Emel Kadör

İki Satır İki Satırdır

Edip Cansever’in Alev Ebüzziya’ya yazdığı mektupları, Fransa’da Türk Edebiyatı üzerine doktora çalışması yapan Habil Sağlam yayına hazırlamış. 1962-1976 yılları arasında yazılan 123 mektup var kitapta.

Alev Ebüzziya ile Edip Cansever 1960’lı yılların başında İstanbul’da bir arkadaş çevresinde tanışır, dostlukları mektuplarla gelişir. 1962’de Alev Ebüzziya Danimarka’ya Kraliyet Porselen Fabrikası’nda tasarımcı olarak çalışmaya gidince, İstanbul-Kopenhag arasında mektuplardan bir köprü kurulur. Alev Ebüzziya’nın 1967’de David Siesby’le evlenmesiyle bu platonik ilişki giderek  “aşıkane bir dostluğa” evrilir.

Mektuplar tek taraflı. Sadece Alev’e yazılanlar var, ondan gelenler ise yer almıyor. Çünkü, Edip Cansever mektupları yırttığını, öyle olması gerektiğini yazıyor. Bunu öğrenince Alev de yok etmek istiyor mektupları ama iki arkadaşının telkiniyle fikrinden vazgeçiyor, saklıyor.

“Edip Cansever’in mektupları yol edilemezdi, onları imha etmeye gönlüm elvermedi.” diyerek mektupların gün yüzüne çıkmasına izin veriyor. Edip Cansever’in evlatları Mehmet Ömer Cansever ve Nuran Cansever Birol’la da o süreçte iş birliği yapılıyor.

İyi ki saklanmış mektuplar desem de içime bir sıkıntı giriyor… Edip Cansever’in fikri alınsaydı izin verir miydi sorusu asılı kalıyor kafamda… Kafka’ya ihanet eden Max Blod, Gabo’nun vasiyetini yerine getirmeyen ve yakınlarda yayımlanmasını istemediği son eserini yayımlayan çocuklarının tavrı düşüyor aklıma yeniden, buruklukla. Ölüm, mahremiyet örtülerini kaldırmalı mı diye…

Selim İleri’nin sözleri çınlıyor kulağımda: Edip Cansever yeni yazdığı bir şiiri Selim İleri beğenince ona veriyor bir akşam yemeğinde, daha sonra yok etmesini söyleyerek. Selim İleri uzun bir süre tutuyor şiiri elinde. Çok üzülse de vicdanı elvermiyor ortaya çıkmasına ve isteğe sadık kalarak kâğıdı yok ediyor…

Bunları düşünsem de merak duygusu ağır basıyor. İçimdeki tartışmayı bastırıp mektupları okumaya yöneliyorum. Alevci, Alev Reis, Esmer Derinlik, Sevgili seslenişleriyle açılan mektuplara kendiyle, sevdiğiyle, işleriyle, dostlarıyla, kitaplarla, edebiyatla, sanatla ilgili duygularını, düşüncelerini büyük bir içtenlikle yazmış Edip Cansever.  Ortaya şahane şiirsel metinler çıkmış.

“İki satır, iki satırdır Alev Reis! Biz ki, çoğu zaman iki satır için yaşıyoruz. Kimi zaman da kelime kelime, harf harf bakarız bu iki satır’lara.”

“Ve insanın kişiliğini pekiştiriyor sevmek. Sevmek! O büyük kelime. Ve kendi kendime söz veriyorum seni sevmeyi dünyanın en güzel şiiri yapacağım.”

Sevgiyi, sevgide özneyi ne denli yüceleştirse de onu tüm gerçekliğiyle algılamak, kanlı canlı bir varlık olarak sevmek istiyor. “Özlemek özlediğimiz kişiyi mitleştiriyor. Oysa ben seni seviyorum, tanrı-sen’i değil.” diyor…

Mektuplardan Çağrılmayan Yakup ile Kirli Ağustos kitaplarının oluşum süreçleri de izleniyor. Kitap Türk edebiyatı araştırmacıları için eşsiz bir kaynak özelliği taşıyor.

1960’lı yıllarda Beyoğlu, Bebek, Asmalımescit, Boğaz, Arnavutköy, Rumelihisarı, Taksim, Kumkapı… semtlerinde; edebiyatçıların toplandığı Degüstasyon, Markiz, Rejans, Çiçek Pasajı, Tanaş, Sinematek, Nisuaz gibi mekanları, oraların müdavimlerini, şiirlerinde kahraman yaptığı kişileri anlatıyor Alev’ine Edip Cansever.

