Bir yandan “zaman” diye bir şey bulmuşuz, bir yandan da epeyce kıymete bindirmişiz hele ki yuvarlak yıl dönümlerini. İz Grubu’nun genç ekibi de haberin izini sürüyor işte; alanın, yaşamı pahasına dik duranlarının da izniyle ve izinden yürüyerek... hem de beş yıldır. Bunları yazarken fark ettim ki çoğun ağustoslar açmış bana bu sevinç duyduğum işin kapılarını...
***
Zaman dediğimiz kavram bizim uydurduğumuzdur; hayatı, belirli dilimlere ayırıp daha iyi kontrol etmek için belki. Ya da bambaşka bir anlam katmak yürüdüğümüz yola/ yollara... Değilse doğanın, şu gezegenin bir türlü paylaşmaya yanaşmadığımız cümle öteki varlıklarının umurunda değildir güneşin kaç kez tepelerinden dolanıp geçtiği, ayın niye başka başka hallere büründüğü... Devirler, dönemler, çağlar da öyle. Hepsi bizim işimiz.
Ne vakit zamandan açılsa söz, aklıma büyük usta Nâzım Hikmet’in “Ben İçeri Düştüğümden Beri” dediği düşer.
“Ben içeri düştüğümden beri/ güneşin etrafında/ on kere döndü dünya.// Ona sorarsanız:/ ‘Lafı bile edilmez, mikroskobik bir zaman.’/ Bana sorarsanız:/ ‘On senesi ömrümün.’
“Bir kurşunkalemim vardı/ ben içeri düştüğüm sene./ Bir haftada yaza yaza tükeniverdi./ Ona sorarsanız:/ ‘Bütün bir hayat.’/ Bana sorarsanız:/ ‘Adam sen de, bir iki hafta...’”
Demem o ki -şairin seslenişi boşa değildir- görecelidir de bir yandan sanki damarlarımızda dolaşan zaman. Nerde, kiminle, hangi koşullarda, ne kadar bulunacağınıza göre belirler akışını; sormaz size fikrinizi; sormadığı gibi halinizi hatırınızı.
SÖZÜN ÇAĞIRDIĞI YER
Hepsi hepsi son beş yıldan açacakken sözü, görün ki söz alıp nerelere çağırdı beni!
İlk gazetem Yeni İstanbul’du, haftada bir, birkaçı bir arada gelirdi babama. Siyah-beyazdı elbette. Yemek yemek, su içmek, oynamak, çalışmak, uyumak gibi bir şeydi gazete okumak da... Herkesi de öyle bilirdim. Okul günlerindeki şaşkınlıklarımdan biriydi köyde babamdan, bir de öğretmenimden başka kimsenin gazete okumadığını öğrenmem.
Sonra bir başka “yeni”yle, Yeni Ortam’la tanıştım. Onunla başladı düzenli gazete okurluğum. Uğur Mumcu okumalarım da... Çok sürmedi, ayrıldı Uğur Mumcu oradan. Ve o nereye, ben oraya belki de rastlantıydı. Yıl 1974, merhaba Cumhuriyet. Sonrasında haftalık, on beş günlükler de çaldı kapımı ama Cumhuriyet’le bir.
Cumhuriyet, evet öncelikle gözünü budaktan sakınmaz Uğur Mumcu’ydu belki ama bir o kadar da Mustafa Ekmekçi’ydi, Nadir Nadi’ydi, Mehmed Kemal’di, İlhan Selçuk’tu, Ali Ulvi Ersoy’du, Turhan Selçuk’tu...
12 Eylül Cunta günlerinin direnç adalarından biri de Demokrat’tı... Ne geniş soluklar aldırmıştı hepimize!
DİLE KOLAY, OTUZ BEŞ YIL
1986 sonbaharında, öğretmen arkadaşım Erdal Koç, “Babam gazeteyi yeniden yayımlayacak. Senin de orada yazmanı istiyorum.” dediğinde şaşırmıştım ilkin. Kimi küçük çalışmalarım olsa da bu işi düzenli yapmak yoktu daha aklımda. Anısı güzel Halil Koç’un Haymana Gazetesi’nde ilk yazım 6 Ocak 1987’de yayımlandığında (Ne büyük heyecandı! Bir hafta çantamda gezdirmiştim gazeteyi, üstelik kimselerle paylaşamadan...) benim için bambaşka bir yolculuğun da başladığının farkındaydım.
