Hepimiz biliyoruz ki çağımızın ruhunu taşıyan iki mecra var: įnstagram ve Tiktok. Instagramda her şey kusursuzdur sanki. Tiktok da ise her şey hızlı, yavaşlığın hiçbir biçimine yer yok. Oysa yavaşlamak hatırlamaktır, durup neler olduğunu düşünmek toplumsal varlığımızı sorgulamaktır. Böylelikle hatırlamanın saflığından uzaklaşarak adımlarımızı da öykülerimizi de hızlı tutuyoruz. Bu da sahicilikten bizi uzaklaştırıyor.
Günümüzde sadece siyasal, toplumsal, ekonomik kriz yaşamıyoruz. Aynı zamanda derin bir kültürel kriz yaşıyoruz. Kusursuz görünme, hız, sahici olamama bu kültürel krizin temel nedenleri. Edebiyat da bundan kat be kat nasibini almaktadır. Ülke felaketin dibini yaşamasına rağmen; art arda yaşanan siyasal yıkımlar, toplumsal çürüme, ekonomik yoksullaşma, yoksulların çaresizlikleri, öfkeleri romanların ve öykülerin içine neden sızmıyor? Bir olayın üzerinden belli bir süre geçmesi gerektiğine inanmıyor değilim ama Gezi yaşanalı on yılı geçti, elimizde hala elle tutulur bir eser yok. Elbette Gezi’ye, 10 Ekim patlamasına, tutsak politikacıları konu edinen romanlar var ama genelde eserin içinde kurgunun detayları gibi ele alınmaktadır.
Kısacası yoksulluk, sınıf, emek kavramalarının içini dolduran edebi metinler çok az yazılmaktadır. Hayat olağanüstü bicimde karmaşıklaştı, dünya parçalandı ancak temel argümanlar değişmedi, emek, sömürü, biricik insan.
Bütün bunları konu edinen yazarlardan biri de Selahattin Demirtaş. Bugüne kadar iki roman üç öykü kitabi yazmış Demirtaş.
Biz ilk öykü kitabi Seher’den söz etmek istiyoruz. Kitapta on iki hikâye var. Hikayelerin hepsindeki karakterler içimizden birileri: Selahattin Demirtaş, Abdullah Zeydan, dişi kuş ve erkek kuş; Seher, hayallerini ve onu öldüren erkekler; Nazo, seyrettiği arabalar, Sevgi Hanım, biber gazı, polisler; Musti, kement ve tabure; Hüseyin, Cemal ve inşa ettikleri cezaevi, Mardin… Kitaptaki birkaç öykünün/hatıranın içinden çekip alınmış isimler bunlar. Elbette kitabın içinden fazlası, dışarıda çok daha fazlası var.
Kitaba adını da veren ‘Seher’, ailenin erkeklerince namus için kurban sunulmuş, canı alınmış genç bir kadının hikayesini aktarıyor okura. Demirtaş kalemini, zihnini ve vicdanını Seher’e teslim edip olan biteni onun gözünden görmeyi deniyor. Böylece gün aşırı haber bültenlerinde, gazetelerin artık üçüncü sayfalarından başka başka sayfalarında da karşımıza çıkan kadın cinayetlerine, töreye, namus belasına dikkati çekmiş oluyor. Kitabın en kuvvetli öykülerinden biri olan ‘Temizlikçi Nazo’da ise, kahramanımız Nazo, hikâyenin içinden bizzat okuru muhatap alıyor. Kendi hayatının direksiyonuna geçme hakkı elinden alınan Nazo, ömrünün kâh yolcusu kâh muavini olarak anlatıyor okura…
Kitaptaki hikayeler sadece hayatı anlatıp geçmiyor, ne kadar kötü varsa yapışıyor yakasına, hesap soruyor, kafa tutuyor, kavga ediyor. Bu kitap, öldürülen, tecavüze uğrayan kadınları; ağır çalışma koşullarına sahip, yoksullukla başa çıkmak zorunda olan kadınları, erkekleri anlatıyor,
Zülfü Livaneli’nin dediği gibi "acılar karşısında duyarlı bir yüreğin çığlığını yansıttı" Demirtaş.
*********
YAZININ YENİ YOL ÖYKÜSÜNDE “TUTUNAMAYANLAR” ÜSTÜNE
Erinç BÜYÜKAŞIK
Kurmacanın peşi sıra yazarı yeni bir yaratım evreninde tanımlamak mümkün bugün. Gerçekçi romanın veya 19. yüzyıl romancılık anlayışının belki "zamanın ruhu" adına değişime uğradığını söylemek ve yazınsal metnin bir dizi estetik, kurgusal arayışlara kapısını açmak zorunda kaldığını söylemek de "çağa" ihanet sayılmamalı. Tam da Atay’ın "Tutunamayanlar"ını irdelemek ve üzerinde konuşmak yerinde olacaktır bu açıdan.
