TURAN HORZUM- Edebiyat, eleştiri, inceleme, kuram, öykü kategorilerinde eserleri bulunan yazar Erinç Büyükaşık ile öykülerini, öyküde gerçekliği, bireyselleşmeye uzak ve yabancı toplumlarda öykünün ne gibi görevleri olduğunu konuştuk.
Öykü ve roman yolculuğunuza dair yol açıcı bir soruyla başlayalım dilerseniz. İki farklı damardan süren yol öykünüzü değerlendirebilir misiniz?
Öyküyü tanıma yolculuğumun öykü okurluğum ve edebiyatın anlatı ve kurmaca birikimini okur olarak takip etmemle başladı. Acemice ve hatta taslak düzeyindeki öykülerimin ardından daha fazla öykünün çağdaş yolculuğunda kahramanlarımla dolaşmayı yeğler oldu. Bu açıdan modernist, serbest dolayımlı anlatımın da benim için çekiciliği arttı demeliyim. Bu açıdan Cortazar, Marquez, Atay, Borges gibi ustaların iyi bir okuru olduğumu söyleyebilirim. Belki de öykü dünyamda ana mesele neyi anlattığım kadar ne kadar kendimce anlattığım bu noktada.
“Sahici Bir Tragedyayı Oynamak” başlıklı yeni romanınızın başlığı oldukça dikkat çekici. Hele de deprem felaketinin arkasından yazılmış bir tanıklıklar romanı olduğunu düşündüğümüzde neden “tragedya” kavranma gereksinimi duydunuz roman başlığında?
Bu romanın ortaya çıkışı bir felaketin ardından benim de yaşadığım travmalar olmuştu kuşkusuz. Hele de Hatay’ın günlerce yaşadığı çaresizliği akrabalarım çerçevesinde gözlemlemek ve kentteki depremzedelerin çığlıkları, öfkesi bu romanın ana hatlarını oluşturdu. Bir tragedyayı tüm acımasızlığıyla oynayan bir kentin öyküsünü kaleme alırken tanıdığım insanların felaketin sonrasındaki öykülerini fazlasıyla içselleştirmek zorunda kaldığımı söylemeliyim. Bugün hâlâ yıkımın toplumsal travmaları sürerken bir kenti ve ülkeyi ayağa kaldırmak ve belleği diri tutmak mümkün mü? Unutkanlıklarımızı yargılamamız gerekiyor sanırım bu adımı atmak için. Berlin’den Hatay’a uzanan yolculuğun yıkıntıların altında kalan anıları da işiterek gerçekleştiğini ifade etmeliyim roman boyunca. Ayşen, Ahmet, Arif, Nezahat… köye ve taşraya yolculuk bağlamında “unutma”ya dair korkular içinde olması bu “tragedya”nın içindeki kolektif travmalarımızı da sahnelemek zorunluydu benim için roman boyunca.
Karamsar kurgular
Öykülerinizden söz açacak olursak özellikle “Kediye Dokunma”da dikkat çekici bir distopik atmosfer söz konusu. Neden distopik öyküler yazma ihtiyacı duydunuz, nereden nasıl çıktı bu fikir? Hareket noktanızdan ve sonraki izlediği süreçlerden bahseder misiniz? Bir de bunun için en çok hangi yapıtları okudunuz? Birileri veya bir şeyler mi ilham kaynağınızdı?
Öyküde gerçekliği yalnızca kahramanın dolayımsız tanıklıkları olarak irdelemediğim için öykünün teknik olarak yaratıcı, buluşlara açık olmasını savunmuşumdur yazı serüvenimde. Bu açıdan atmosfer, anlatıcı, izlek adına ülke, coğrafya, kent, mahalle, ev gibi mekanlar kadar distopyayı da kapsayan bir anlatı evreni kurmayı da önemsiyorum. Belki de yaşadığımız coğrafyaların distopya alametlerini her gün başka çelişkiler, paradigmalar ve felaketlerle yaşaması da bunun nedeni. Otokrasi, bireyin kuşatılmışlığı, ötekileştirilen kalabalıklar, hukukun yok sayıldığı olaylar dizisi, kıyımlar kendi başına bir distopya da sayılabilir ülkemizde bir yandan da. Distopya nedir sorusunun da bir yanıtı sanki bu. Kurgusal dünyada gerçekliğe dair sanatın abartılı yorumu olarak görmek de mümkün distopyayı. “Kediye Dokunma” bu açıdan tam da sözünü ettiğimiz “distopik” öyküler olarak görülebilir. Savaş, ölüm, cinayet, küresel bir cezaevi ve tımarhaneye dönüş ütopyaların yarattığı iyimserliğin yerini daha karamsar kurgulara bırakıyor adeta.
