Hiçbir eksiğim yok,
kendime muhtacım yalnızca. (*)
Beşikten mezara, hiç durmadan mükemmel olmak için didiniyoruz.
Yıldızlı pekiyiler almak, iftiharlık karneler getirmek için
Evde Michelin yıldızlı mutfak yaratmak için
Dört başı mamur eş, anne/baba/evlat olmak için
Parmakla gösterilecek çocuk/çocuklar yetiştirmek,
En genç, en güzel, en bakımlı, en şık, en dişi, en erkek görünmek,
En pahalı olmasa da en şaşalı evde oturmak, en heybetli arabaya binmek,
Adımızın başına en kalabalık kariyer sıfatları almak için.
Bol sıfırlı maaşlar/hak edişler/ücretler için…
Beğenilmek için. Onaylanmak için. ‘Ben buradayım, beni görün’ demek için. Alkış için. Bir yudum sevgi, bir gıdım ilgi için.
Ve çoğu kez bütün bu didinmeler, çırpınmalar, üstüne basıp ezdiğin, lime lime ettiğin insanları zerre düşünmeden, ‘ne pahasına’ diye sormadan, ‘aslında unutmak istediğin, üstesinden gelemediğin nedir’ diye sorgulamadan…
"....herkes öyle yalnız ki yalnızlığı bilen yok
ve insanın insana uzun cehenneminde
kendi yüzüne bakacak kadar güzel değil hiç kimse" (**)
***
Vietnam'dan 1992'de ayrılan Marguerite Duras, on sekiz yaşına kadar yaşadığı o topraklara bir daha hiç gitmedi. Fakat zihninin derinliklerinde hep yaşattı ve yüreğinde menzili kıldı. Vietnam'ın çeltik tarlalarından, ormanlarından, ıssızlığından, çıplak ayak dolaşan, nehrin üzerinden alacakaranlığa bakmaya alışkın o cılız, şaşkın çocukluğundan çokça esinlendi; yapıtlarına yansıttı. ‘Mutluluk’ kavramına oldum olası inanmadı ve acıyı ‘kadın olmanın ayrılmaz bir parçası’ olarak yaşadı. Duras'ı en çok çatlakların incelenmesi, söz ve eylem arasındaki olası boşlukların doldurulması, söylenmiş olanla susulan arasındaki tortular ilgilendirdi. Ona göre yazı; ‘sessizliğin, gıyabın kumaşı’ydı!
“Siyasetin itirazı gelgeçtir, edebiyatın itirazı kalıcıdır” diyen kalem erbapları, itiraz damarını canlı tutmak için yazdı.
Mario Vargas Llosa gibi,
“Yazıyorum, çünkü mutlu değilim.
Yazmak benim için mutsuzluğa karşı bir mücadele yolu.
Aslında, yazarken ölmeyi umut ediyorum.
Yazmak benim hayatım” diyen oldu.(***)
Bir edebiyat tutkunu mimar Max Frisch için yazmak, ‘kendini okumak’tı
Alejandro Zambra için ‘yüzünü göstermek.’
“Evet, yazmak; eninde sonunda bir uğraştır. Bunun için de kendinizi vermek, dahası adamak gerekir. Aslında her uğraşın da bizden istediği bu değil midir? Yazmak, benim için dünyada var olmanın sesidir. Bu bazen çığlığa da dönüşebilir. İşte asıl orada aramalıyız ‘neden yazıyorum’ sorusunun yanıtını” diyordu. 50 yazarın okuma/yazma serüvenine ışık tutan yazılarını ‘Yazarın Kitabı’nda buluşturanı Feridun Andaç.
