Bir devir vardı ki; gökleri delercesine ilerleyen Büyük İskender, fetihlerinin ardından Anadolu topraklarını sadık komutanlarına emanet etti.

O komutanlardan biri, kudretli Lysimakhos'tu. Ve işte Lysimakhos, ardında tam 9 bin talentlik bir servet bıraktı. Bu servet, Philetairos'un ellerinde şekillendi; toprak bir ülkeye değil, zamana karşı kurulan bir düşe dönüştü.

Böyle doğdu Pergamon: Taşlarıyla dua isteyen, rüzgârlarıyla şarkı söyleyen efsanevi şehir.

Pergamon, antik dünyanın parlayan yıldızıydı. Her adımda bir kralın gölgesi, her duvarda bir tanrının soluğu hissedilirdi. Zeus Sunağı, dev heykeller ve akıl sır ermez tapınaklar, bu kentin kalbinden fışkırmıştı. Dünya, onun güzelliğini bizden önce fark etti; şimdi ise biz, geçmişin suskun şarkısını yeniden işitiyoruz. Pergamon, 999’ncu sıradan UNESCO’nun ölümsüzler listesine katıldı; ama gerçek yeri her zaman yıldızların yanı oldu.

Bir gün Kale Dağı’nın zirvesine adım attığınızda, Bergama’nın en yüce noktasına ulaşmış olursunuz; her bir adımda, yüzyılların izleri gözlerinizi kamaştırır. Şehrin zirvesinde, bulutlarla dans eden Traianus Tapınağı yükselir. Hadrianus, tanrılaşan İmparator Traianus için göklere armağan ettiği bu yapıyı inşa ettirdi. Hemen altında Bakırçay Ovası serilirken, uzakta Kınık’ın serinliği dalgalanır. Yeşilin kucağında Bergama, yeryüzünün eşsiz mücevheri gibi parıldar.

Pergamon, suyun dişiliğini ve güzelliğini izler, Kronos’un çocukları parşömene,tanrıların şafağını yazar. Sanki bu şehir hiç var olmamış gibi, rüzgârı bile özenle seçmişti: kuzeyden gelen meltem, zamanın elleri gibi yüzümüzü okşardı. Akıl, Zeus gibi yenilmezdi.

Burada bir mucize yeri vardı: Asklepion.
Ölümün girmeye cesaret edemediği bir diyar…
Müzikle ruhlar iyileşir, suyla bedenler arınır, sözcüklerle kalpler onarılırdı.
İlk tedaviyi keşfeden hekim Galenos burada doğdu, burada insanlığa şifa yolları yazdı.

Efsaneler fısıldar: Zeus, ateşi çalıp insanlığa umut getiren Prometheus’u cezalandırır; torunu Asklepios’u bile affetmez. Çünkü ölümsüzlük, tanrıların tekelindeydi.
Tıpkı José Saramago’nun anlattığı gibi: Ölümün olmadığı bir dünya, hayatı tutsak eder.

Ya ölüm aşık olursa ve aşktan başı dönen ölüm, görevini yapmayı unutursa?

Ve işte bugün, 9 bin talentlik bu düş diyarı, hâlâ rüzgârın ucunda bir sır gibi fısıldıyor:

Ölümün unutulduğu bir yerde aşk da küllenir;
Pergamon, zamanın unutamadığı aşk masalı…