Geçen haftanın gündemlerinden birisi kuşkusuz Sayın Cumhurbaşkanı’nın evlenme yaşı, çocuk sayısı, güçlü toplum ve kadına yönelik işlenen şiddet suçlarına dair sözleriydi. Daha önce de 7. Aile Şurası sırasında yaptığına benzer bir konuşma ile çıkmıştı karşımıza. O gün içinde herkesin değerlendirme yaptığı konulara çok değinme niyetinde değilim. Kabaca, insanların hangi yaşta evlenmelerine ve kaç çocuk doğurmaları gerektiğine kendilerinin karar vermesi gerektiğini; kadının bedeni üzerinden alınacak kararları kendisi dışında kimsenin almaması gerektiğini daha önce de sıkça belirttiğim için yazılarımda, bu konulara pek girmeyeceğim. ‘Evde kalmış’ olma yaşının 30 ilan edildiği, ‘en az 3 çocuk’ doğurmanın gerekliliğinin bir kez daha hatırlatıldığı bu konuşma ile yepyeni bir ayrışma kriteri daha tanımlanmış oldu: 30 yaşını geçtiği halde evlenmemiş olanlar ile 30 yaşından önce mürüvetini gördüklerimiz...

...

Aynı açıklamalarda, dünyanın her yerindeki sağcı-muhafazakar siyasetçilerin ortak dili olan ‘güçlü aile-güçlü toplum’ tezini savunan Sayın Erdoğan, niceliksel olarak salt nufüs artışıyla ‘Güçlü Türkiye’ imajını yakalayabileceğimiz vurgusuyla yine en az 3 çocuk doğurmamız gereğini bize hatırlattı. Ardından, Diyanet İşleri Başkanı da benzer bir sözle kendisini destekledi dolaylı olarak. Oysa, güçlü aile yapısının oluşturduğu iddia edilen güçlü toplum, statüsünün güçlendirildiği ve toplumsal hayatta daha etkin gördüğümüz kadın ile mümkün olacaktır. Batı ülkelerinin de buna örnek gösterilebileceği bu kadar açık iken, kadını sadece eve mahkum eden ve kendisine salt annelik rolü atanan bir toplum sadece ‘sayıca’ büyür. Güç, denen şey de bu değildir.

Tekrar edelim: Kadın bedeni, yaşam tarzı, sosyal ve ekonomik alandaki durumu üzerinden alınan tüm kararlar kadına aittir. Bunun dışındaki hiçbir sözün hükmü yoktur. Devletin sorumluluğu, bu kararların uygulanması ve kadının statüsünün güçlendirilmesidir. Güçlü toplumun güçlü kadınla mümkün olacağının herkesçe idrak edilmesi gereklidir.

...

Öte yandan, bu açıklamaları esnasında, yüzüne kezzap dökülerek tüm hayatı karartılan Berfin ile ilgili söylediklerinde, Sn Cumhurbaşkanı’nın da tıpkı bizim gibi verilen cezayı az bulmuş olduğu anlaşılmaktadır ve bu sevindiricidir. Ancak, ‘’Buradan tüm yargı dünyasına sesleniyorum: Hukuk eşittir kanun değildir. Kanunların sayfaları arasındaki maddelere değil vicdanınızın sesine kulak verin. Bunu iyi anlamamız lazım.’’ diyerek buradaki sorumluluğu kanun yapıcılara değil kanun uygulayıcılara atmıştır. Zaman zaman benzer ‘’nedensellik’’ ilişkisini yeterince doğru kurmadığını düşünerek, kendisine ‘kimin vicdanının sesine’ seslenmesi gerektiğine bir bakalım: Burada yaralanan ‘kamu vicdanı’dır. Bunu onarması gereken de ‘kanun yapıcı’lardır. Yani, Bakanlar Kurulu ve TBMM bu konuda çağrı yapılması gereken kurumlardır. Bu konuda ‘tüm yargı dünyası’na seslenmek yerine, İstanbul Sözleşmesi’nde yer alan kadına yönelik şiddeti engelleyen tüm maddelerin yasalaşması ve etkin bir biçimde uygulanması için kendisinin irade göstermesi şarttır.

Kendisinin bu tavrı geçtiğimiz günlerde Adalet Bakanı Abdulhamit Gül’ün tavrıyla aynıdır. Sayın Bakan da ‘genelge’ yayınlayarak kadına yönelik şiddetin durdurulmasının yeterli olduğunu düşünmüştü. Oysa, bu konuda genelge yayınlamak değil güçlü kanunlar oluşturmak ve etkin şekilde uygulamak zorunluluğu vardır.

Kadın cinayetleri ile ilgili eleştirilerin ‘iyi niyetli’ olmadığını vurgulayan Sayın Cumhurbaşkanı, doğrudan Yürütme’nin, dolaylı olarak da Yasama ve Yargı’nın başında olan biri olarak, bu konuda iyi niyetli ilk adımı atarak İstanbul Sözleşmesi’nin bir an önce hayata geçirilmesi için ilgili tüm kurumları çalıştırmaya başlatmalıdır.

‘’Siz burada hakkı, hukuku, adaleti arayacaksınız. Ben kanundan değil, haktan, hukuktan bahsediyorum.’’ diyerek kanun uygulayıcılarına seslenen Sayın Cumhurbaşkanı’na bu hatırlatması için de teşekkür ederek bitiriyorum.

HAK, HUKUK, ADALET...