Gençlerden söz ediyorum. Çoğu üniversiteli, bir kısmı liseli, bir kısmı üniversiteyi bitirmiş ama işsiz...
19 Mart darbesi ertesinde şaşırtmışlardı. Üniversite kampüslerinde, meydanlarda, sokaklarda… Özgürlük ve adalet sloganları atarak yürüyorlardı. Zaman zaman polislerin üzerine yürüyorlardı.
Bunu onlardan hiç beklemiyordum. Onları ekran baykuşlarından ibaret sanıyordum. Gazete, dergi, kitap okumadıklarını bildiğimden siyasetle bir ilişkileri olduğunu da sanmıyordum.
Meğer onları yeterince tanımıyor muşum! Meğer şaşıra şaşıra öğrenmem gerekiyormuş!
EKRANDAN HAYATA
Yurtiçinden ve dışından sordular: Ne oluyor ?
“Galiba ekranlara bakmaktan sıkıldılar, nefes almak için sokağa çıkıyorlar” dedim.” “Online”dan “inlife”a, çevrimiçinden devrim içine geçiyorlar.
İdeolojilerle değil, temel ilkelerle değerlendiriyorlar olayları: Birinin sağcı solcu, dinci, ateist, milliyetçi, evrenselci olması değil, yapılanın haksız olması attırıyor kafalarını.
En çok kendilerini kandırmaya çalışanlara kızıyorlar. Dört olası Cumhurbaşkanı adayından üçünün (İmamoğlu, Özdağ, Demirtaş) hapiste olasına rağmen, sistemin adına demokrası denmesine tepeleri atıyor.
Bunu yapanlara “Bizi aptal yerine koymayın!” diyorlar.
Şaşırıp kalıyoruz.
HAYIR, OLAMAZ
Ve aradan beş altı hafta geçtikten sonra “Hayır olamaz, mutlaka bir yanlışlık olmalı!” dedirten bir olay daha çıkıyor karşıma.
26 Nisan Cumartesi günü Üsküdar Kitap Günleri’nde toplantı çadırındayım. Fuar fazla kalabalık değil, yazarlar oturmuş imza isteyecek okur bekliyorlar. Ben de Türkçe ve İngilizce yaklaşık 40 kitabı olan kıdemli bir yazar olarak konuşma yapmayı bekliyorum. Salonda 25-30 kişi var. Ama bir yerden gelen uğultu sesleri bastırıyor.
Ne olduğunu soruyorum:
“Kuyruklardaki çocukların sesleri,” diyorlar. “Ne kuyruğu?”
Çıkıp bakıyorum. Uzayıp giden bir değil dört kuyruk var.
Yazarlar kimler diye soruyorum:
“Gençler!” diyorlar.
Ve ekliyorlar:
“Onlar olunca hep böyle, kitap imzalatmak için saatlerce bekleyenler var!”
Kuyruklara bakıyorum: Başörtülüsü, şortlusu, eşofmanlısı, kot pantolonlusu... Ellerinde lüks baskılı kitaplar var. Belli ki onları imzalatacaklar.
Çoğu kadın olan yazarların adlarına bakıyorum: Hiç duymamışım. Zaten yaşları otuzu bulmuyor. “Şiir mi?” diye soruyorum. “Hayır, roman!” diyorlar. Gidip bakıyorum. 500-600 sayfalık romanlar. İki üç cilt olanları var.
Brehbrehbreh! 25 yaşında çocuklar 500 sayfalık roman yazıyorlar!
Acaba gerçekten okuyorlar mı diye kuyruktakilerden birine soruyorum: İmzalatmak için yanında getirdiği kitap eprimiş, her yanı rengarenk çizilmiş ya da not alınmış…
Kuyruktakiler uzun bir bekleyişten sonra menzile varınca yazarla fotoğraf çektiriyorlar.
Tuğla büyüklüğündeki lüks baskılı kitapların fiyatı 300 liranın altında. Yazarlardan birine soruyorum:
“Baskısı 50 bini buluyor mu?”
“Çok daha fazla!” diyor.
HANİ KİTAP ÖLMÜŞTÜ?
Evet, dostlar. Burası Türkiye. Genç romancının kitabı diyelim 100 bin basılıyor. Her imza olayında kuyruklar uzayıp gidiyor. Ve kısa zaman sonra bir baskı daha…
Ve en önemlisi, bu kitaplar okunuyor.
Evet iletişim profesörü Haluk Şahin. Şiştin mi yine! Gütenberg döneminin kapandığını ta 30 yıl önce ilan eden sen değil miydi? Gazetelerin suyunun ısındığını, kitapların müzelik olduğunu söylememiş miydin? Ekran bağımlısı yeni kuşaklar için kağıt-mürekkep kitabın işe yaramaz bir nesne olduğunu vurgulamamış mıydın?
Bir de şu çocuklara bak. Hani onların hayatında kitap olmayacaktı? Kitapsız yaşayamayacaklarını söylüyorlar.
Bunlar nereden çıktılar?
Bir iletişimci olarak olayın sosyolojik boyutlarını incelemeye devam edeceğim. Bir tarikat ya da din bağlantısı yokmuş. Konunun Youtube, yapay zeka gibi teknolojik yanları olabilir.
Olayın psikolojik boyutları da beni ilgilendiriyor. Bu çocuklar, zamana meydan okumak pahasına, bu mevta kitapları okuyarak hangi duygusal gereksinimlerini karşılıyorlar? Hayatlarının hangi eksiğini onlarla kapatıyorlar?
19 Mart darbesinden sonra sokaklara dökülenlerin (ki bu kuyruktakilerin çoğu öyle olabilir) ekrandan hayata, “online”dan “inlife”a, çıktıklarını söylediğimiz gibi, bu çocukların da ekran yüzeyselliğinden, doya doya, “farkında olarak” yaşamanın derinliğine geçtiğini söyleyebilir miyiz?
Dijital alemde gece gündüz mecburen kesik kesik vakit doldurmak yerine, kitaplar evreninin uçsuz bucaksızlığında kalıcı bağlantılar aramak isteği midir bunun altında yatan?
Evet, yine şaşırıp kaldım. Kitap okumaz dediğimiz bu çocuklar hem okuyor, hemi de yazıyorlar.
Birisi bana yardım etsin: Niçin? Acaba ne demek istiyorlar?