Şiirlerinin oluşum süreçlerini, yeni dizelerini de yazıyor hep Alev’e. Alev’in sıkıntılarına, sorularına, karşı duruşlarına uzun uzun yanıtlar veriyor.

Bazı bölümler bağımsız denemeler gibi. Bazı yerler eleştiri yazısı kıvamında.

Ele aldığı konuları, kavramları ince ince tartışıyor mektuplarında. Okuduğu kitaplar, izlediği filmlerle ilgili düşüncelerini… Bergman sinemasını çok seviyor. İsa, Dostoyevski,

Marx, Kafka, Faulkner, Çehov’u anıyor sık sık. Dostoyevski’nin Mişkin’i (Budala) ile merhamette bir tutuyor kendini.

 “Gece yağmur yağıyor. Tepemdeki pencereye bir denizin altından bakar gibi bakıyorum. Ne yapsam ne etsem bugün karamsarım işte. Vişne Bahçesin’deki uşak gibi. ’Beni unuttular .’ diyorum kendi kendime. Beni unuttular. “

Kapalıçarşı’da; otuz yıl, turistik eşya ve halı mağazasının işlerini ortağı Jak yürütürken Edip Cansever, dükkânın üstündeki kubbeli bir camekanı olan asma katta yazar şiirlerini ve mektuplarını.

Bu asmalı katta biter dokuz şiir kitabı.

Asma kattadır ama aklı, ruhu Türkiye’nin, dünyanın, siyasetin, insanlığın bütün hallerine açıktır.

19 Mart 1966 tarihli mektupta ülkenin durumundan, hükümetin baskılarından söz ediyor: “Türkiye’nin panoramasını çizmeme imkan yok!.. Komünist diye 14 yaşındaki çocukları, kırmızı ışık altında gitar çalıp şarkı söyleyenleri topluyorlar. Üç beş namuslu yazar dışında gazetelerden, dergilerden bile iğrenir oldum.” diyor, Okuyunca suyu kirlenmiş akvaryum balıklarına benzettim ülkemi. Ne acı… 1966-2024. Nasıl bu kadar benzer her şey…

Karamsarlığından Alev’le, yarattığı dizeleriyle sıyrılıyor her defasında. “İnsanız, insan kalacağız, insanı yaratacağız… Senin nasıl halktan yana olduğunu biliyorum. Çünkü kurulacak yeni bir ahlakın filizleri, onarılmamış, inceltilmiş ilkeleri bu halkın içinde yatıyor. Gerçek incelik, su katılmamış dürüstlük, insancıl bir saflık ve namusluluk da halkın mayasında gizli.”

Sürekli şiir yazan ve yayımlayan bir şairdir Edip Cansever. İkinci Yeni şiir akımının farklı, anlamdan ayrılmayan bir çizgi izleyen şairidir.

Yoğun aşkını dile getiren satırlar yaşanmış duyguların kabuklarını kaldırsa da okudukça her sayfada Edip Cansever sizi yeni yolculuklara çıkarıyor.

Nasıl işlek nasıl akıcı metinler. Edip Cansever’in zihnindeki, imgelemindeki her şey kaleminden bir su gibi akıyor mektuplara.

***

İlhami Algör: İstanbul’un ve İç Dünyaların Benzersiz Hikayecisi

Erinç BÜYÜKAŞIK

İlhami Algör, Türk edebiyatında eşsiz bir ses, İstanbul’un ruhunu kâğıda döken bir sanatçı. 1955’te İstanbul’un Suriçi Mahallesi’nde doğan Algör, şehrin çokkültürlü yapısını eserlerine yansıtarak, günlük hayatın sıradanlığında saklı derin duygusal ve düşünsel katmanları ustalıkla açığa çıkarır. Algör, edebi kariyerinde statü ve etiketlerden kaçınarak, "Benim için yazar denilmesin, ben yazı yazıyorum" diyerek özgünlüğünü vurgular.

İlk romanı “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku”, okuyucuyu adı bilinmeyen bir adamın Müzeyyen’e olan saplantılı aşkına ve bu aşkın derinliklerinde kayboluşuna sürükler. 1995’te yayımlandığında büyük yankı uyandıran bu roman, 2014’te sinemaya uyarlanmış, ancak film, romanın ruhunu tam anlamıyla yansıtamadığı eleştirileriyle karşılaşmıştır.

Son romanı “Hisli Kirpi”, Algör’ün kendisiyle konuşan, okuyucuyu yaşama dair derin sorgulamalara iten bir yapıtı. Zarif detaylarla dokunmuş bu eser, ironiyi ve mizahı ustaca kullanarak okuyucuyu büyüler. Romanın baş karakteri Abidin, metin kaleme alırken içsel konuşmalarını okuyucuya aktarır ve yazma sürecine okuyucuyu da dahil eder. Abidin, yaşadığı mahallenin detaylarını ve kişisel çevresini kurmaca evrenindeki Nezihe Hanım karakteriyle harmanlar, böylece roman katman katman açılır.

