Birazdan okuyacağınız yazıda aşağıdaki bağlantılar sizi bir şarkıya yönlendirecek, okumaya başlamadan önce bağlantıya tıklarsanız daha da keyifle okuyacağınıza inanıyorum.
buraya tıklayın / ya da buraya tıklayın
“Baştan anlatamam her şeyi abe” dedi Rebo. “Yalnız, hatırladığım çok az şey var. Çok döğdüler abe, biliyorsun? En çok da o Özcan şerefsizi vurdu, biliyorum o tıfılı ben. En son sabah beş miydi, beş buçuk muydu hatırlamıyorum, karakolun kapısına attı iki tane şapkalı beni, ‘çık dışarı!’ dediler. Öyle soğuktu ki, üstümü de yırtmışlardı. Baktım abe ileri doğru, önümde kocaman yayla, şubat ayı, bulutlar kırmızı. Gözüme kan oturmuş herhalde diye düşündüm. Sonrası yine yok abe” dedi. “Ben sadece pazar günleri perde asıyorum, biliyorsun?” diye bitirdi. Sanki beş dakika önce ağlayan o değildi, şimdi gülümsüyordu önümüzdeki ateşe bakarak…
Adı Rebo. Gerçek ismi Remzi’ymiş ama neden Rebo diyorlar bilmiyorum. Deli de diyorlar Rebo’ya. İlk defa adliyede görmüştüm onu. Mübaşirim ben adliyede, mahkemesi vardı, kafası sargılıydı, tekerlekli sandalyede getirdiler Remzi’yi. Sonra bizim burada tek bir cadde olduğu için, aşağı yukarı yürüyüşlerde sıkça görmeye başladım. Bir keresinde ana cadde kenarına sıralanmış kahvehanelerden birinde arkadaşlarla oturuyorduk. Önümde bir karaltı belirdi, Rebo gelmiş. Nereden baksan iki metreye yakındı boyu, geniş omuzları, dalgalı siyah saçları, pos bıyıkları vardı Rebo’nun, yaşını kimse tam bilmiyordu ama 30 civarlarındaydı. Çekti bi’ tane kürsü, “müsaade var mı abe?” dedi, “Gel Rebo, buyur” dedim, çay söyledik. Cebinden kuru besni üzümü eksik olmazdı, şeker kullanmaz, köpek dişiyle üzümü ezip azı dişlerinin yanına atardı çay içerken. Kaldırım taşının yanında bir tane ilaç buldu kırmızı renkli, yere düşmüş. Aldı, iki-üç üfledi attı ağzına. Yapma! Etme! demeye kalmadan yuttu. “Lan oğlum nedir, neyin nesidir” dedik, “Abe, gâvur yaptıysa muhakkak bir şeye iyi geliyordur” dedi. “Abe ez rabûm (ben kalkıyorum), bugün pazar, perde asacam!” dedi, gitti…
İki yaz önce beraberce kampa gittik. Van Gölü’nün yanında Ayanıs isminde bir yer var, göl kenarı, kamp alanı. Sekiz dokuz kişi beraber gittik oraya; sabahları göle giriyor, semaverde çayımızı demleyip kahvaltımızı yapıyoruz, öğle vakti gelince kâğıt, tavla ne varsa oynuyoruz, kimimiz kitap okuyor, gece için çalı çırpı ve odun topluyoruz, akşamüstüne doğru da tekrar göle girip, gece olunca açıyoruz rakımızı, devasa bir ateş yakıyoruz göl kenarında. Ortamı aydınlatan sadece ateş var, “gökyüzündeki yıldızları net görebilirim galiba ateş de sönerse” diye içimden geçiriyorum. Arafat geldi yanımıza, “Ula Rebo, bak bu gölün suyu şifalıdır, deliliğe de iyi geliyormuş gece girersen ha!” dedi. “Kurban olayım eğlenme çocukla, yazıktır günahtır!” dedi Emin Abi. O gece orada anlattılar bana Rebo’ya olanları. Kendisi Vanlı, on sekizine girince kimya mühendisliğini kazanıyor, İstanbul’a okumaya gidiyor. Bir sene İngilizce hazırlık okuyor, ama fakülteyi üç buçuk senede bitiriyor, solculuğu da orada öğreniyor. “Zehir gibi çocuktu, çok dövdüler, çok