Her şeyden önce sert bir film var karşımızda. Ve tabii öfkeli… Çelişkilerin, baskının, zulmün tanıklığından kaynaklanan bir öfke bu. Aynı zamanda filmin merkezine yerleşmiş anlatma, gösterme, duyurma gereksiniminin dinamosu. Yönetmenin anlatım tercihleri de bu bilinçli duygunun köklenmesini, kendini göstermesini sağlıyor. Böylece seyirci öykü içinde bu öfkenin tarafı oluyor. Kimileri, belki filmde anlatılanları belli bir döneme, belli bir bölgeye atfetmek ister. Bu yüzden de yaşananların gerçekle ilişkisini sorgularken Türkiye’deki temel politik çatışmaların yarattığı ön yargının etkisiyle yanıltıcı kanılara varabilir. Bu da bu ülkenin son derece hayati, hassas meselelerini tartışırken gereken duyarlılıktan, olumlu ve doğru bir tartışma ortamından bizi uzaklaştırıyor.



SAYFANIN TAMAMINA ULAŞMAK İÇİN TIKLAYINIZ



Okul Tıraşı, böylesine bir tartışmanın yürütülebilmesi için gereken çıkış noktaları üzerine yoğunlaşmış çok önemli bir film. Meseleye içeriden, dürüst bir yerden baktığını düşünüyorum. Bu ülkede büyümenin, çocuk olmanın nasıl da örseleyici bir süreç olduğunu keskin gözlemlerle ve olgun bir dille anlatıyor. Hele de sosyokültürel açıdan farklı kesimdenseniz; dil, din, ırk bakımından toplumsal/ideolojik düzenin kabul ettiği gruplar arasında yer almıyorsanız bu büyüme süreci çok daha sancılı, insanın saf ve temiz kişiliğini yok eden bir yol izliyor.

CEZA GİBİ BİR EĞİTİM

Filmde olayların geçtiği bölge, büyük ölçüde bu dışarıda bırakılmışlık niteliklerini taşıyan, kıyıda köşede kalmış, devlet mekanizmasının gerçek anlamda önemsemediği yoksul ve yoksun hayatların yaşandığı bir yer. Van’ın ücra bir ilçesinde, kışları ulaşımın zorlukla yapılabildiği bir yatılı okuldayız. Bir kışlayı andıran, öğretmenlerin sert tutumu ve kurallarıyla öğrencilere yaşamı dar eden bir ortam. Yoksul ailelerinin, okuyup hayatlarını kurtarmaları umuduyla gönderdikleri çocuklar civar illerden, köylerden gelmişler. Fakat bu soğuk, resmi, uzak ortamda onların ruhunu besleyecek, yaşama dair güzellikler getirecek hiçbir şey yok.

Filmde bu çocuklardan biri olan Yusuf’u tanıyoruz. Yurtta haftalık banyo saati gelmiş, kısa süreliğine sıcak su kullanabiliyorlar. Yusuf’un oda arkadaşı Mehmet, iki öğrenciyle bir tas kavgasına girişince gözetmen öğretmen tarafından soğuk suyla yıkanma cezasına çarptırılıyor. Olayları yakından izleyen Yusuf arkadaşına yardım etmek istiyor. Ertesi sabah Mehmet yataktan kalkamıyor, Yusuf da nöbetçi öğretmenlere arkadaşının hasta olduğunu anlatmak için amansız bir mücadeleye giriyor.  Filmin ilk kısmında Mehmet’in hasta oluşunu yetkili öğretmenin fark edişine kadar yurt ortamını ve kuralları gözlüyoruz. Okul yetkilileri, diğer görevli öğretmenler ve müdür devreye girince Mehmet’i neyin hasta ettiğini, önceki akşam neler yaşandığını bulmaya odaklanan daha gizemli bir yapı kuruluyor. Ama  seyircinin bakışı, mevcut durumdaki zaaf ve sıkıntıları gözleyen, bunları irdeleyen bir konumdan ayrılmıyor. Özellikle dikkat çeken unsur yurtta belirgin biçimde karşımıza çıkan iktidar temsilleri. Filmin başında gücü ve sistemin işleyişini elinde tutan yetkili kişilerin ortalara doğru girdikleri çıkmazda nasıl yalpaladıklarını, kişisel çıkar ve egolardan başka bir şey düşünmediklerini görüyoruz. Özellikle de Memo’nun durumu ortaya çıkınca nöbetçi öğretmenlerden müdüre kadar herkes suçlayacak birini arıyor. Buradaki yan çizmeler, hele de cezayı veren öğretmenin banyo başkanı diye tabir edilen çocuğa gösterdiği tutum bu tür yapılar içindeki çürüklüğü göstermesi bakımından önemli. Zaten yüzeyde akan hikâyenin temsilleri ya da alegorisi olarak bakınca, arka planda yaşanan durumun aslında herhangi bir kurumun işleyişi üzerinden devlet ve sistem eleştirisi olarak okunabileceğini de görüyoruz. Bu yönüyle her ne kadar öykünün 80’li yıllarda geçtiğini düşünsek de (ve kullanılan cep telefonları sebebiyle olayları daha yakın bir tarihe, 90’lar sonuna yerleştirme imkânı olsa da) film aslında günümüz Türkiye’sinin içinde bulunduğu çözülmüşlüğe ve yozlaşmış yapıya işaret ediyor.

