Mustafa GÜÇLÜ
Gerçekliğin yerine, çeşitli illüzyonlarla toplumdan koparılan öykü ve romanın içinin boşaltıldığı biçime, dil oyunlarına dayalı anlatıma prim verildiği günümüzde “İç Çekişlerimiz” gündelik hayatın sıkıcı ayrıntılarında boğulduğumuz şu günlerde sıradan insan yenilgilerini öte yandan iyiliğin gizli ışığını okuyucuyla buluşturuyor.
Turan Horzum’un ikinci kitabı “İç Çekişlerimiz” adını kitaptaki yine aynı başlıktaki öyküden almış. Kitap İzan Yayınları’ndan 2021 tarihinde yayımlanarak okuyucuyla buluştu. Günümüzdeki modern öykünün, olayı göz ardı eden durum hikayesi üzerinden şekillendiğini alegorik ve soyut bir söyleyişe yönelerek biçime yaslanan üsluba sahip olduğunu biliyoruz.
“İç Çekişlerimiz” ise nicedir göz ardı edilen toplumcu gerçekçi anlayışın izinden ilerliyor. Tabi ki gelişen yeni toplumsal dinamiklerle birlikte 1940’ların gerçekçi yazının açtığı yolu, tekrara düşmeden, kendine farklı bir damardan var etme, okuruna seslenme derdine düştüğünü görebiliyoruz. Yazar, insan hayatının olağan akışındaki sadeliği, toplumsal çelişkileri, birey bile olamamış kahramanların, gündelik hayata, geleceğe dair beklentilerini, hayal kırıklıklarını başarıyla harmanlamış. Kurguda derinliği imlercesine tekrara düşmeden kendine özgü bir dili yakalama becerisi göstermiş.
“İç Çekişlerimiz”, 24 öyküden oluşmakta. Öykülerden bazıları kısa olmakla beraber teknik olarak küçürek öykü özelliğini taşımıyor. Yukarıda, daha önce vurguladığımız gibi kurgu ve anlatımdaki sadelik, küçük öyküleri göz önüne alırsak, bahsi geçen öykülerde temanın tam olarak ortaya konulmaması nedeniyle, okurun uzun öykülerdeki başarıdan kaynaklı beklentisini karşılamamış olabilir. Kısa öykülerde kullanılacak imgesel ve çağrışıma dayalı bir dilin, değindiğimiz eksikliği giderecek bir olanağı metne kazandıracağına inanıyorum. Kısa öyküler, hacmiyle zıt bir şekilde anlatım yoğunluğu taşırsa okura çok anlamlılık konusunda geniş bir alan açacağını tahmin edebiliriz.
Şimdi bazı öykülerden yola çıkarak içeriğe ilişkin birkaç söz söylemek istiyorum. Kitabın ilk başlarındaki “Terlik” adlı öykü biraz önce yukarıdaki olumladığımız sade anlatımın bir örneği olarak karşılıyor okuru. “İlaçlarımı bir iki eşyamı torbama koydum, ayağımdaki terliği de. Götür Ahmet beni garaja, dedim, gideceğim. Gelini şöyle bir göz ucuyla süzdüm. Elinde süpürge küfür gibi baktı bana.” (Terlik, s. 17)
Hayatın kimilerine küçük gelen dertleri ya da sevinçleri değil midir yazarın radarına takılması gereken? Bu seçicilikteki inceliktir ki anlatıcının kaleminden ortaya çıkan gerçeklikle kesişen yaşanmışlıkları derinlemesine algılamamızı sağlayan bakış açısını okura sunar. Yazarın, yaşamın bütün alanlarını kadrajına alma hassasiyeti, gerçekliğin kurguda yeniden biçimlenişine şahitlik etse de bu biçimlenme çabası, post-modern anlatının müphemliğe sığınan sisli görüngüler dünyasında okuru ahmaklaştıran modernlik kisvesine prim vermiyor.
Öykülerdeki kahramanların bütün sahiciliğiyle bize çok tanıdık gelmesi, onların yaşadıkları serüvenin içine hızla girerek anlatımın verdiği durulukta yol almamızı sağlıyor.
