Bir sürü tartışma programında ve anketlere dayalı köşe yazılarında Muharrem İnce’ye dair konuşulanlar arasında kendisine oy verecek kesimin özellikle gençlerden oluştuğu dillendiriliyor. 14 Mayıs seçimlerinde 2005 doğumlu meşhur Z kuşağı sandık başına gidecek yani. Özellikle onlara bir hatırlatma olması açısından 2006 yılında kaybettiğimiz entelektüel, bilgili, cesur devlet adamı Bülent Ecevit’ten biraz bahsetmek istiyorum bugün. Böylece benim gibi X kuşağı okurların da hafızasını yenilemiş oluruz belki. Öte yandan, Muharrem İnce hakkında fazlaca şey yazmanın benim için zaman israfından başka bir şey olmadığını da eklemek isterim. Bu yazının da başka yazılarımın da konusu değildir kendisi!
1973 seçimlerinde ‘’Umudumuz Karaoğlan’’ sloganı ile siyaset tarihimizde önemli bir özne olmaya başladı Bülent Ecevit. Özellikle 1987 ve 1991 seçimlerindeki tavrı son derece önemliydi! Sizleri fazla sıkmadan bazı rakamlara da ihtiyaç duyarak anlatmaya çalışayım:
12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra seçimler 3 yıl kadar yapılamadı bu ülkede. 1982 yılında da aralarında Bülent Ecevit’in de olduğu çok sayıda insana siyaset yapma yasağı getirildi. İdamların, göz altıların, işkence hanelerde öldürülenlerin olduğu karanlık yıllarda, Turgut Özal tek başına iktidara geldi. Siyaset yasaklandı, sendika yasaklandı, kitaplar yasaklandı, konuşmak yasaklandı 80’lerde! Cunta lideri Kenan Evren ise Cumhurbaşkanı idi. Ona edilen beddualar bir karşılık bulmuş olmalı ki neredeyse birkaç kişinin katıldığı bir cenaze töreniyle göçtü gitti!
1987’nin 6 Eylül’ünde yapılan bir referandumla siyasi yasaklar kaldırıldı. Bunun üzerine ANAP Hükümeti erken seçim kararı ile 29 Kasım 1987’de genel seçimleri ‘’baskın’’ bir biçimde yaptı. Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş gibi siyasi yasağı henüz kalkmış liderle baş etmek için baskın erken seçimden başka çare yoktu Özal için.
Bu seçimlerde ANAP %36 oy alarak 292 milletvekili çıkardı ve yine tek başına iktidar oldu 5 yıllığına. %24 oy alan dönemin sol/sosyal demokrat partisi olan Erdal İnönü liderliğindeki SHP ise %24 oy ile 99 milletvekili çıkarabildi. Bülent Ecevit’in genel başkanı olduğu, bugünlerin Cumhur İttifakı destekçisi Demokratik Sol Parti ise %8.5 oy ile baraj altında kalarak meclise hiç milletvekili gönderemedi. Seçimlerden önce yürürlüğe giren yeni sisteme göre, milletvekilliklerinin dağılımı "çift barajlı" ve "kontenjanlı" bir sistemle belirlendi. Bu sistem, kontenjan adaylarının seçimi yönünden "çoğunluk", liste adaylarının seçimi yönünden ise "Barajlı D'Hont" sistemlerinin karmasından oluştu ve Türkiye'de ilk kez uygulandı. Ülke barajı %10 olurken, her seçim bölgesinde de ikinci bir baraj uygulaması yapıldı ve en çok oyu alan partiye kontenjan milletvekilliği tanındı.
Ülkede 67 il vardı o yıl. 24 milyon geçerli oy’un 2 milyonunu alan Bülent Ecevit, partisini TBMM’ye sokamadığı gibi 2 milyon yurttaşın da oyunu çöpe atmış oldu. Bu kadar adaletsiz bir seçim sistemini elbette ANAP getirmişti. Ve planladığı amaca ulaşmıştı. Bu parlamento ile 2 yıl sonra, yani 1989’da cumhurbaşkanı seçeceklerdi. Ve yine hatırlatma olsun diye not düşelim: O yıllarda Cumhurbaşkanı’nı TBMM seçiyordu ve Turgut Özal 1989’da Cumhurbaşkanı olarak Çankaya Köşkü’ne çıktı. Ve tabi Beştepe Külliyesi henüz o tarihte Atatürk Orman Çiftliği’nin arazisiydi.
1987 seçimlerinden sonra istifa etti Bülent Ecevit erdem göstererek. Ancak, parti tabanının ısrarına dayanamayarak da geri döndü genel başkanlığa ve on yıllar sürecek ısrarını ölene kadar genel başkanlık koltuğunda oturarak sürdürmeye devam etti.
