankızıl Öfke, Bir Annenin Yüreği bölümleri ders niteliğine birer ‘epifani’ örneği. “Benim yedi yaşındaki Efendimin iktidarı ve yüreklere korku düşüren saltanat alayı, sadece fani bir kulun değil, bakışlarıyla cümle mahlukatı felcedip lal u ebkem bırakan bir engereğin bile gözünü kamaştıracak kadar muhteşemdi…” alıntısı kitaba da adını veren son bölüm olan Kurtuluş Günü’nden çarpıcı bir örnek.17.yy Osmanlı saray hayatını dekor olarak kullanan roman, Livaneli’nin röportajlarında dile getirdiği gibi bir tarih romanı değil, tarihsel dekor içerisinde insan psikolojisinin derinliklerine varabilmeyi amaçlayan ve Topkapı Sarayı’nda geçen tarihi olaylara yaslanan masalsı bir roman aslında. Romanın neredeyse tamamının kapalı mekanlarda geçmesi ise karakterlerin ruh dünyalarının dehlizlerinde büyülü bir yolculuğa çıkarıyor okuyucuyu.

Büyük Usta’nın “Naima ve Evliya Çelebi’nin rahat divanlarındaki kanaviçe yastıklara dayanmadan bu kitabı yazmam mümkün olmazdı. Esin kaynağı olan müthiş üslupları ve alıntı yaptığım cümleleri için onları tekrar tekrar saygıyla anıyorum.” ifadeleri romanın masalsı anlatımının üzerinde bizzat çalışılmış olduğunun kanıtı adeta. Zira romanı okuyup bitirdiğinizde damağınızda kalan o kekremsi lezzet, üslup mükemmelliğinden kaynaklanıyor. Bu romanı diğer Livaneli romanları arasında istisnai bir yere koymak hatta ‘yazı dili olarak bir Türkçe etüdü’ olduğunu söylemek yanlış olmaz.

Zira Livaneli Engereğin Gözü’nü ‘İstediğimi yapmaya en çok yaklaştığım romanım’ diye nitelendiriyor. Her ne kadar tarihi gerçeklere yaslanmış olsa da kendi kurgusal dünyasını yaratmayı başaran roman ‘Osmanlı tarihini şiddet ve erotizmden ayıramazsınız.’ savını destekleyen bir kurguya sahip. Livaneli’nin bu iki uç kavramı okuyucuda bir kâğıt kesiği etkisi yaratacak şekilde ani, sarsıcı fakat asla bayağı olmayan bir anlatımla romana yedirebilmesi hiç kuşkusuz kaleminin ve entelektüel kimliğinin gücünün bir sonucu. Şimdiye dek altmış sekiz baskı yapan kitap, yazılışının üzerinden geçen yirmi beş yıl sonra yeni baskısıyla raflarda yerini aldı. Bu romanla yollarınız henüz kesişmediyse mutlaka bir randevu oluşturmalısınız

Kitapla ve hoşça kalın.

Zülfü LİVANELİ- ENGEREĞİN GÖZÜ

***

Hikâyelerin büyüsü

Sabah treni

Sabah treninde otururken, tam on beş yıl önce şelaleye yaptığımız gezinti sırasında öğrenci grubumuzla devrildigimiz uçurumdan geçtigimiz anda pencereden bakıyoruz ve bizim o zaman kurtulduğumuzu, ama ötekilerin sonsuza dek yok olduklarını düşünüyoruz. O zaman bizim grubu şelaleye götürmek isteyen kadın öğretmen Salzburg mahkemesinin verdigi sekiz yıl hapis cezası ilan edilir edilmez kendisini asmıştı. Tren bu yerden geçerken, grubun çığlıkları arasında kendi çığlıklarımızı da duyuyoruz.

 Thomas BERNHARD- SES TAKLİTÇİSİ

****

Yazarın büyüsü

Bende sadece frenlenemeyen bir yazma isteği var. Birkaç hafta önce Stuttgart’taydım, bir Çehov oyununda – Üç Kızkardeş. Kendi kendime bu benim oyunlarımdan biri olabilirdi dedim. Daha iyisini yapabilirdim, saha sıkı bir iş çıkarabilirdim, o anda yine yazma iştahı geldi. Ben kuşkusuz herhangi birinin üzüntü duyacağı biri değilim, çünkü güçlüyüm. Zayıf olan biri böylesi konuları yazamaz. O metinleri öyle dizmek için bilek gücü gerekir. Anlattığınız insanlar ve durumlar zayıfladıkça, siz güçlenmelisiniz, yoksa imkânsız olur. Siz kendiniz zayıf düştükçe, kâğıda döktükleriniz güçlenir, doğruluk kazanır ve zinde olur. Gerginliği seven ve hep sinirlenen Zuckmayer gibileri düşüyor aklıma, çıkar yolu Yerliler, Kızılderililer ya da soyguncu kabile reislerinde arayan ama aslında kendisi sadece bir yaprak kadar gerginleşebilen tipler… Öte yandan yazdıklarım kendi fiziksel durumumla da örtüşüyor. Döngüsel. Görünümüm iyiyse ve havam yerindeyse ve güçlü ve zindeysem, yazmam olur biter, çünkü yazmak için aslında hiç iştahım yoktur.

                                                                                                                     Thomas BERNHARD

Kaynak: Haber Merkezi