Algör’ün biçemi, sade ve samimi bir dille karakterize edilir. Basit görünen öykülerinde bile derin duygusal ve düşünsel analizler yapar. “Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku” gibi eserlerinde aşk, yalnızlık ve içsel çatışmalar öne çıkar. Müziğe olan ilgisi ve bu ilgiyi eserlerine yansıtması, Orhan Gencebay ve Müslüm Gürses gibi sanatçılara sıkça atıfta bulunarak, müziğin ruhunu yazılarına taşır.

Edebi kariyerinin yanı sıra belgesel sinemayla da ilgilenen Algör, Süha Arın ve Güner Sarıoğlu gibi önemli isimlerle çalışmış, toplumsal meseleleri belgesellerinde işlemiştir. Özellikle “Gölgedekiler” dizisi ve Gökova Termik Santrali sürecini belgeselleştirdiği çalışmalarıyla dikkat çeker.

Algör’ün eserlerinde iç ses ve yalnızlık sıkça işlenen temalardır. Karakterlerinin iç seslerini detaylı bir şekilde betimler, bu seslerin yalnızlıklarını nasıl etkilediğini ustalıkla gösterir. “İkircikli Biricik” romanında kahramanın iç sesi, onun en yakın dostu haline gelir. Bu iç ses, karakterin yalnızlığının simgelerinden biridir ve onunla sürekli bir diyalog halindedir. Algör, yalnızlığı yaşamın bir gerçeği olarak ele alır ve karakterlerinin bu yalnızlıkla nasıl başa çıktıklarını inceler. Kalfa ile Kıralıça’da ise romanın atmosferi boş gezenin boş kalfası Hermesi Bey’in masalsı ve hatta mizahi bir “Büyük İskender” maceraları ekseninde hikaye anlatıcılığı çerçevesinde belirlenir. Üfür üfür ipe dizilen bu hikayeler okura tarihin arka odasına alaycı bir gözle bakar bir şekilde. Karşısında   cayır cayır kırmızı eteğiyle Kıralıça’sıyla hasbıhal halinde süregiden bu metin bir nevî. Nihayetinde yazarın  "bütün bu masalların anlatıcısı ve kelimelerin sihirbazı”  olarak okurun karşısına çıkışından söz edebiliriz bunun sonucunda.

İlhami Algör'ün "Kalfa ile Kıralıça" adlı romanı, Büyük İskender'in Pers imparatorluğunu yenerek Hindistan'a kadar uzanan seferini konu alırken, ana karakter A. Hermesi'nin parkta "kıralıça" diye hitap ettiği bir kadınla karşılaşıp ona hikayelerini anlatmasıyla başlar. Algör'ün postmodern üslubu, hikayeyi İskender etrafında dönen bir anlatı gibi gösterirken, aslında bu tarihi figürü bir araç olarak kullanır ve okuyucuyu derin düşüncelere sevk eder. Romanın sonunda, Algör'ün ustalıklı anlatımı ve karakter derinliğiyle dönemin önemli bir postmodern yazarı olduğunu bir kez daha kanıtlar. Algör'ün metinleri, her kelimenin dikkatle işlendiği, okuyucuyu düşünmeye ve sorgulamaya yönlendiren eserlerdir.

Algör’ün kadın karakterleri, edebi dünyasında önemli bir yer tutar. Bu bağlamda Sırma Köksal, Algör’ün kadın karakterlerinin genellikle tahayyül edilmiş figürler olduğunu ve öyküleştirildikçe imkânsızlıklarının ortaya çıktığını vurgular. Benzer şekilde Algör’ün anlatıcı sesinin güçlü, latif ve hür olduğunu, fakat temsil edilmiş bir kadınlık göremediğimizi de ifade etmek mümkündür Aynı doğrultuda Algör’ün kadın karakterlerinin erkeğin arayışıyla, hesaplaşmalarıyla derinleştiğini ve anlatıcıların eleştirel bir bakış açısıyla ötekini anlamaya çalıştıklarını kolaylıkla dile getirebiliriz.