Örüntüden beslenıyor
Toplum birey ilişkileri bağlamında, bireyselleşmeye uzak ve yabancı toplumlarda öykünün ne gibi görevleri olabilir? Öyküye görev yüklemek ne kadar doğru? Sanatın başka dallarına o kadar yüklenmeyenlerin öyküden nerdeyse dünyayı kurtarmalarını isteyen beklentilerini ne yapmalı?
Öyküye bir görev ya da misyon yüklemek sanat ve edebiyata haksızlık yapmak olur kanımca. Meseleyi biraz tanıklıkların sanatçının gözünden değiştirilmesi veya dönüştürülmesi olarak da değerlendirebiliriz. Toplumun tahakkümü bireyi, bireyin biatı veya isyanı toplumdaki çatışmayı, aynılaşmayı beraberinde getirirken savaş, göç, toplumsal yığınların yoksulluğu, sınıfsal paradigma ortasında birey başlı başına “öteki”, “yoksun”, “yoksul” ve “çaresiz” bırakılmış sonuçta. Öykü biraz daha kısa yoldan gidilen bir yolculuk ve bu yolculuk boyunca tek bir olayın bile örüntüler, başka olaylar dizisiyle etkileşimi söz konusu. Kahramanın kişisel yolculuğu da çocukluktan başlayan birçok travmayla hem toplumsal hem de bireysel çatışmaları besleyebiliyor. Öykü tam da bu örüntüden beslenerek okuruna ulaşıyor kanımca. “Hep Uzak”, “Sınırlar Kapalı, “Dehlizler ve Rüyalar” gibi öykü kitaplarımda tam da kahramanın yolculuğunun “Sınırlar”, “Düşler”, “Karabasanlar”, “Cinayetler”, “Coğrafyanın Dayattıkları” eşliğinde ne derece zorlaştığının da kanıtı gibi.
Genelde bizde öykü eleştirisi yoktur. Oysa şiirden sonra edebiyatın orta direği, belkemiği olan öykü gelişmiş ülkelerde de pek satmaz, yayınevleri satılmıyorlar, okunmuyorlar diye önemsemezler. Daha çok edebiyat dergilerinde ve son yıllarda internet ortamında kendisine hak ekettiği saygın yeri bulmaya çalışan öyküler aslında toplumun aynasıdır. Özellikle sizin tadına doyulmaz öykülerinizde ben hem günümüz modern bireyini, yaşadığı ortamı, hem de her yönüyle toplumu, iç içe oldukları koşulları genel hatlarıyla yakalayabiliyorum. Bu bilinçli bir anlatı tercihi mi, yoksa tesadüfen veya kendiliğinden anlatı içerisinde boyverip kendisini gösteren ve yansıtan genel görüntüler mi?
Öykü eleştirisinin öyküye talep doğrultusunda gelişebileceğine inananlardanım. Maalesef öykü okurunun da yeterli düzeyde olmadığı bir gerçek. Kuramsal çalışmaların da yetersiz olduğu ve okur, yazar ilişkisinin “eleştirel”likten uzak oluşu da en azından Türkiye ve Türkiye edebiyatı adına bir sorunsal sanıyorum. Ben bu açıdan kuramsal çalışmalarımı ve yazılarımı kitaplaştırmayı da tercih eden yazarlardan oldum. Belki edebiyat öğretmenliğinin getirdiği birikim de bunun ortaya çıkması sağladı. Öykünün daha kısa bir metin olarak daha yoğun ve çok katmanlı olduğunu düşünüyorum elbette. Ben “modern”in içinde belki Tanpınar gibi “eşik”lerde olan kahramanın izinde ilerliyorum bu noktada. Kadınlar, çocuklar, lgbti+ bireyler, kuraklaşan kültürel, toplumsal atmosferde sıkışan kahramanlar, kent ve taşra geriliminde “boğulmuş” kahramanlar öykümün izleğini ve çatısını da oluşturuyor bu anlamda. Herbirinin coğrafyaya dair “yansıma”lar taşımasının nedeni de bu olsa gerek.
Kapıyı açmayı yeğlerdim
Öykü dair genel düşünceleriniz, öykü anlayışınızı biri sorsa ne cevap verirdiniz? Bu konuda vazgeçilmez ilkeleriniz, kırmızı çizgileriniz var mı?
