Ekonomik kriz, yoksulluk, işsizlik, bu yoksulluğun ortasında sefa süren aç gözlülük, müteahhit ekonomisinin yağmacıları, kadın cinayetleri, şiddet vakaları, ırkçılık, savaş, iş cinayetleri, depremde yıkılan binalar, enkaz altında yitirdiğimiz canlar, kayyum rektörler, siyasal alanın gaspı, virüsün karşısındaki acizlik, tutuklu gazeteciler, homofobi, çevre katliamları, geçiş garantili yollar ve köprüler, yolcu garantili havalimanları vs. vs.
Sadece Z kuşağının bildiklerini dahi yazmaya kalksak, herhalde sayfalarca uzayıp gider bu liste. Peki, zamanın bir yerlerinde tarifi bile yapılamayacak olan bir şeyleri mi yaşıyoruz dersiniz? Yoksa bu yağma düzeninin içerisinde karşılaşılması olağan işler olarak değerlendirebilir miyiz bu sayılanları? Ben şahsen tüm bu saydıklarımızın, önce bu çürümeyi yaratıp, sonrasında da yine bu çürümüşlüğün üzerinde yeniden yükselen bir düzenin olağan halleri olarak değerlendirme eğilimindeyim. Bu düzenin belirleyenlerinin, kişiler ve kurumlar aracılığı ile siyasal alana müdahalesi ve sonrasında toplumsal alanda yarattıkları dönüşüm, koca bir ülkeyi sosyal bir enkazın altında bırakmaya yetti. İnsani olarak kabul edilemeyecek olan ne varsa yönetenler ve onların taraftarları tarafından takdirle karşılanıyor bir süredir. Siyaseten bir bataklığın içerisinde yürüyen tartışmalar her geçen gün toplumsal yaşamı daha da geriletiyor. Güç, kendisini her an hissedilir kılmaya çalışıyor. Korku her alanda belirleyici bir niteliğe bürünmek istiyor. O yüzden kendilerine karşı cesaretle atılan her adım onları tedirgin ediyor. Yolda yürüyen bir grup öğrenci bu yüzden saldırıya uğruyor. Gençlerin gözlerindeki cesaret ve umut görünmesin diye de “aşağı bakın” deniyor onlara. Çünkü gençlerin başı dik oldukları her an, onların korkuları ve acizlikleri daha da görünür oluyor. Daha üniversite kapısına vurulan kelepçenin utancını yaşıyorken memleket, bu kez haklılıklarından aldığı güçle, güzel günlere yürür gibi adımladıkları bir sokakta, onların inadıyla karşı karşıya gelmekten korkuyor bu çürümüşlük. Emekçilerin barikatlar kurulu yollara düşmeleri, öğrencilerin taze bahar sevinçleri gibi etrafımızı saran cesaretleri, kadınların bir adım geri atmayan dirençli tutumları karşısında çaresiz kalıyorlar. Gerçeğin peşinden ayrılmayan gazetecilerin kaleminden dökülen her kelime, denizin mavisine, ormanın yeşiline sımsıkı sarılan binlerce insan, diz çökmek yerine bedel ödemeyi yeğleyen az sayıda siyasetçi, kısacası bu olmaz olası günlerin karşısında gözünü budaktan, sözünü zalimden sakınmayan herkes öyle çok sıkıyor ki canlarını, o an içinde bulundukları çaresizliği hukuksuzluktan aldıkları güçle aşmaya çalışıyorlar sadece.
“Terbiyesiz” diyor, “aşağı bak” diyor, “toplu halde yürüyemezsiniz” diyor. O an başı öne eğilse oradaki gençlerin, kendince galip gelmenin hazzını doyasıya yaşayacak o adam. Kazanmanın sembolik bir ifadesi olarak başlar aşağıya baksın, boyun eğilsin, diz çökülsün istiyorlar. Oysa tarih; gücünü haklılıktan alanların başlarının öne eğilmediğini defalarca ispat etmiştir şimdiye dek.
Tam da bu noktada hatırlatmakta fayda var. Belki bugün değil ama umutla yeşeren baharın doyasıya yaşanacak günlerinde mutlaka; katiller, tecavüzcüler, soyguncular, emeğin hakkına el koyanlar, yeğenine tecavüz eden adamı cezaevi kapısında kutlamayla karşılayanlar ve sokak ortasında yürüyen öğrencilere öfkeyle saldıranlar “aşağı bakacaklar”. Alınlarında yazan utancın orta yerinde; insanlıkla, emekçilerle, kadınlarla, yok sayılanlarla, bilimle, doğayla göz göze gelmemek için...