ILO tarafından dünyada çalışma ortam ve koşullarının düzeltilmesi ve insan onuruna yakışır iş anlayışının belirleyici ilke olarak kabul edilmesi söz konusu olsa bile, yaşanan trajedilere bakıldığında bu hedeflere ulaşmanın neredeyse mümkün olamayacağı görülmektedir.
Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) tarafından yayınlanan yeni bir rapora göre ( Dünyada İstihdam ve Sosyal Görünüm Raporu) tüm dünyada çalışanların yalnızca dörtte birinin istikrarlı bir istihdam ilişkisi içinde yer aldığı tahmin ediliyor.
Raporda, hâlihazırda verileri mevcut olan ülkelerde (tüm dünyadaki işgücünün %84’ünü kapsıyor) çalışanların dörtte üçünün geçici ya da kısa süreli sözleşmelerle, çoğu kez herhangi bir sözleşmenin bulunmadığı kayıt dışı işlerde, kendi hesabına ya da ücretsiz aile işlerinde çalıştıkları belirtiliyor.
Gelişmekte olan ülkelerde tüm çalışanların %60’ından fazlası herhangi bir iş sözleşmesi olmadan çalışmaktadır; çoğu kendi hesabına çalışmakta ya da aile işlerine katkıda bulunmaktadır. Dahası, ücret ve maaş karşılığı çalışanların bile yarısından azı (%42) daimi işçi konumundadır.
Dolayısıyla yapılan işlerde yoksulluk, düşük kazanç, tehlikeli çalışma koşulları ve sağlık sigortası yokluğu gibi büyük riskler gündemdedir. Görüldüğü üzere, kayıt dışılığın, işçi sağlığı ve iş güvenliği uygulamaları açısından ne denli olumsuz etkiler yarattığı ve sorunlara yapısal bir özellik kazandırdığını belirtmek gerekiyor.
Buradan hareketle, ekonomik büyüme tek başına ve durduk yerde insana yakışır iş olanakları yaratmadığı, var olan işlerin niteliğini geliştirmediği gibi, onların daha da taşeron ve güvencesiz ilişkilerin içine çekmeye çalışarak yoksulluğun daha derin yaşanmasına neden olmaktadır. Gelişmiş ülkelerde daha az olmakla birlikte, gelişmekte olan ülkelerde yaratılan istihdamın, önemli bir kısmının taşeron ve güvencesiz ekonomide olduğu herkes tarafından kabul görmektedir. Diğer yandan, uygun olmayan istihdam sorunu yalnızca enformel ekonomide kendini gösteren bir gerçek değildir, aynı zamanda kurumsal ekonomide dahi, sosyal koruma eksikliği, istihdam hizmetlerinin zayıflığı, örgütlenme ve hakların korunmasında yetersizlikler vb. uygun iş olanaklarındaki açıklara yol açmaktadır.
Ne yazık ki her yıl dünyada 250 ila 270 milyon iş kazası yaşanmakta, yine 160 milyon civarında meslek hastalığı vakası görülmekte ve yine bunlara bağlı olarak 2 milyon civarında insan hayatını kaybetmektedir. Ne acıdır ki, her yıl 22 bin civarında çocuk işçi yaşamını kaybetmekte ve bu olumsuzlukların iyileştirilmesi konusunda ciddi adımların atıldığını görememek derin bir kaygı yaratmaktadır.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Alanında Ülkemizin Sicili Çok Bozuk Durumdadır
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği alanında 2004 yılında ILO’nun 155 ve 161 Sayılı sözleşmelerinin mecliste kabul edilmesiyle birlikte, temel içeriğinin 89/391 EEC çerçeve direktifinin oluşturduğu yasa tartışması, alt mevzuat düzenlemeleri ve kurumsal yapı dönüşümleri yaşanmaya başlandı.
2005-2012 yılları arasında yasa ve alt mevzuat tartışmaları bu alana damgasını vurdu. 2012 Haziranında 6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği yasası taraflarının ortak kabulü olmadan 7 yıl aradan sonra kabul edilerek kademeli olarak uygulanmaya başlandı.