dövmeseler yurtdışına giderdi çoktan” dedi Emin Abi. Okul bitince dönüyor Van’a, sevdiği bir kız var, Nesrin. Kimya mühendisi olarak çimento fabrikasında başlıyor işe, iş güç yolunda gidince Nesrin’i de istetiyor ailesine Rebo, söz nişan yapılıyor. Bir gün Rebo’yla Nesrin, evlerine eşya bakmaktan dönüyorlar, Rebo sinirlenmiş Nesrin’e, kavga etmişler. Nesrin’i evine bırakmak için yolda yürüyor Rebo. İki tane sivil Rebo’nun koluna giriyorlar, kuyumcu soyulmuş, tarifteki eşkâl Rebo’yla bire bir aynı. Ben yapmadım dese de sivil “hırsız” deyince, sözlüsünün yanında kendine yediremiyor Rebo, kafa atıyor birine, ekipler toplanıyor, derdest edip doğru karakola. Devlet memuruna mukavemet etti diye, devletin memuru da mukavemet ediyor bizimkine, tuvalete yüzünü yıkamaya götürdüklerinde ilk kafa attığı memur geliyor, yanaşıyor arkasından, dalgalı saçlarından tuttuğu gibi kafasını çarpıyor lavabonun fayansına. Fayans iki parça, Rebo’nun kafası paramparça. Sonrası anlattığı gibi Rebo’nun.
“Abe benim bıyıklarım dudağımın üstüne düşüyor diye döğdüler, biliyorsun?” dedi Rebo. Sordum Emin Abi’ye, “Nesrin ne yaptı? Bıraktı gitti çocuğu değil mi?” diye. “Yok…” dedi, “…evlendiler!” Ailesi nişanı atmak istemiş Nesrin’in, deliye kız mı verilir, rezil rüsva etme bizi deseler de dinlememiş Nesrin. Kendi kaçmış, daha doğrusu Remzi’yi kaçırmış. Düğünleri olmamış, önce imam arkadaşları nikâh kıymış, sonra belediye nikâhıyla tamamlamışlar evliliği. Her çözümü kendince aramış Nesrin, büyük illerde tedavisini sormuş, yurtdışında ne yapılır araştırmış ama Remzi işten çıkartılınca maddi olarak güçleri de yetmemiş. “Abe ben o kıza gelinlik giydiremedim, o bende yara oldu, biliyorsun?” dedi Rebo. İki bardak içince daha da açıldı Rebo, “Hani, öyle güzeldir ki, nasıl desem, arabesk bi şarkı onun adını sanki benim kulağıma fısıldıyor her gün… Her Allah’ın günü, bir gün daha yaşayım, bir gün daha göreyim istiyorum onu. Yalnız pis bi huyu vardır, biliyorsun? Boyum uzun diye perdeleri bana astırıyor!” dedi, ardından da kafaya dikti dolu rakı bardağını.
Dün Nesrin’i gördüm adliyede, elinde dilekçe… “Hayırdır Nesrin?” dedim. “Abi olmuyor, ben artık dayanamıyorum” dedi. Rebo, iki gün önce bulup buluşturduğu paralarla gelinlik alıyor Nesrin’e. Nesrin de haliyle geri verip parasını almak istiyor ama Rebo sinirleniyor, gelinliğin üstündeki tülleri söküp perde tülü yapmak isteyince Nesrin elinden almaya çalışıyor gelinliği. Rebo, Nesrin’i itiyor, kafasını dolabın köşesine çarpıyor Nesrin, yarılıyor kafası, düşüp bayılıyor. O sırada Rebo, gelinliğin tülünü herkes görsün diye camın en önüne asmış, içeriye giriyor, Nesrin yerde, yerler kan… Öldü sanıyor, ateşe veriyor perdeleri, komşular çıkarıyor ikisini de… Gitti özel kaleme verdi dilekçeyi Nesrin.
Üzülmedim desem yalan olur, her şey bambaşka olabilirmiş ikisi için de… Neyse dedim, sıradaki dava kimin diye baktım. Ateşli silah ile görevi kötüye kullanma, 3 kişi yaralanmış, davacıları tanımıyorum ama davalının ismi tanıdık geliyordu, Özcan… Görünce anladım memur olduğunu, gülerek geçti gitti yanımdan…