İnsanın dünden bugüne uzanan hikâyesi, doğa ile uyumu ve uyumsuzluklarının da sürekli ve farklı yönlere doğru ilerleyen hareketine denk düşmektedir. Bu yönüyle insanın o koca hikâyede doğanın yarattıklarına karşı ürettiği kültür, bir yanıyla doğayla insanın ve bir yanıyla da insanla insanın arasında tahrip eden, çatışan ve çelişik bir niteliğe sahiptir çoğu kez. Bu çelişkili durum insanın doğa üzerinde kurmak istediği doğrudan bir hükme denk düşerken bunun yanı sıra insanın insan üzerinde kurmaya çalıştığı iktidar çabasının da sonuçları olarak yaşam bulmaktadır. Yani insanın doğa ile mücadelesi başlangıçta yaşamda kalabilme ve soyunun devamını sağlayabilme gibi basit ve temel ihtiyaçların ürünü olarak ortaya çıkmışken, zaman içerisinde insanın sınırlar çizip, kentler kurup, devasa binalar yapıp, kentleri bölüp, o kentlerin ortasından kanallar geçirmesiyle doğanın en doğal haliyle dahi derinden çatışan bir hal almıştır. Yani artık doğaya karşı yürüttüğü bir mücadeleden ziyade doğa karşısında kendisinin en güçlü olduğunu sandığı anda onu yok etmeye kadar uzanan bir pratiğin ortasında insan, kendi türü üzerinde de tahakküm kurabilme çabasının merkezinde çırpınıp durmaktadır.
İnsanın doğa ile arasındaki mücadele insanın canlılar basamağındaki en üst varlık olarak kendisini tanımlaması ve doğanın geri kalanının kendisi için yaratılmış olduğuna inanmasıyla daha görünür bir hal alır. Doğadan aldıklarına karşılık doğaya minnet eden bir insan modelinin, doğa üzerinde sonsuz tahakküm kurma çabasıyla her alanı yağmalayan bir insan modeline dönüşümünün hikâyesi bugünün kimi sorunlarının karşısında da aydınlatıcı bir vazife görüyor. Besin bulma faaliyetleri dâhilinde avladığı hayvandan özür dileyen ilkel insandan, temel ihtiyaçlarının dışında elde edebileceği iktidar ve kazanç için herkesi ve her şeyi yok eden insana geçiş hali, bugünkü modern zaman korkularının da açıklamasını net bir şekilde yapıyor.
Geçtiğimiz günlerde Elazığ merkezli yaşanan depremin yol açtığı yıkım ve sonrasında herkesi sarıp sarmalayan o korku aslında doğayla olan çelişkimizin de ifadesidir. Daha fazla rant ve kazanç uğruna kentleri betona gömen müteahhit cumhuriyetinde kapıldığımız o tedirginlik, doğanın kendi işleyişiyle arasındaki uyumu büyük ölçüde kaybetmiş olan insanın öz refleksidir. Geçmişten bugüne bir mimari politikası oluşturamamış, estetikten yoksun, sadece ve sadece sektörün ticari aktörlerine göre şekillenmiş olan inşaat faaliyetlerinin hüküm sürdüğü bir ülkede insanlar, doğayla karşı karşıya kaldığı ilk anda toplu ölümlere ve felaketlere doğru sürükleniyor. Depremlerde enkaz altında kalıp, sel sularında kayboluyor bu rant sisteminin kurbanları. Tam da bu noktada kültürün doğayla çatışması, kültürün yaratıcısı olan insanın varlığını tehdit eden sonuçlar çıkartıyor ortaya. Tarif ettiğimiz bu işleyişin doğrudan sorumlusu olan insan karşı karşıya kaldığı yıkımın da tabii olarak ilk elden sahibi durumundadır. Yani sebep de insandan, sonuç da… Bu yüzden her afetten sonra kendi yarattığımız felakete ağlıyoruz asıl olarak. Bu noktada korktuğumuz şeyin, insanın doymak bilmeyen hali olduğu acı gerçeğini kötü tecrübelerle öğreniyoruz her seferinde.
Depreme dair söylenecek bir iki söz daha var ki değerlendirmesini yapmaya sayfalar yetmez. Kızılay başkanının çıkıp on liralık bağış çağrısında bulunmasından tutun da, bakanın her şeyi devletten beklememek gerektiğini rahatça söylemesine, enkazdan çıkartılan yaşlı bir kadının başını örtmesine bir kutsallık atfetme tuhaflığından, bir muhabirin evleri yıkılıp da çadırda kalmak zorunda olan insanlara “mutluyuz” dedirtebilmek için attığı kırk taklaya kadar. Haa tabi bir de insanlık tarihinin milyonlarca yıllık birikiminin yanında hala aynı sığlıkta kalanların sorduğu o malum soru. Elazığ Kürt mü?