Merhaba Bülent Abi,
Sana yazmaya niyetlenince bilgisayarımın masaüstünde gezindim önce. Biliyorum, hiç zor değil sana seslenmek; yazıya nereden başlasam olur aslında, “Öyle pat diye girdin ya söze, ne güzel oldu! Bundan sonrasında da söz sözü açar söyleşir gideriz...” deyişini de duyar gibiyim.
“Ee, dolaştın da ne oldu bilgisayarının bahçelerini, koyaklarını?” diyeceksin, söyleyeceğim. Ah, bak kahvelerimiz de geldi!
2007’nin sonyazıydı, BatıSöz’e yazılarıyla emek verecek dostlarla kahvaltılarımız, kırk yıl sürsün dileğiyle fincanlarla buluşan ellerimiz, senin Palmiyealtı Söyleşileri’ni bize taşımakta bir an duraksamayışın... Kahve, deyince bak ki söz nerelere geliverdi.
Bilgisayarıma döneceğim, unutmadım ama ilkin “palmiye”ye ilişkin birkaç laf edeyim. Oldum olası sevmem şu palmiyeyi, Bülent Abi. Varsa bir senin köşe yazının başlığında hoş gelirdi bana; bilmem, belki de adıyla bir algılamazdım; o, sözünü sakınmadığın, doğru bildiğini dümdüz söylediğin, kimseyi kayırmadığın yazılarının başlığındaki palmiye soğuk gelmezdi bana. Biliyorum, bunu söylemedim sana. Yok, çekindiğimden değil, aksine şu hiç hoşlanmadığım dahası ağaçtan bile saymadığım palmiyeyi sevecen kıldığın için özellikle söyleseydim ama olsun, yazdım işte.
Gölgesi yok, yeşili alıp başını havalanmış; esinti mi, boşa arama... Bir de kuru naz; tutsam mı, tutmasam mı? Neymiş, İzmir’in simgesiymiş! Sıra Palmiyealtı Söyleşileri’ne göz atmaya gelince yiter giderdi gözümün önünden tüm palmiyeler. Ferhat İşlek, “Bülent Habora’nın İstanbul’da geçen yaşamı bir sokakta çekilen sinema filmidir sanki.” diyor ya her yazdığın o yaşamından anlar, izler, esintiler, güzellikler de taşırdı. Belki de ondandı...
Tamam, tamam; başa döndüm. Bilgisayarımdaki dolaşmalarıma.
Senin bir yazını, Palmiyealtı Söyleşileri’nin BatıSöz’deki ikinci yazını da saklamışım, biliyor musun? Aslında mektuba öyle girmeyi tasarlamıştım. Böylece işim de kolaylaşacaktı. Gel gör ki neler oldu; sözler, sözcükler aldı başını, nerelere getirdi bizi?
Ne demişsin orada, biliyor musun? Unutmamışsındır, bilirim ama yine de hiç değilse girişinden bir bölümceyi aktarayım şuracığa:
“Belki önemli bir şey değil ama yine de söylemek istiyorum: Ben yazılarımın, radyo programlarımın ya da herhangi bir panelde, söyleşide yapacağım konuşmanın tümünü önce bir taslak halinde hazırlarım; sonra da daktiloyla yazmaya başlarım. Ve ondan sonrası tıkır tıkır gider. Araştırma-inceleme ya da roman gibi kitaplarımın hazırlanış süresi iki-altı ay, radyo programlarının iki-üç gün, panel ve söyleşilerin bir gün, köşe yazılarının üç-dört saattir. Tabii bu sürelere ‘artı elli yıl’ı eklemem gerekli, yani elli-elli beş yıllık birikimimi…”
Picasso’nun o bilinen “otuz yıl artı beş dakika”sı düştü aklıma.
Söze birden girmiş gibi görünsem de benzer biçimde kimi patikalardan, daracık sokaklardan geçiyor, alanlarda, çarşılarda dolaşıyorum ben de mektup/ yazı öncesi. Kime yazmaya oturacağımı bir hafta öncesinden belirliyorum. Sonra günler; o mektubun satırlarında dolaşarak, kitapları, belgeliği eşeleyerek, mektubu kafamda yazarak geçiyor.
Sevgili Bülent Abi,
1 Mayıs, bizim için, altı yıldır; emekçilerin bayramı, dayanışma, mücadele günü olduğu kadar “Bülent Habora Günü” de. Bu yıl boştu meydanlar. Ne bir pankart ne “gök yarısı” bayraklar ne bir ses ne bir nefes... Yok canım, elbette egemen korkusu değil; salgın yüzünden sokağa çıkma yasağı vardı. Senin “Büyük Türk Büyükleri” (Bi’ çoğaldılar ki sorma!), yirmi işçinin ayak sesine bile dayanamayıp hepsini gözaltına aldırdılar; Edip Cansever’e de selamla elden ele yürüsün, anıta varsın diye hazırlanan “1 Mayıs” çelenginin karanfillerini güvercinler taşıdı Beşiktaş’tan 1 Mayıs Alanına...
Otuz anakent ve Zonguldak’ta 1 Mayıs’ı balkonlarında, pencerelerinde, bahçelerinde alkışlar, marşlarla kutladı emekçiler, işsizler, yoksullar, açlar...
Tuygun, görmüşsündür, sosyal medya hesabından selamlarken 1 Mayıs’ı sana da özlemle seslendi... Evet, kitaplarla içli dışlı bir yaşam sürdürüyor Tuygun. Kitap fuarlarında, şenliklerde Volga Sahaf’ta kesiştiriyoruz yolları.
BatıSöz artık çıkmıyor. Batı Haber ara ara sesleniyor okurlara. Batı Radyo’da, geçen yıl Edebiyat Durağı’nı hazırlayıp sundum. Bir yıl sürdü. Ne çok andık seni de Celal Gürbüz’le...
Bak, haberin güzelini sona sakladım sanki: Evrensel’in Ege sayfaları, şimdilik, dijital ortamda yayımlanıyor. Emine Uyar’ın isteğiyle kimi edebiyatçı dostlarla birlikte orada da yazmaya başladım. Palmiyealtı Söyleşileri de ne yakışırdı oraya, biliyor musun?
Noktayı bir “şiirselam”la koyayım: Dün görüştük, Asım abinin (Gönen) de selamı var sana ve Deniz’e, Yusuf’a, Hüseyin’e... De ki onlara, kimse hatırlamıyor onları yargılayanları!
........................
Bülent Habora (gazeteci, yayıncı, yazar/ 28 Şubat 1940-1 Mayıs 2014)