8 Ekim 2013 tarihli resmi gazetede yayınlanarak kabul edilen ILO 187 İş Sağlığı ve Güvenliğini Geliştirme Çerçeve Sözleşmesi (2006) 16 Ocak 2015 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
Türkiye, işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı açısından en problemli iki alan olan ve kitlesel ölümlerin sıkça yaşandığı inşaat ve madencilik sektörlerinde ILO’nun 167 sayılı “ İnşaat İşlerinde Sağlık ve Güvenlik” sözleşmesi 29.11.2014 tarihinde, 176 sayılı “Madenlerde Sağlık ve Güvenlik” sözleşmesini 12.12.2014 tarihinde nihayet kabul etmiştir.
Ülkemiz açısından duruma bakıldığında, mevzuat ve kurumsal değişikliklere rağmen, ölümlü iş kazaları, kalıcı iş görmezlikler, meslek hastalıkları tablosu daha da kötüleşmektedir.
2004-2012 dönemine bakıldığında, yani 155 ve 161 sayılı ILO sözleşmeleri meclikte kabul edilmesinden 6331 sayılı yasanın çıkışına kadar, her yıl ortalama 1316 çalışan yaşamını yitirmiştir.
2004-2014 yılları arası ise, yani 6331 sayılı yasanın kabulünden 2 yıl sonra bu ortalama yıllık 1377 sayısına ulaşmıştır.
2016 yılından itibaren en az 1970 işçi yaşamını yitirmiş durumdadır. İş cinayetleri yıllık ortalama 1500’ü bulmuş durumdadır.
2017 yılının ilk 9 ayında iş cinayetlerinde ölen çalışan sayısı en az 1485 olmuştur.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği uygulamaları ve meslek hastalıkları tanısının normlara uygun konulması ve tedavi süreçlerinin altyapısının oluşturulması konusunda Türkiye’nin sicilinin oldukça bozuk olduğu burada açıkça ifade etmek gerekmektedir.
Ulusal İş Sağlığı ve Güvenliği konseyinin kabul ettiği bütün politika belgeleri ve eylem planlarına bakıldığında başarısızlık açık bir şekilde görülür.
Ülkemizde işçi sağlığı ve iş güvenliği sistemi çökmüş durumdadır. Yapılan bütün düzenlemeler bu çökmüş sistem üzerine yapılmakta ve fakat ortaya çıkan sonuçlar giderek çok daha kötü olmaktadır.
Taşeronlaşma ve güvencesiz çalışma ilişkileri devlet ve sermaye ilişkisiyle temel birikim politikası olmuştur ve piyasa temelli İSG hizmet alımı yasanın temel ruhudur.
Sermaye açısından iş sağlığı ve güvenliğinin ekonomi-politiği, rekabet ve birikime engel olmamasıdır. Ama aynı zamanda, kendisi, rekabet ve birikimin sağlanabileceği piyasa ilişkileri içinde yer almasıdır.
Sonuçta;
Kamusal bir işçi sağlığı ve iş güvenliği alanı yaratmak için bütünlüklü bir sistem gerekmektedir. Ancak bu şekilde yukarıda oluşturulmuş mekanizmaların işletme düzeyinde etkin olması sağlanabilir.
Sendikal örgütlenmenin önündeki bütün engelleri ortadan kaldıracak güçlü bir mücadele temel önemdedir.
Taşeron ve güvencesiz üretim sisteminin tamamen yasaklanması ve/veya ciddi denetim sınırlama getirilmesi için samimi, etkin bir mücadelenin toplumsal yaşamın her alanında verilmesi artık kaçınılmaz bir hal almıştır.
Sağlık, güvenlik ve çevreyle ilgili özerk-demokratik bir kurumsal yağının sendikalar, meslek oda ve birlikleri ve üniversiteler ile birlikte yaşama geçirilmesi olmazsa olmaz bir koşul olmuştur.