SERT BİR GERÇEKÇİLİK

Ferit Karahan kimi söyleşilerinde belirtmiş, filmde kurduğu dünya aslında onun 6 yıllık yatılı okul deneyimlerinden beslenmiş. Yönetmen özellikle bu dönemin yarattığı travmatik etkiyle yüzleşme amacı taşıdığını söylüyor. Gerçekten de filmin dünyası son derece gerçekçi, neredeyse belgeselvari bir yapıya sahip. Başta Asghar Farhadi olmak üzerine İran Sinemasının kimi yönetmenlerinden ve genel olarak da Rumen Yeni Dalgası’ndan esintiler taşıdığı konuşuldu. Pek çok ögeden etkilenmiş olabilir elbette ama ikinci filmiyle kendine has bir üslup kurmayı başarmış. Eşi Gülistan Acet’le birlikte yazdıkları senaryo, yatılı okulda yaşamın nasıl zorlu ve karanlık olabileceğini seyirciye aktarıyor. Görüntü formatı olarak standart 4:3’e yakın, biraz sıkışık bir ölçü belirlemiş. Bu oranla seyirci bir yandan Yusuf’u takip ederken ve karakteri sıkıştıran doğa ve mekânı çok yakınında hissederken bir yandan da öğretmenlerin ve diğer çocukların kadrajdaki yerleşimleriyle çıkışsız, iletişimsiz, sevgiye yer olmayan bir ortamın haleti ruhiyesini daha rahat görebiliyor. Omuz üzerinde, titreyen, hareketli kamera tercihi de bu kâbusvari hissi destekliyor. Ayrıca filmde müzik kullanılmaması da çok olumlu bir etkiye sahip. Uzaktaki o yatılı okulun gürültüsü, zil sesleri, hoyrat, özensiz insanların konuşmaları filmin tartışmak istediği alanı belirginleştiriyor.

‘İNSAN’DAN KORKAN SİSTEM

Bu noktada oyunculukların da önemi büyük, özellikle de Yusuf’u oynayan Samet Yıldız çok başarılı. Öyküye inanmamızı sağlayan, seyirciyi sürükleyen ve son ana kadar merak duygumuzu kamçılayan bir figür Yusuf. Öğretmenlerde özellikle Cansu Fırıncı’nın epey inandırıcı olduğunu düşünüyorum. Fakat müdür rolündeki Mahir İpek ve Melih Selçuk’un kimi diyaloglarda ve bazı tepkilerde biraz teatral kaldıklarını söyleyebilirim. Fakat bunlar genel etkiyi bozmuyor.