Demek altı yılı bulmuş haftalık Haymana Gazetesi’ne İstanbul’dan yazmalarım.
1992’nin sıcak mı sıcak bir ağustos gününe rastlar soluğu İzmir’de, Yeni Asır’da almam. Artık tam da kalbindeydim dededen miras gazetecilik düşümün. Anısı güzel dostlar Mustafa Ekmekçi, Halil Koç, Orhan Duru, Refik Durbaş... Daha kimler yok ki! Ah, sayabilsem eksiksiz... Hepsini yanı başımda duyumsayarak.
Boşuna değil “dededen miras” deyişim. Adını taşıdığım dedem, “imtiyaz sahibi ve mesul müdür” olarak, Kayseri’de ilk Türkçe gazeteyi (Erciyes’i) çıkaran kişiydi. Tarih: 29 Ağustos 1910.
Albümün izleyen karelerinde Söz, Gazete Ege, Milliyet Ege, Haber Expres, Batı Haber ve İzmir İzmir’den BatıSöz’e... dergiler var. Sonra ara ara kapılarına vardıklarım; Ankara’nın Siyah-Beyaz’ı, Evrensel, BirGün...
BEŞ YIL ÖNCE BİR GÜN
Demek ki beş yıl önceymiş sevgili Ümit Kartal’ın bir karşılaşmamızda, “Başlıyoruz abi... Sen de olacaksın.” deyişi... Neydi başlayan?
İpekçi’nin, Mumcu’nun, Hrant Dink’in, Metin Göktepe’nin onurlu yolculuğunun ışığında yürümekti!
Doğru bildiğini meslek onuruna yakışan bir dille, tutumla, tavırla, kararlılıkla söylemekti!
Paranın, erkin, gücün değil insanın yanında durmaktı...
Pencereyi doğaya, emeğe, Ruhi Su’nun “herkese yeter dünya, herkese yeter ekmek” çığlığına açmaktı.
Daima haktan, hukuktan, gün olup herkese gereken adaletten yana seslenmekti...
YİNE BİR AĞUSTOS...
İz Dergi’nin yükselttiği sese yazın dünyasından kendimce küçük soluklar eklemeye uğraşırken yine sıcak mı sıcak bir ağustos günü (yıl 2019), İz Gazete’nin, internet ortamının yanı sıra sahaya da çıkacağı haberini verdi Ümit Kartal (Şimdi düşünüyorum da Mavi Pencere’nin -köşenin adı buydu- İz Dergi’de ilk yer alışı da yine bir ağustostu. Yıl 2017.).
Benim gibi, gazeteyi bir ömür basılı okuyup gelmişler için bu, güzel haberdi, harikaydı! Ama ötesi de vardı: Haftalık kitap sayfası!
Niye olmasındı? Kimsenin sabrını zorlamadan, dostların emeğinin de katılacağı, şöyle kısa dokunuşlarla paçal bir çalışma fena olmazdı... Adı mı? Sevgili M. Sadık Aslankara’nın Cumhuriyet Kitap’taki “Kitap Adaları” hep çınlamaktaydı kulağımda. Bir ada da bu özgür yürüyüşte yükselse, ses verse herhalde fena olmazdı.
Daha ben bunları düşünmeden, sevgili Ümit’in, “Bir de köşe olur aynı sayfada... Ne istersen ondan söz et abi!” cümlesi de sökün etmişti bile... Değil mi ki “ada”dan olacaktı sesleniş, uygunu mektup olmaz mıydı? İşte budur Kitap Adası’nın da bütün hikâyesi.
İz Medya Grubu beşinci yaşını kutlarken Kitap Adası’nın da “Hey, bir buçuk yaşındayım!” demesine şunun şurasında bir ay var.
ŞAPKA ÇIKARMALI
Okuyarak altmış, yazıp düzelterek otuz beş yıldır içinde olduğum gazeteciliğin koşullarının bu denli kötü olduğuna şu son beş yılın öncesinde tanık olmamıştım. Meslek onurunu koruyarak yürümenin bu denli zor, zorun da zoru olduğu bir ortamda hem de böylesine genç bir ekiple beş yaşına varılmışsa buna ancak şapka çıkarılır dostlar!