Turgut Özal, ülkeyi ihtilale götüren 1980 öncesinin ekonomi yönetiminin başındaki bir bürokrattı. İktidarı boyunca neo liberal politikaları hayatımıza yerleştiren, acımasız özelleştirmelerle cumhuriyet kazanımı fabrikaları satan, ülkeyi bugünkü gibi enflasyon sarmalına sokan biriydi. Eşini ANAP İstanbul İl Başkanı yapacak kadar gözü karaydı. Tarafsızlık yemini olmasına rağmen ANAP’ın içini dizayn etmeye de devam etti. Cemaatler ve tarikatların devlete sızma hikâyesinin filizlendiği yıllar olduğunu da eklemek gerek!
Gelelim 1991 seçimlerine! Ecevit’in parçalı sol ısrarı sürüyordu. Kendisini sosyal demokrat olarak değil demokratik solcu olarak tanımladı hatta. 20 Ekim 1991 seçimlerinde %10.75 oy alarak sadece 7 milletvekili gönderebildi 450 sandalyeli meclise. Aynı seçimde DYP %27 oy ile 178 milletvekiline, ANAP %24 oy ile 115 milletvekiline sahip olurken; SHP ise %20.75 oy ile sadece 88 milletvekili çıkarabildi. DYP-SHP Koalisyon hükümeti kuruldu ardından. Eğer Ecevit, 1991’de bu inadını bir kenara bırakabilse Sol, en az %31.5 oy ile hükümeti kurma görevini elde edebilirdi. Ve belki de 90’lı yıllar o kadar da karanlık olmazdı. Mehmet Ağar’lı yıllar yaşanmayabilirdi. Faili meçhuller engellenebilirdi. Uğur Mumcu, Eşref Bitlis, Gaffar Okkan cinayetleri işlenmeyebilir, Sivas Katliamı yaşanmayabilirdi. Faili meçhul cinayetler, köy yakmalar, beyaz Toroslar, Susurluk ilişkileri hayatımızda hiç girmezdi.
Elbette derdim Ecevit’e bu kadar yüklü bir fatura çıkarmak değil! Ama Türkiye’de kendine demokrat, aydın, ilerici, solcu, sosyal demokrat, sosyalist, komünist diyen her siyasi parti ve oluşumla her yurttaşın geçmişte olduğu gibi 14 Mayıs’ta da benzer bir tarihi sorumluluğu olduğunu anlatmaya çalışıyorum.
Muharrem İnce ile Bülent Ecevit’i karşılaştırmak bile züldür bana. İkisi arasında dağlar, denizler kadar fark vardır. Siyaset bilgileri ve devlet deneyimleri elma ile armut gibi karşılaştırılamayacak kadar farklıdır.
Aman gençler, Muharrem İnce’nin birkaç parıltılı sözüne inanıp peşine düşmeyin. İnadının etkisinde şu anda. Belki bir süre sonra yaptığı hatayı anlayıp döner bu yoldan ama şu an size vaat ettiği dünya kendisinin bile kurgusunu henüz kafasında oturtamadığı bir dünyadır. Kanmayın, oyunuzu çöpe atmayın!
Bazılarında ‘’koltuk sevdası’’ oluyor. Şimdiki iktidar sahiplerinin tamamında olduğu üzere bu sevda vazgeçilmez bir aşk gibi onlarda! O koltukta otururken yaptıkları hukuksuzluk ne kadar fazlaysa, bu koltuk sevdası hastalığı daha da ilerlemiş bir hal alıyor. Adeta o koltukta ölmekten başka bir dilekleri yok!
Bazılarında da ‘’adaylık sevdası’’ diye bir hastalık var. Belki de bağımlılık demek daha doğru! Tıpkı İnce’nin yakalandığı gibi bir şey bu! Her seçimde milletvekilliğine, belediye başkanlığına aday olmak, her kurultayda genel başkan olmayı talep etmek gibi semptomları var bu hastalığın! Seçilmek önemli değil, adaylık mühim! Kaybettikçe hırslanıyor, hırslandıkça kaybediyorlar!
Siz siz olun, koltuk sevdalılarını göndermek için adaylık sevdasına kapılmış siyasetçilere oy vermeyin, prim yaptırmayın. Yüzdük kuyruğa geldik!
Yazıda çokça bahsettiğimiz Bülent Ecevit’i rahmetle anarken, yazının başlığından aldığımız çağrışımla haftayı bitirelim: Halkın Umudu Kılıçdaroğlu.