Dar alanlarda öteki olarak ifade edilen kimliklerin coğrafyamızda yaşadığı dramlar da yazarın gözünden kaçmamış. “Gözümde Toz Kadarsın Hayat” adlı öyküde bir kaçışın açtığı yaralar vurgulanmış.
“Hep odama kapanıp ders çalışıyor ve ara sıra kadın kıyafetleri giyip bu küpeleri takıyordum kulağıma. Bir gün ansızın annem giriverdi içeri. Çığlığı bütün kasaba duydu sanki. Küpeleri yoldu çıkardı kulağımdan. Defol, defol git buradan, dedi. İşte senin getirdiğin kutudan bu küpeler çıktı. Annem affetmiş beni” (s. 46)
Yıllar sonra bir arkadaş eliyle annesinden gelen kutudan çıkanlar duygusal sahnenin arka planında bir hesaplaşmanın nasıl gözyaşlarıyla sonlandığına tanıklık ediyor okuyucu. Meydanları kalabalıklarla dolduran isyan günlerinde uzaktan gelen anarşistlerin uğultusundaki hesaplaşmada, kırmızı gülleri satan kadına gülümsemek, gülleri anneye götürmek öfkenin kınında gezinen sevinci ve umudu işaret ediyor.
Yazımızı bitirirken Necati Tosuner’in kitapla ilgili tespitlerine yer vermek istiyorum: “Gerçek elektrik akımından güçlüdür, çarparsa der Turan Horzum’un öykülerini okurken öykü karakterlerinin iç çekişlerini, kimsenin duymadığı çığlıklarını yüreğinizde hissedecek adeta bütünleşeceksiniz.” Kısacası piyasacıların devasa olanaklarla fonladığı sanat ortamında bazılarını öne çıkarma bazılarını daha yolun başındayken saf dışı etmek üzerine kurulu bir işleyişin olduğunu biliyoruz. Gerçekliğin yerine, çeşitli illüzyonlarla toplumdan koparılan öykü ve romanın içinin boşaltıldığı biçime, dil oyunlarına dayalı anlatıma prim verildiği günümüzde “İç Çekişlerimiz” gündelik hayatın sıkıcı ayrıntılarında boğulduğumuz şu günlerde sıradan insan çığlığını okuyucuyla buluşturuyor. Popüler kültürün sakatladığı algı dünyamızda, toplumcu bir içerikle bütünleşen duru anlatımıyla öne çıkan başarılı bir kitapla karşı karşıyayız. Karartılmış iç dünyalarımızı keşfe çıkan öyküleriyle “İç Çekişlerimiz” arayıştaki okurun daha şimdiden farklı bir dünyanın kapılarını açacakmış gibi görünüyor.
İç Çekişlerimiz / Turan Horzum
***
Hikayelerin büyüsü
Sevdiğim, bilir misin umduğun dağlara kar yağışını, belki güzel yağışını, istemediğince yağışını bilir misin? Benim bu derdi nasıl çektiğimi bilir misin sevdiğim? Belki bilirsin sırtımdaki acının nasıl bir şey olduğunu, nasıl taşındığını bilir misin? Nasıl da taşınabildiğini… ve bu işten umut kesmediğimi, niye kesmediğimi…Ve yanılmaktan usandığımı, bir bundan usandığımı…Umuda ve şımartılmaya nasılcana koştuğumu biliyor olmalısın. Beni anladığını sanmak ne güzel! İnsanın kendi kendini şımartması da öyle bildiğince kötü değil. Ah!..
Sevdiğim yanıltma beni.