Algör’ün eserlerinde İstanbul, sadece bir mekan değil, aynı zamanda bir karakterdir. Şehrin sokaklarını, meyhanelerini, dar sokaklarını ve vapurlarını büyük bir detay ve sevgiyle betimler. Değişen yüzüyle İstanbul ve toplumsal sorunların ince bir mizahla yansımaları çıkıverir karşımıza. Algör, 80 Darbesi’nden bugüne Türkiye’nin siyasi ve toplumsal yapısını eleştirirken devletin ve toplumun içindeki çelişkileri ve sorunları gözler önüne serer elbette. Ancak bu eleştirel tutum bireyin penceresinden yansıtılır okura. Bu açıdan bireyin de hezeyanları, gerilimleri, aşkları, yoksunlukları “Müzeyyen” karakterinde olduğu gibi bir anlamda “küçük burjuva”nın dramıyla da karşılığını bulur.

İlhami Algör, eserlerinde günlük hayatın içinden karakterler ve olaylar seçerken derin duygusal ve düşünsel analizler yapmayı başaran bir yazardır. Belgeselcilikte de başarılı çalışmalara imza atan Algör, İstanbul’un ruhunu ve toplumsal meseleleri eserlerine ustalıkla yansıtır. Onun özgün üslubu ve karakterleri, onu Türk edebiyatının unutulmaz isimleri arasına yerleştirir. Algör’ün yazıları, okuyucularını hem içsel bir yolculuğa çıkarır hem de İstanbul’un sokaklarında, mekanlarında kaybolmalarını sağlar. Her romanında farklı bir iç yolculuk sunan Algör, edebiyat dünyasında kendine özgü bir yer edinmiştir. "Fakat Müzeyyen Bu Derin Bir Tutku" ile başlayan bu yolculuk, "Hisli Kirpi" ile derinleşir ve zenginleşir.

Algör, ironi ve mizahı ustalıkla kullanarak, okuyucusunu hem güldürür hem de düşündürür; bu nedenle eserleri, hem yazınsal açıdan nitelikli hem de okuması keyifli metinlerdir. Algör’ün edebi dünyası, İstanbul’un sokaklarında, meyhanelerinde ve insanların iç dünyalarında dolaşarak, okuyucusuna derin ve unutulmaz bir deneyim sunar. Bir açıdan kadının ve erkeğin çağcıl coğrafyamızdaki “bunalımlı” ahvali de karşımıza çıkar elbette. Ez cümle  yazar için insan kendinden çıkıp başka insanların hayatına daha açık hale geldiği zaman dili de, bakışı da, hissiyatı da, fikri de değişir. Kendinden çıkabildiğin ölçüde, başkalarına daha açık olursun.

***

Anne baba kütüphanesi/ Oyun oynama sanatı

Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl  

Çocuğunuzun davranış sorunlarını oyun aracılığıyla nasıl çözersiniz?

Oyun, çocukların gelişiminde merkezi bir rol oynar ve çeşitli becerilerin kazanılmasına katkıda bulunur. Fiziksel, zihinsel, duygusal ve sosyal gelişimlerini desteklerken, aynı zamanda yaratıcılıklarını ve problem çözme yeteneklerini geliştirir. Oyun aracılığıyla çocuklar; sosyal beceriler kazanır, iş birliği yapmayı öğrenir ve duygusal ifade yeteneklerini güçlendirir. Ayrıca, oyun çocukların stresle başa çıkmasına ve özgüvenlerinin artmasına yardımcı olur. Bu nedenle, oyun, çocukların sağlıklı bir şekilde gelişmeleri ve olumsuz davranışlarını düzeltmeleri için güçlü bir yöntem olarak kabul edilir.

"Oyun Oynama Sanatı" çocuk gelişimi ile ebeveyn-çocuk ilişkilerini geliştirmeye odaklanır. Kitap, oyunların çocukların duygusal iyileşme süreçlerine nasıl katkıda bulunabileceğini ve ebeveynlerin çocuklarıyla nasıl daha derin ve anlamlı bağlar kurabileceğini anlatır. Solter, oyunun çocuklar için sadece eğlence değil, aynı zamanda duygusal bağ kurma ve iyileşme aracı olduğunu da vurgular.

Kitapta, çeşitli oyun türlerini tanıtılırken aynı zamanda her birinin çocuk gelişimine nasıl katkıda bulunduğu açıklanır. Solter, güldürü oyunları, hayali oyunlar, fiziksel oyunlar ve yapılandırılmamış serbest oyunlar gibi farklı oyun türlerini ele alır. Her türün çocukların duygusal ve sosyal gelişimine farklı şekillerde katkı sağladığını bu nedenle her türün çocuğun hayatında yer alması gerektiğini söyler. Kitap, ebeveynlere çocuklarıyla oyun oynarken kullanabilecekleri pratik öneriler ve teknikler sunuyor. Bu öneriler, ebeveynlerin çocuklarıyla daha etkili bir şekilde oyun oynamalarına ve bu süreçte duygusal bağlarını güçlendirmelerine yardımcı olmayı amaçlıyoe.

