ASLI PARIL

Selim İleri; yazdığı roman, öykü, deneme, senaryo ve incelemeleriyle Türk edebiyatına tartışmasız yeni bir soluk getirmiş önemli yazarlardan biri. Biliyoruz ki yazar; romanlarını büyük olaylar, serüvenler üzerine kurgulamak yerine yaşantılara, anlara ve duygulara mercek tutar: ‘aşk kalbin ağrılarına yolculuğu andırıyordu.’ Romana bakışındaki sıra dışı tavır, detayları işlemesindeki ustalığında gizlidir: ‘Tıpkı insanlar gibi kitapların da alın yazıları var, bazılarının alın yazıları yalnızlıkla ve dölsüzlükle örtülü.’ Görünenin aksine bir buzdağı misali görünmeyeni yaşar, yaşatır. İleri, ‘Yarın Yapayalnız'da bu özelliğini sürdürüyor.

Selim İleri’nin ‘kendi romanlarıma baktığım zaman yazmaktan en çok mutluluk duyduğum kitabım’ dediği roman, görünürde birbirlerinden son derece farklı hayatlar yaşayan iki kadının aşkını konu alsa da aslında bu ilişkinin penceresinden tüm aşkları sorgulatıyor okuruna: “Üç beş serseri bulutun üzerinden geçtiği bir burgaçta dönenip durmaktı aşk, bir gönül sıtması” Bilinenin, görünenin ötesinde ‘inceliklere’ yoğunlaşıyor. Türk romanında farklı bir başkarakter olarak karşımıza çıkan opera sanatçısı Handan Sarp'ın Elem'le yaşadığı ilişki, sosyal statü ve yaş farkıyla da dikkat çekiyor. (Kocamustafapaşa’yla Nişantaşı arasındaki korkunç uçurum.) Mesleği ve karakteri itibariyle toplumdan uzak kalan, arkadaşları arasına mesafe koyan Handan Sarp, modern insanın yaşadığı huzursuzluğu, yalnızlığı, yabancılığı, parçalanmışlığı içselleştiren, 'suskun bir başkaldırı'nın kahramanıdır.

“Burada her şey bir insanı sevmekle bitiyor.” diye başlıyor İleri kitabına. Handan Sarp’ın Elem’e yazdığı mektuplar ve Selim İleri’yle yaptığı sohbetlerden öğreniyoruz yaşananları. Sık sık geriye dönüşler, bilinç akışı, iç konuşmalar zaman zaman sayıklamalara varan bir dil kullanıyor yazar. Yaşananlara tanıklık ederken Handan Sarp oluyor, onunla bunalıyor, o oluveriyor, aşk uğruna çekilen tüm acıları duyumsuyoruz. –o zaman bir girdaba kapılmıştım, şimdi kıyıya cesedim vurmuş- Okuyucuda bu hissin oluşmasında yazarın bilinçli olarak kullandığı gözlemci tavrının büyük etkisi var. Romanda tüm ipler Handan Sarp’ın eline verilmiş, onun acısını yüreğimizde bir jilet kesiğini hisseder gibi hissetmemiz istenmiş. Değişen toplum düzeni, postmodern sanat anlayışı, aklın ve düşüncenin yerini duyguların aldığı bir tavır izleyen Selim İleri, postmodernizmde aklı tamamen devre dışı bırakarak hislere, anlara, duyguların kollarına bırakır Handan Sarp’ı. Bizim de ona eşlik etmemizi hatta yalnızca eşlik etmekle kalmayıp onun kadar bunalmamızı ister.- ölüm kadar olamadım, ölüm bile olamadım- Yapmak istediği tek şey, geçmişin, insana tattırdığı estetik hazzı, bugünün çelişkili insanına kılavuz kılmaya çalışmaktır. Çünkü zaman ve mekân mefhumunu kaybetmiş, kendi “ben”ine ve yaşadığı topluma yabancılaşmış, dünya düzeninin bir parçası haline gelmiş insan, artık gelecekten yana umut taşımamaktadır. Bu nedenle yüzünü sürekli geçmişe döner. Romanın metinlerarası olma özelliği ve üstkurmaca tekniğine sıkça başvurması okuma zevkini farklı bir segmente yükseltiyor. Ayrıca opera klasiklerinden ve Reşat Nuri’nin Çalıkuşu’ndan alınan motifler içeriği zenginleştirmiş. Romandaki Elem ile Çalıkuşu’ndaki Munise özdeşleştirilmiş.- Hatta itiraf edemese de- sevicilerin çocukları ve kedileri olmaz- Handan Sarp’ın zaman zaman Elem’e annelik içgüdüsüyle yaklaştığı anlara şahit oluyoruz.-Ölüm Elem’e ay ışığı uysallığıyla yaklaştı, Ölümse Munise’yi alnından dudaklarından öpüyordu.- Bu bölümlerde Handan Sarp’a duygusal olarak yakınlaştığımızı hisseder hissetmez yazar karakterle aramıza o görünmez duvarı örmeye başlıyor, biz hiçbir zaman Handan Sarp’ın gözyaşlarına gerçekten dokunamıyoruz. Kitabı bitirdiğinizde dilinizde kekremsi bir tat, burnunuzda İzmiroyasının kokusu olacak ve ağzınızdan şu sözcükler dökülüverecek: Gidebilirsiniz artık dostum, sizden bana en az on roman kalacak bense başka bir öykünün annesi olacağım…  