KAMBUR
Necati TOSUNER
***
Yazarın büyüsü
Bu yaşa geldim, geçenlerde şöyle bir şey yazdım: “Ben doğduğumda, sırtım dümdüzdü benim!” Yazarlığımı böyle özetlemek doğru olmaz ama şakası güzel işte! Yaza yaza, yaşadıklarımı yazmayı, değiştire değiştire yazmayı sevdim ben. Bir de küçük bir buluştan, bir duygulanımdan yola çıkarak yazdıklarım var. Yangın olursa, önce bu öykülerimi kurtarırım. Oysa beni yazar olmaya sırtımdan iteleyenler, önceki tür öykülerdir. Yani, bir konudan güç alanlar… Epeyce emek verdiğim bir tür de çok kısa öykü türüdür. Bende her şey öykü ile yakından ilgilidir. Romanlarım da öyle…
Necati TOSUNER
***
Uykudan önce
Bu sayıda tanıtacağımız kitap “Bay Oscar Tatilde”. Yazarı Jim Field.
Bay Oskar tatilde arkadaşlarıyla buluşacak; sıcak sahilleri, karlı dağları ve yemyeşil kamp yerlerini ziyaret edecek. Üstelik yolculuğu boyunca pek çok İngilizce sözcük öğrenecek. Keşfedilecek öyle çok şey var ki!
Ödüllü çizer Jim Field’in kaleminden Bay Oskar Tatilde kitabı, ilgi çekici detaylarla bezeli sahneler eşliğinde okurlarını hem eğlenceli hem de eğitici bir yolculuğa çıkarıyor. Sözcüklerin İngilizce-Türkçe karşılıklarının da yer aldığı bu kitap yeni sözcükler öğrenmeyi okurları için keyifli hale getiriyor.
Bay Oscar Tatilde
Redhousekidz/ 32 sayfa/ SÖZE DÜŞEN
***
İnsanlığın ırkçılık ve faşizmle sınavı
Nazi İdeolojisi ve Sanat: Manipülasyon ve Yağma Dönemi
Sanat ve hayata dair 2. Dünya Savaşı’nın yıkıcı atmosferini ele almamız gerekirse öncelikte toplama kampları, sanat hırsızlığı, yakılan kitaplar, kıtadaki kitlesel ölümler, savaş sonrası yüzleşme ve Holokost gerçekliğinden söz açmamız elbette yerinde olacaktır. Ölüm Kültü kavramıyla içkinleşen faşizmin görünümleri elbette Avrupa için kültürel yıkımın ve varoluş krizlerinin de muştucusudur bir boyutuyla. Öncelikle Nazi ideolojisinin temellerini irdelemek yerinde olacaktır. Nazizm, ırkçı ve antisemitik bir temele dayanmaktaydı öncelikle. Nazi liderleri, Aryan ırkının üstün olduğuna inanıyor ve diğer ırkları yok etmeyi amaçlıyordu. Bu düşünce sistemi, ölüm kültünün temelini oluşturdu. Hitler’in gönüllü cellâtları ve kötülüğün sıradanlığı üst başlığıyla irdelenebilecek bu kolektif kötülük hâlini Sartre şu ifadelerle ortaya koyuyor: “Antisemit, yok etmek istediği bir düşman bulamazsa yaşayamaz”
Dünyayı kemiren şeytanın planlarının yaşama geçirilmesinde kariyerizm telaşındaki bürokrattan demiryolu rayları döşeyen binlerce işçiye, Nüremberg Yasaları’na karşı çıkmayan Alman entelektüellerinden, Yahudilerden ele geçirilen mal varlıklarını nasıl pay edileceğine kafa yoran avukatlara, yasaları uygulayan hakim ve savcılardan kimya mühendislerine, ölüm kamplarını tasarlayan ve inşa eden mühendislerden Yahudiler üzerinde görülmemiş gaddarlıkta deneyler yapan doktorlara, Yahudilerin iş dünyasından çıktıklarında ortaya çıkan boşluğu değerlendirme fırsatını kullanan işadamlarından gelişen olaylar karşısında seslerini pek çıkarmayan din adamlarına kadar toplumun neredeyse tamamı büyük rol oynar. Ölüm kültüyle ifade edebileceğimiz Holokost'un merkezindeki Nazi rejimi, Yahudilerin ve diğer azınlıkların sistematik olarak yok edilmesini planlayıp uygularken soykırımın bir parçası olarak, toplama kamplarında gaz odaları ve ölüm trenleri gibi yöntemlerle milyonları katletmiştir. Elbette yalnızca insanın değil insanlığın yarattığı kültürel mirasın da yok edilmesini öngören bu politika belki de insanlığın “faşizm” gerçekliğiyle en belirgin yüzleşmesi olarak da karşımıza çıkar.