Burada en dikkat çekici ve bizlerin de oyun esnasında kullandığımız teknik: "Kılavuz Olma, Yönlendirme Yapma". Oyun sırasında çocuğunuzu yönlendirmek yerine onun liderliğine izin verin, “siz sadece bir rehber olun ve onun hayal gücüne ve yaratıcılığına saygı gösterin” diyor Solter. Bu prensibin temelinde, çocukların kendi ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına göre oyunlarını şekillendirebilecekleri ve kontrol edebilecekleri bir ortamın oluşturulması yatar. Çocuklar bu şekilde kendi kararlarını almayı, sorumluluk almayı ve başkalarıyla iş birliği yapmayı öğrenirler. Ebeveynlerin sadece bir rehber olması, çocukların kendi benliklerini ve özgünlüklerini keşfetmelerine ve ifade etmelerine olanak tanır. Bu da sağlıklı bir duygusal gelişim için önemlidir.

Çocuğunuzla oyun oynarken davranışlarınızı düzeltebileceğinizi, bu oyunları hangi tekniklerle kurabileceğinizi, çocuğunuzun duygusal ve sosyal gelişimine destek verirken aynı zamanda aranızdaki bağı arttırabileceğinizi artık "Oyun Oynama Sanatı" ile öğrendiysek;
“Şimdi oyun zamanı!”.

Oyun Oynama Sanatı (2017), Yazar: Aletha J. Solter, Çevirmen: Türe Özer, Yayınevi: Doğan Kitap

***

Hikâyelerin büyüsü

(İzmir Savcısı Osman Çallı’nın Yeni DÜŞUN dergisinde yayımlanan ‘Düş Gezginleri’ adlı öyküsünden Osman Çallı, Yıldırım Türker ve Atıf Yılmaz tarafından senaryolaştırılan filmde Meral Oğuz, Lale MANSUR, Deniz Türkali, Yaman Okay önemli rolleri paylaşıyorlar. Cumhuriyet, 17 Kasım 1992)

Düş gezginleri

…Doktor olacağını söyler dururdu. Olmuş. Bencileyin oruspu olacak değildi ya… Yüzbaşının kızı Müveddet. Dördüncü sınıfların gözbebeği… Ayrılalı yirmi yıl olmuştur. On yaşında mıydık, neydik? Değişmemiş, Bir görüşte tanıdım. O beni tanımadı mı ki? Tanıdı da tanımazlıktan mı geldi? Çok severdi beni, ben de onu severdim. Okulda gezerken koluma giriyor diye, kurum kurum kurumlanırdım. “Sen arabacının kızısın” demezdi, sağ olsun. Pek akılıydı. Aklından bana bulaşsın isterdim. Bulaşmadı bir türlü. Bulaşa bulaşa oruspuluk bulaştı, kimlerden bulaştıysa…Haklı kız, elin oruspusuyla nasıl tanış çıkılır? Yerinde olsam ben de çıkmazdım.

                                                                                                                Osman ÇALLI

                                                                                                             DÜŞ GEZGİNLERİ

***

Yazarın büyüsü

Öykü yazarken, tanık olduğumuz olaylardan yola çıktığımız düşünülür. Benim için durum böyle değil. Adli olayların sanıldığı kadar ilginç yanları yok. Kategorik olaylardır adli olaylar. Birbirlerine benzerler. Kanıksadığınız için sanat duygunuzu uyarmazlar. Öykülerimde mesleğimi anımsatan ipuçları bulamazsınız. Düşseldir öykülerim, kurgusaldır. 

                                                                                                             Osman ÇALLI

***

Uykudan önce

Bu sayıda tanıtacağımız kitabımız, Öykülerle Deyimler: UZUN LAFIN KISASI. Yazarı Habib BEKTAŞ.

Deyimler, dilimizin kültürümüzün ele avuca gelen kelime gruplarıdır. Onlarla meramımızı hemen anlatıveririz. Bektaş’ta dilimizin zenginliklerini çocuklarımızın keyif alarak öğrenmeleri için bu kitabı hazırlamış. Habib Bektaş’ın özgün öykülerinden oluşan kitap, içinde bolca deyimlerin yani sıra yer yer atasözlerine, deyişlere ve yerel söyleyişlere de yer veriyor. 

                                                                                                               Habib BEKTAS

                                                                                                             UZUN LAFIN KISASI

                                                                                                               tudem

Kaynak: Haber merkezi