Hoşça ve kitapla kalmanız dileğiyle…

                                                                                                   Yarın Yapayalnız

                                                                                                      Selim İleri

***

Emel Kadör

Sevdiğime Gece Öyküleri*

“Ruh ikizi olabiliyoruz da mesela bir ruhu kalbimizde bir vakit taşıyabiliyor muyuz?”*

Geçtiğimiz pazar günü saat 11.00’de,  İzmir’in kültürel yaşamının pek çok sayfasında imzası olan bir değerli edebiyatçıyla,  Yıldız İlhan’la Seferihisar’da buluştuk.

Yunus Bekir Yurdakul’un moderatörlüğünde yedi yıldır sürdürdüğümüz okuma buluşmalarımızda bu ay Sevdiğime Gece Öyküleri kitabını okuduğumuz İlhan’la, kitabından hareketle öykülerinin genel yelpazesindeki hem insan olma hallerini hem de bu hallerin kalemine gelmesine evrilen yolu konuştuk.

Daha önce Sussesi adlı bir şiir kitabı ile Hiç Kuşu ve Yangın Merdiveni adlı öykü kitapları olan Yıldız İlhan’ın Sevdiğime Gece Öyküleri üçüncü öykü kitabı.

Kitap Sayfamizda Bu Hafta Burada Her Sey Bir Insani Sevmekle Bitiyor99885

Kitapta yer alan on üç öykü; İzmir’in, Ankara’nın, Gökçeada’nın, Alsancak’ın, Alaçatı’nın, Cebeci’nin   sokaklarından çıksa da başka kentler başka mahallelerde yanı başımızdan geçip giden yaralı kişilerin hüzün dolu hikayelerine dokunuyor. Yoğun, derin, vurucu öykülerinde az söze pek çok duyguyu, düşünceyi sığdırmış Yıldız Hoca büyük bir incelik ve ustalıkla.

Birbirine bağlı ilk iki öyküde; her milletten insanın huzur içinde yaşadığı Keraziye’de sessizce yaşanan bir aşkın izini, kese kağıdı olmaya gitmekten kıl payı kurtulan ceylan derisi kaplı bir defterde sürüyoruz. Kızlar Ağası Bedesteninde sahaf Aziz Hikmet Efendi bir yangınla sırlara (!) karışırken sessiz aşkının yasını ömrünce tutan komşusu Mehveş Hanımın hikayesiyle Galip Divanı’na bir selam gönderiyor Yıldız İlhan. Aşkın bugünkü haline bir soruyu da usulca okurun önüne bırakıveriyor: “Ruh ikizi olabiliyoruz da mesela bir ruhu kalbimizde bir vakit taşıyabiliyor muyuz?” diyerek…

Zamanın ortasında yalnızlığa savrulan ve yaşamı huzurevinde sonlanan Can Baba hikayesi yok olan mahalle kültürünün altını çiziyor. “Geçmiş yabancı bir ülkedir, orada her şeyi farklı yaparlar” diyen L. P. Hartner gibi o ülkeden bunca hızlı uzaklaşmanın sancılarıdır çekilen aslında.

Şimdilerde yan yana ama birbirimizden ne kadar uzak yaşıyoruz. Şehirleşmek köksüzleşmek olmamalıydı. Ruhu olan yerleşimlerden birbirinin aynı konutlara geçerken birey olmaya yol aldık belki ama biz olmaktan uzaklaştık, giderek yabancılaştık birbirimize kaçınılmazca.

Sevdiğime Gece Öyküleri, bu geçişte yitirdiklerimizi anımsatıyor.

Yitenler sadece sokağın renkleri değil; o renklerle birlikte yüzyıllardan süzülerek gelen değerlerin de unutulması. Belleksiz bir topluma dönüşmenin sebebini uyuyan vicdanlarda buluyor da meramını  Kuş Uykusu öyküsünde  “Aramak hiçbir vakit beyhude değildir, hele de hikayesini anlatmak.” sözleriyle Ebabil Kuşu’na söyletiyor İlhan, yok oluşa bir karşı duruş, bir direniş gibi.