Köşe yazılarında, filmlerinde, kitaplarında herkesten çok ‘kendi içine’ bakan Ercan Kesal’in ‘niçin yazıyorsunuz’ sorularına verdiği yanıt hep benzer cümlelerdi:
“Vallahi önce kendiniz için yazıyorsunuz, tam da Samet Ağaoğlu'nun dediği gibi ‘içinizde tortular var, yazarak bu tortulardan kurtulabiliyorsunuz.’ Yeni tortular birikmeye devam ediyor belki, ama hakikaten size iyi de gelen bir şey. Bu yüzden yazmak, senaryo yazmak, oynamak, hatta film çekmek yaratıcı süreçler aynı zamanda terapötik süreçlerdir. Size iyi gelmese niye yapasınız ki? Bu bir görev faikı ile olan bir şey değil. Yazıp kurtulmak istiyorsunuz, içinizi dökmek anlatmak istiyorsunuz.”
***
‘Mükemmellik’le açmıştık yazının yolunu, onunla tamamlayalım.
Hintliler bir tapınak yaptırdı mı bir köşesini bitirmeden bırakırmış, ‘bir şeyi tümüyle iyi yapmanın ancak Tanrı’ya vergi’ olduğunu, insanın böyle bir şeye asla gücünün yetmediğini göstermek adına. Bu örnekten yola çıkarak, Jung “Biraz yanlış davranmak rahatlık sağlar. Bunun nedeni, mükemmellik denen şeyden yoksunluğumuzdur” der Anılar, Düşler, Düşünceler’de.
“Kendimizi eşe, evlada, anaya baba, işe adarken mükemmeli aramak neden kötü olsun ki” dediğinizi duyar gibiyim. ‘O mükemmelin ne kadarı sen ne kadarı senden en yanlışsız davranışı bekleyenlerin isteği’ diye sorsam… Benim olmak istediğimle, sizin olmasını beklediğiniz kişi ne kadar aynı?
Tiril tiril yazılar beklenirken, içimdeki kırışıkları saklamalı mıyım kendimden, sizden? Hep ütülü mü olmalı yazılar? Bir gıdım tozsuz, hep mi cilalı? İngiliz bahçelerini değil de içinde her tür otun, çiçeğin, yabanılın bittiği, her rengin dağınıklığını taşıyan bahçelerde özgür hissediyorsam kendimi, yolumu o dağınıklıkta bulabiliyorsam eğer… Nerede yazarsam yazayım kapladığım yerde/tapınağımda bir taraf açık kalsın desem? Hangimize haksızlık etmiş olurum, kendime mi, size mi?
***
Yıllar önce 40’lı yaşlarımda yolumu kaybetmek üzere olduğumu hissettiğimde gittiğim bir psikiyatriste, ‘benden ne bekliyorsun’ sorusuna ‘mükemmel olmak istemiyorum, bunu yapabilir misiniz’ diye sorduğumu anımsıyorum şimdi. En azından törpülenebileceği ama bunun uzun bir yolculuk olacağı cevabıyla gitmeye devam ettiğimi…
“Biliyor musun, dedi... Bazen kendimden kaçmak istiyorum!
Kendinden kaçamazsın, dedim... Ancak kendine kaçabilirsin!”
Sevgili Umur Talu’nun birkaç gün önce paylaştığı bu nokta atışına yaptığım, “Kendime kaçtım da bu kez çıkamıyorum kendimden, içimden...” yorumunda saklı yeniden yazıya dönmem sanki. Ancak paylaşırsam içimden çıkabileceğimi ummaktan…
“Önümden gitme, seni izleyemeyebilirim.
Arkamdan da gelme, yol gösteremeyebilirim.
Yanımda yürü ve yalnızca dostum kal…” (****)
Yolum yolunuzla kesişirse hiç değilse bir yazıda, ne mutlu bana… Hoş bulduk.
(*)Franz Kafka
(**) Haydar Ergülen
(***)Hasan Cemal’in Ahmet Altan’a mektubunda, İngiliz Financial Times gazetesinde Mario Vargas Llosa'yla yapılmış bir sohbetten)
(****) Albert Camus