Öyküde arayışları, keşifleri, derinlerde okuru da sarsacak bir “anlatı evreni” oluşturma sürecini önemsiyorum. Bu açıdan modernist anlatının, bilinç akışı, serbest dolaylı anlatım gibi teknikleri vazgeçilmez buluyorum uzunca bir süredir. Anlatı ve öyküde “yeni”yi ararken “tanıklıkları” bir haber metni vasatlığından çıkarmak niyetiyle ortaya çıkan öykülerimde kahramanın bilinçaltında gezintiye çıkmak daha dürüstçe geliyor bana. Öyküye hak ettiği önem verilmese de öykünün kendisi benim kırmızı çizgim olageldi. Hatta bu bağlamda “edebiyatkolektifi” başlıklı bir internet dergisinin yürütücüsü olarak başka öykücülere de kapı açmayı yeğledim.
“Murat Ka’nın Çoğul Tarihi” ilk romanınız, adı nereden geliyor, kahramanımızla günlük hayatta karşılaşma olasılığımız var mı, olmalı mı? Neden böyle bir roman kahramanı yaratma ihtiyacını duydunuz? Ya da başka bir tabirle onun ilk yaratım sürecinden bahsedebilir misiniz, nasıl ortaya çıktı, ilk göründüğü anlar nasıldı?
Kentli, beyaz yakalı bir kahramanın kafkaesk bir yorumla “Joseph Ka” göndermesi eşliğinde izinde yazdım ilk romanımı. Bir cinayetin, taşranın “kadın”a dair boğucu ve öldürücü “halinin” izinde kahramanın geçmişiyle yüzleşmesi; kadınlık, erkeklik halleri, Gezi eylemlerine kadar uzanan bir sürecinde yansıyor bu romanda. Romanın izleğini özetleyen bir soru ışığında beliriyor bu çatı da. Bu soru özetle “Esma’nın Katilleri Nerede?” Biçiminde özetlenebilir.
Her iki romanda da farklı, ilginç, yorucu deneysel anlatı biçimleri dikkat çekiyor. Zengin bir dil, aşırı yoğun ve haddinden fazla renkli ifadeler ama o kadar da güçlü olmayan hikayeler benim edindiğim intiba. Bu anlamda sormak istiyorum önceden bir anlatıyı planlayıp kurguluyor musunuz, yoksa yazıya başlayıp, yazının mı sizi yönlendirmesine eşlik ediyorsunuz?
Olağanın izinde olağandışılık veya anomaliyi önemsemişimdir hep. Hayat birçok vasatlığıyla karşımıza çıkarken “olaylar”ı sıradışı kılan kahramanın ve yazarın “vicdanı” ve “farkındalığı” kanımca. İkinci romanımda deprem gerçekliğinin izinde bir kentin yıkımına dair tanıklıkları önemsedim ilk romandan farklı olarak. Murat Ka’nın geçmişiyle yüzleşmesi belki de “Kırmızı Pazartesi” izleği gibi görülebilecek “toplumsal suç”un inkarı olarak görülebilir. İkinci romanda ise deprem bir “cinayet” ve “yıkım” örüntüsüyle şekillendi.
Yeni romanınız “Sahici Tragedya”da depremden kurtulan Arif’i görüyoruz. Türkiye’deki son depremlerle bir ilgisi var mı, yoksa eseriniz daha önce mi yazılmıştı. Neydi asıl burada anlatıcının derdi? Nezahat Abla, Arif ve bize hikayeyi anlatan Ahmet kimler, neyi sembolize ediyorlar?
Roman kahramanımız Almanya’dan babasının “alzheimer” hastalığı nedeniyle dönmek durumunda kaldığında depremle yüzleşiyor romanda. Depreme dışardan bakmak yerine deprem bölgesindeki çelişkiler, yıkımları tanıklıktan çıkarak “depremzede” çıkmazları ve psikolojisiyle çözümlemeye çalışan bir roman kahramanına dönüşüyor. Hatay’ın, yok olan kentin hem geçmişi hem de belirsiz geleceği tam da “alzheimer”, “hafıza”, “unutmamak” kavramları ve olguları ışığında karşımıza çıkıyor. Bir Hataylı olarak bu yıkımın öyküsünü yazmayı “vicdan” meselesi olarak da gördüğümü itiraf etmeliyim ayrıca.