Açlık Gözcüsü öyküsünde; yıllardır hayalini kurup başladığı mesleği elinden alınınca açlık grevine başlayan genç öğretmenin günden güne erimesini iç konuşmalar şeklinde annenin dupduru diliyle anlatılıyor. “Kimsenin gülü kimseye kokmuyor kuzum” diyen annelerin yakarışları yaşama değil ama ölüme gözcülük edenleri utandırır mı acaba?

İnsanın insana ettiği değil mi tüm acılar? Mehmet ya da Zotico, Asta ya da Aslı? Adlar değişse de acı aynı acı… Savaşın yerlerinden yurtlarından ettiği komşularımızı, mübadelede gidenlerin acısını, geride kalanların mahçup burukluğunu, madenlerin altında yaşamla ölüm arasında kalanları, beşiklerinden başlayan yalnızlıklarını hayat boyu sürdüren sahipsizleri  yüreğinin kalemiyle  sahipleniyor Yıldız İlhan.

İzmir’de yirmi yıldır yaratıcı yazarlık atölyeleri yürüten yazarımız, kitabındaki Böyle bir Yaşamak ile yapıtın son hikayesi Üçü Bir Arada’da yazma edimini sorguluyor.  Yazmak için, ne yazılırsa yazılsın her şeyi yazabilmek için hatırlamam gerek. Bilgiyi, gözlemi, iç seziyi zihnin senteziyle eleyip dilin olanaklarıyla imbiklerden süzmek gerekir.” diyor. 

Edebiyat insanın içini gören bir sanat dalı.  Yıldız İlhan kalemini insanın iç dünyasında dolaştırıyor, roman kahramanı olabilecek kişilerin hikayelerini sevdiğine anlatır gibi yazıyor.

İki saatlik süre nasıl geçti anlamadık. Devamındaki sohbet ise doyumsuzdu. Attila İlhan’ı andı hayranlıkla. Attila Ilhanlı yıllara götürdü bizi. Yazmak mı yaşamak mı diye sorunca, yazmaktansa yaşamayı öncelediğini söyledi Yıldız İlhan. Konuşmaktan, yaşamı tüm hücreleriyle solumaktan hoşnut duruşuyla.

Onun doğallık ve içtenliğinin dinleyenlere geçen konuşmasıyla yaşamın üzerimize yığdığı ağırlıkları attık, esenlendik Seferi Keçi Kültür Evi’nin “Yaşamı Savunmakta İnatçı” salonunda.

Teşekkürler sevgili Yıldız İlhan. Sözcüklerinizin ruhu bizim ruhumuza çok iyi geldi.

***

Doç. Dr. Ümüt Arslan / Uzm. Psk. Danışman Öznur Aydın / Psikolog Seray Bingöl

Anne Baba Kütüphanesi

Kesintiye Uğrayan Çocukluk

“Bebeklik ve çocukluk yılları yitik değil, tıpkı bir çocuğun ıslak çimentodaki ayak izleri gibi ömürlük.”

Kitap olumsuz çocuk deneyimleri ölçeği ile başlıyor. Bu ölçeği uygulayarak kendi çocukluk deneyimlerinizi değerlendirip aldığınız puanı dikkate alarak kitabı okumanız ve yorumlamanız bekleniyor. Çocukluk çağında yaşanmış olan zorluklar biyolojik yapıyı kalıcı olarak olumsuz etkilemektedir. Yapılan son araştırmalar genç yaşta karşılaşılan duygusal travmaların sanılandan daha geniş kapsamlı olumsuz sonuçlar doğurabileceğini gösteriyor. Kitap günlük yaşamda karşılaşılan örnek olaylardan yola çıkarak bilimsel açıklamalar yapıyor. Bu sayede okurlar öğrenmiş oldukları terimleri örnek olaylarla pekiştiriyorlar.

Çocukluk ve ergenlik yıllarında yaşanan stres uzun vadeli yan etkilere yol açıyor. Yaşanan olumsuz etkiler stres yalnızca üzerimizde yarattığı etkiden dolayı değil, hayatımız boyunca karşılaşacağımız olaylara vereceğimiz tepkinin yeniden şekillenmesinden kaynaklanıyor. Bu durumun çözülebilmesi elbetteki mümkün. Şefkatli yetişkinlerle mümkün olduğu kadar erken yaşlarda kurulan destekleyici, duyarlı ilişkiler bireylerin sahip olduğu olumsuz çocukluk deneyimlerinin etkisinin azaltılmasında oldukça etkili. Çocuğun güvendiği bir ebeveyn veya yetişkin olduğunda karşılaştığı stresi anlamlandırması daha olasıdır. 