Nazi rejimi, Almanya'da sanata bakış açısını savaş öncesi ve II. Dünya Savaşı sırasında büyük bir değişimle belirledi. Bu dönemin Nazi Partisi tarafından yönlendirilen sanat anlayışı, sadece Almanya'nın değil, tüm dünyanın gözleri önünde gerçekleşen dramatik bir dönüşümü temsil ediyor. Ancak bu değişim, eleştirel bir gözle değerlendirildiğinde, totaliter ideolojilerin sanatı nasıl kontrol ettiği ve manipüle ettiği konusunda bir örnek sunuyor. İşte Nazi rejiminin sanata bakış açısının ana hatları:
Aryan Sanatı: Nazi ideolojisi, Aryan ırkının üstünlüğünü savunduğu için Aryan sanatını öne çıkardı. Bu, mitolojik ve tarihsel temaların resimlerde ve heykellerde yansımasını buldu. Ancak bu vurgu, sadece bir ırkın üstünlüğünü savunmakla kalmayıp aynı zamanda sanatın çeşitliliğini bastırarak totaliter bir ideolojiyi destekleme amacını taşıyordu.
Entartete Kunst (Sapık Sanat): Nazi rejimi, modern sanatı ve özellikle de dışavurumcu, dadaist, soyut veya Yahudi kökenli sanatçıların eserlerini "sapık sanat" olarak damgaladı. Bu, sanatın özgünlüğünü ve ifade özgürlüğünü tehlikeye atan bir sansür biçimiydi. Sanatın eleştiri ve sorgulanma rolü yerine, ideolojik bir araç olarak kullanılmasını gösteren bir örnekti. Propaganda Bakanı Gobels’in başlangıçta dışavurumcu ve modern sanat taraftarıyken bir süre sonra soyut, dışavurumcu sanatın can düşmanına dönüşmesi tarihin talihsiz bir cilvesi olarak da irdelenebilir. Elbette sanatın “yüce Ari ırkı” için yapılmasını savunan Nazizm heykeltraşı Josef Thorak’ın birçok meydan ve binayı süsleyen sert çizgili, kütlesel, adaleli erkek heykelleri, faşizmin yaratmayı çalıştığı üstün insanıyla ilkel ve gösterişçi bir gerçekçiliği yücelttiğini de söylemek uygun düşecektir. Nazi rejiminin sanatı propaganda aracı olarak kullanmış olması da Nazi estetik değerlerinin siyasi propaganda için nasıl istismar edildiğini de gösterir.
Savaş ve Milliyetçilik: II. Dünya Savaşı döneminde Nazi sanat anlayışı, savaşa ve milliyetçiliğe odaklandı. Bu, savaşın korkunç gerçeklerini romantize eden bir yaklaşımı temsil ediyor. Sanat, gerçekliğin yerine bir propagandacı araç olarak kullanıldı.
Nazizm ve sanatta yıkım, totaliter bir ideolojinin sanatı nasıl manipüle ettiğinin ve nasıl bir araç olarak kullandığının dramatik bir örneğini sunuyor Bu dönem, sanatın ifade özgürlüğünün ve özgünlüğünün korunmasının ne kadar önemli olduğunu gösterirken, ideolojik sapmanın sanata ve kültüre nasıl zarar verebileceğini de vurgular. II. Dünya Savaşı sonrası uluslararası çabalar, sanat ve kültürel mirası koruma yasalarını geliştirerek benzer yıkımların önlenmesine her ne kadar katkı sağladıysa da insanlığın “ırkçılık” ve “faşizmle” imtihanı elbette süregitmektedir bugün.
Erinç BÜYÜKAŞIK