1930’lar boyunca modernist romanın yanı sıra geleneksel diyebileceğimiz gerçekçi roman ürünlerine de rastlamak mümkündür. Ne var ki İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra 1950'lerde Fransa, 1960'ların Amerika ve İngiltere ve daha sonra İtalya, Almanya, Latin Amerika yeni bir gelişmeye sahne oldular. Postmodern diye adlandırabileceğimiz (Bazılarının metafiction, bazılarının surfiction adını verdiği) söz konusu çağdaş roman akımı, 19. yüzyıl gerçekçi romanının da, modernist romanının da dayandığı estetiği yetersiz bulmaya başlamıştır. Post-modernistlere göre romanın işlevi 19. yüzyıl gerçekçilerinin sandığı gibi insan, dünya ve toplum hakkında göstergesel bir anlamı olan görüşler bildirmek, gerçekliği yansıtmak değildir kuşkusuz. Ne de modernistlerin yaptığı gibi, örüntülerin kurgusuyla, simgelerin, motiflerin düzenlenmesiyle elde edilecek bir biçim estetiği sunmak olarak ifade edilebilir.
20.yüzyıl Avrupası’nda ekonomik, sosyal ve kültürel değişime bağlı olarak sanat ve edebiyatta modernizme bağlanan fakat aynı zamanda ona karşıt olarak gelişen bir anlayış ortaya çıkarken I. Dünya Savaşı öncesinde materyalist dünyayla paralellik içinde olan nesnel dünya ve bununla birlikte uygarlığın getirdiği hızlılık ve kolaylık, 19. yüzyıl insanının gerçekliğe iyimser ve güvenle bakmasını sağlamıştır. I. Dünya Savaşı’nın patlak vermesiyle bozulmaya başlayan bu iyimser tavır II. Dünya Savaşı’yla ivme kazanarak özellikle Nazi rejiminin kitlesel kıyımları, nükleer savunma endişeleri, endüstriyel devrim ve kuantum fiziğinin getirdiği belirsizlik, atomun parçalanması, Einstein’ın ortaya koyduğu “izâfiyet teorisi,” yani “doğru”nun ancak belli koşullarda ve göreceli olarak “doğru” olduğu algısının yerleşmesiyle birlikte herkesin “doğru”sunun kendi “doğru”su olduğu anlayışı, tüm değerlere endişeli ve şüpheci yaklaşımı üretebilmiştir.
Bu noktada Oğuz Atay’ın "Tutunamayanlar"ını dile getirmek uygun olacak sanırım. Yazarın çerçeve anlatı içinde iç içe geçmiş alt anlatılar postmodern romanı diğer romanlardan ayrılarak üst-kurmaca "Sonun Başlangıcı" bölümünde Gazeteci’ye gelen mektupla başlar (Atay, 1996, 17). Bu bölümde Gazeteci, masasının çekmecesinde “büyük bir zarf” bulur. Bu zarf daha önce tanıştığı Turgut isimli kişiden gelmektedir. Zarfın içindeki mektupta Turgut, yazdığı kitabı yayımlatmasını ve ardından şart koştuğu isteklerini yerine getirmesini Gazeteci’den ister. Gazeteci sonunda bu kitabı yayımlatır. Bu kısımda gerçeğe yakınlık göze çarparken giderek kitapta boyunca masal havası içinde kişiliklerini daha iyi bulmuş olacak bu kahramanların toplum dışılığına gönderme yapılır. Kurmaca olduğu yazar tarafından sürekli vurgulanır bu noktada. Yazar bir anlamda "bunun bir kurmaca olduğunu unutma" der.
Metin çözümü adına şu saptamalarımız yerinde olacak. "Tutunamayanlar"ın birinci bölümünde üst anlatıcının "olay XX. yüzyılın ikinci yarısında, bir gece, Turgut’un evinde başlamıştı" (Atay, 1996, 25) cümlesiyle Turgut’un öyküsüyle tanışırken romanın değişik bölümlerinde anlatıcının el değiştirdiği fark edilebilir. Kimi Turgut, kimi Günseli, kimi Esat, kimi Metin, kimi Süleyman Kargı tarafından anlatılan bölümlerdir söz konusu olan. Anlatıcı Turgut Özben’in iç diyalog ve iç monologlarıyla karışmış şekildedir. Bu durum, roman boyunca süregiderken ileriki bölüm ve sayfalarda bazı iç diyaloglara düşsel kişi Olric anlatıcı olarak farklı bir boyut katar.