Kitabın son bölümünde çocukluğumuzdaki kesintiyi iyileştirmek için öneriler yer alıyor. Yazmanın, çizmenin, mindfulness yapmanın, dikkati zihne odaklamanın, şefkat eğitiminin ve affetmenin iyileştirici etkisinden bahsediyor. Ve ekliyor: “Affetmek, unutmak değildir. Aslında affetmek, anlaşılır bir şekilde kendinizi koruma kararlılığını ve bunun bir daha asla olmasına izin vermemeyi de içerir”. Tüm bu adımları deneyip tam olarak iyileşmeye destek için de profesyonel yardım almanın gerekliliğinden bahsediyor.

Son olarak iyi ebeveyn görmeyenlerin iyi ebeveynlik yapabilmesi için öneriler sunuyor. Yeri geldiğinde özür dilemenin hafifletici gücünden, çocuğun ve kendimizin tüm duygularını kabullenip yolumuza devam etmemizden, sarılmanın iyileştirici gücünden bahsediyor.

Her ne olursa olsun çocuklarımız oldukları halleriyle sevmeli, görüldüklerini hissettirmeli ve olmayı umdukları kişi olmalarına destek olmak için çaba sarf etmeliyiz. 

***

Hikâyelerin Büyüsü

Yazar ve Yazman

Bir yazmanım var. Ne söylersem yazıyor. Ama yazmanımın garip bir de huyu var: Yazarken söylediklerimi değiştiriyor. Örneğin ben “Babamla, Bülbül dinlemeye Bokludere’ye giderdik” diyorum. Önüme gelen daktilo edilmiş metinde ise şöyle bir cümle okuyorum: “Evde sıkıntıdan boğulduğumuz gecelerin sabahında, daha gün dogmadan yola koyulur, şafak sökmeden vardığımız Söğütlüdere’de bir ağacın altına oturur, bülbüllerin ötüşünü dinlerdik. Gün yükseldiğinde, bülbüllerin sesini karga sürülerinin sesi alırdı. Ya da örneğin ben, “aşk insanın içindedir mi” diyorum. Önüme gelen kâğıtta şöyle bir cümleyle karşılaşıyorum: “Aşk iki insan arasında oluşur, ama çoğu kez yalnız birinin gönlünde gelişir.”

Kaç kez ona yol vermeyi düşündüm. Ama bir türlü gerçekleştiremedim bunu.

                                                                                                      Ferit Edgü/ Çığlık

***

Yazarın Büyüsü

Bütün bu kişilerin arasında beni en çok etkileyen Sait Faik olmuştur. Bunu birçok kez dile getirdim. Bir daha dile getirmiş olayım: Biz 1950 kuşağının, özellikle öykücülerinin, Sait Faik’ten geldiğimize inanırım. Dostoyevski’nin o ünlü sözü: “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan geliyoruz.” Biz de kanımca, Sait Faik’den geliyoruz. Neden? Çünkü biz genç yazarlar yazmaya başlarken gereksinimini duyduğumuz yenilik tohumlarını Sait Faik’te bulduk. Neydi bu yenilik tohumları? O estetikle etiği birbirinden ayırmayan bir sanat anlayışı. Ne toplumu, toplumsalı; ne bireyi ve bireyseli göz ardı etti öykülerinde. Böylece ilk kez, toplum ve birey, düş ve gerçek, onun öykülerinde bir araya geldi. Özellikle ölümünden bir ay önce yayımlanan “Alemdağ’da Var Bir Yılan” kitabında bunun en güzel örneklerini verdi. Ama Sait Faik’in dışında okuduğum yazarların yerli-yabancı, birçoğundan etkilenmiş olmalıyım.

                                                                                                                          Ferit Edgü

***

Uykudan Önce

Sait Faik Abasıyanık’ı çoğumuz biliriz. Modern öykünün öncüsü olmuş, onunla birlikte konu, dil, tema, anlatım neredeyse tamamen değişmiştir. Bireyi konu edinirken toplumsallıktan vazgeçmemiş, biricik insani yalın ve akıcı bir dille anlatmıştır. Karanfiller ve Domates Suyu adlı öyküsü de bunlardan biridir.

Birol Bayram bu öyküyü çocuklar için çok güzel uyarlayıp resimlemiş. Öykü yoksul ve kör Mustafa’nın çorak bir toprağı nasıl verimli hale getirdiğini anlatıyor. Duygulanacak, hüzünlenecek ama sonunda gülümseyeceksiniz.

                                                                                                             Karanfiller ve Domates Suyu

                                                                                                                 Sait Faik Abasıyanık

                                                                                                              Türkiye İş Bankası Yayınları

Kaynak: Haber merkezi