Oyunbaz kahramanların tarihin, coğrafyanın karşısında "uyum"suzluğu yine söz konusu oyunlarla belirginleşir giderek. Bunu Turgut’un Burhan’la yaptığı şu konuşmada belirgin şekilde görülür: "Oyunsever kahramanların bu coğrafyada yaşamaya dair politik, toplumsal ve kültürel 'uyumsuzluk' ve çatışmalarıyla 'Vakit geçirme oyunu oynuyoruz,' dediklerini de işitiriz. 'Ve başarıyoruz da. İyi bir şekilde olmasa da geçiriyoruz vakti. Kenan saat tutuyor, ben de yazma işlerini yürütüyorum.' Turgut tekrar sayılara baktı: otuz dörtten başlayıp aşağıya doğru birer birer azalarak sıfır oluyorlardı sonunda. Sıfırın altına da 'zırrr' diye yazmıştı. Kenan: 'otuz üç.' dedi başını kaldırmadan... 'Denemeyle sabittir ki bu metotla bütün sıkıcı derslerden garanti bir şekilde geçirilir. Şubemiz yoktur. İlk deneme parasızdır. Bakkallarda ısrarla arayınız.' 'Sevdim sizleri,' dedi Turgut" (Atay, 1996, 40-41).
O halde kurmaca evreninde yeni kapılar açan Atay’a saygıyla ülkenin sahici "Tutunamayanlar"ına bir selam edelim deriz yazının modernin ve postmodernin eşliğinde bireyin çetin, zorlu yolculuğuna dair kelâm ederken.. Sürç-i lisan ettiysek tüm tutunanlardan ve tutunamayanlardan affola.
*********
HİKAYELERİN BÜYÜSÜ
“ Bundan bir şey çıkmaz biliyorsun,” dedi yontucu kolunu havaya savurarak. ‘Hiçbir şey Naoemi, ben aylardır su Allah’ın belası yontularla uğraşıyorum, sen kitap yazıyorsun, bu kadın zulme karşı çıkıyor, kongrelere, toplantılara katılıyoruz, tam bir şeylerin değiştiğine inanacakken, iki dakika gazeteye göz gezdirmen gerçeği kavramana yetiyor, iste o zaman da...”
“ Susar mısın, ben de ayni şeyleri düşünüyorum şu an,” dedim, ona bu kadar açıldığıma öfkelenerek. “ ama olanları sineye çekmem onlara bir dayanışma telgrafı göndermek gibi falan olurdu. hem sen de biliyorsun, yarın sabah kalkınca hemen kolları sıvayıp yeni bir yontuya başlayacaksın, her ne kadar sayıca çok azsak da enikonu çok olduğumuza inanacaksın, güçler dengesindeki bozukluk susmak için asla bir neden değildir, olmadı, olamazda diyeceksin. Tamam, vaaz bitti. Bitirdin mi? Gitmem gerek.”
Başını hayır anlamında salladı, kahve ibriğini gösterdi.
Julıa CORTAZAR
MIRIDANDIĞIM ÖYKÜLER
YAZARIN BÜYÜSÜ
Romanlarımı, öykülerimi herhangi bir yerden başlatabilirim. Yazma sürecine gelince, ben yazmaya başlamadan uzun bir zaman önce, bazen birkaç hafta önce öykü zihnimde belirip oluşmaya başlamıştır zaten. Ama tam olarak açık değil de öykü hakkında genel bir fikir olarak zihnimde canlanır. Bir köşesinde kırmızı bir bitki duran bir ev, bu evin içinde dolaşıp duran bir adam, sözgelimi. Tek bildiğim budur. Böyle gelir fikirler. Sonra rüyalar başlar.
Julıa CORTAZAR
UYKUDAN ÖNCE
Bu sayıda önereceğimiz kitap Şilili yazar Luis Sepulveda'nın yazdığı ‘Martıya Uçmayı Öğreten Kedi’ adlı çocuk kitabı.
"Martıya Uçmayı Öğreten Kedi" adlı kitap 105 sayfadan oluşuyor. 7 yaş ve üzeri okurlara hitap eden kitap, Zorba isimli kedinin hayatından kısa bir kesiti konu alıyor. Hikâye, Zorba adlı kedinin yeni tanıştığı anne martı Kengah'a henüz yumurtadan çıkmayan yavrusu hakkında üç farklı söz vermesiyle başlıyor ve dört kedinin bu sözleri gerçekleştirmek için ortaya koyduğu çaba etrafında şekilleniyor. Sözünde durmak, yardımsever olmak ve çevreyi korumak gibi çeşitli erdemlerin sürükleyici bir kurguyla okura sunulduğu bu kitabı; hem kendiniz okuyabilir hem çocuğunuza okutabilirsiniz.
Martıya Uçmayı Öğreten Kedi - Luis Sepulveda
Can Çocuk