Okul tıraşının bir cezalandırma yöntemi olarak kullanılması, düzene dair bütün bu sorunların adeta cisimleştiği, görünür olduğu bir metafora dönüşmesi de çok anlamlı. Finalde saçları aslında okul tıraşına uygun olsa da yine de ceza olarak tam ortadan Yusuf’un saçlarının kazınması, bu kendi içinde rezil sistemin ‘insan’ı bir varlık olarak ele almaktan korkan tutumunun en basit göstergesi.

Çocuk oyuncuların varlığı ve eğitime bakışıyla Kiarüstemi’nin “Arkadaşımın Evi Nerede?”sini de anımsatan Okul Tıraşı, bu anlamda da çok değerli cümleler kuruyor. Dilerim bu ülkenin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısıyla ilgili geçmişten bugüne gelen sorunların çözümü için değerli bir tartışma zemini oluşur ve Okul Tıraşı gibi duyarlı filmler bu tartışmaları besleyen, toplumlara yol gösteren yapımlar olarak çoğalır. Film, belki kısa bir süre daha gösterimde kalabilir. Bağımsız sinema salonlarında, İzmir’deyseniz de Karaca’da izlemenizi öneririm.



SİNEMAMIZ BİR EFSANESİNİ DAHA YİTİRDİ

Cüneyt Arkın herkes gibi benim de çocukluk kahramanımdı. Üstelik sadece Battal Gazi’ler, Kara Murat’larla değil. 80’lerdeki polisiyeleriyle, 70’lerin sonlarındaki Türk işi kovboy filmleriyle, elbette o kötü şöhretiyle dünya çapında efsaneye dönüşmüş Dünyayı Kurtaran Adam gibi farklı denemelerle kalbimize kazınmış bir isimdi. Tabii gerçek adının Fahrettin Cüreklibatur olduğunu sonradan öğrendik. Asıl mesleğinin doktorluk olduğunu da.

Sinemamızın gerçek jönlerindendi ve aslında etkisi dünya çapında olabilirdi. İtalya gibi ülkelerde kimi filmleri gösterilmiş, kısıtlı bir ün kazanmış olsa da dönemin koşulları, bu ülkenin dinamikleri filan derken Batı sinemasına gerçek anlamda geçme fırsatı bulamadı. Bu gerçekleşseydi ya da bambaşka ülke sinemalarında çalışıyor olsaydı kuşkusuz tüm dünyanın bilip sevdiği bir yıldız olabilirdi. Yaşadığı dönemde en çok Alain Delon ve Jean Paul Belmondo ile kıyaslansa da her ikisinden ayrı, belki onları da birleştiren, kendine has bir karizması vardı.

1960’lardan bugüne kaç kuşağı etkiledi kim bilir? Üstelik sinemamızda film üretiminin kıt koşulları içinde, bizde çok zor bulunan aksiyon filmlerinde tehlikeli sahnelerde canını hiçe sayarak oynadı. Ölüm haberi duyulduğundan beri sosyal medyada bir yandan ona dair hikâyeler, bilgiler harıl harıl paylaşılıyor, bir yandan da son yıllardaki duruşuna ilişkin eleştiriler geliyor. 70’lerde ve 80’lerde çevirdiği filmler muhafazakâr söylemleri üzerinden tartışmaya açılıyor. Kutuplaştırıcı, başka din ve ırktan kişilere karşı nefret duygularını besleyen filmler yaptığı söyleniyor. Tabii bunu böyle pat diye söylemek ve yargılamak kolay. Ne ki Türkiye’nin içinden geçtiği siyasi ve sosyal koşulları bilmeden, bir filmin yapımında tam bir hâkimiyeti olmayan bir oyuncu üzerinden o dönemin sinema üretimini eleştirmek doğru değil. Ayrıca Cüneyt Arkın’ın görüşü, kişiliği, duruşu ne olursa olsun sinemamıza katkılarını, emeğini yadsımak büyük haksızlık. Üstelik böylesine büyük ve özel bir oyuncunun yeri asla doldurulamaz. Ki bunca yıldır onun mertebesine ulaşabilmiş tek bir oyuncu bile yok. Bu gerçek ortadayken popülist yaklaşımlara uyan kolaycı eleştiriler çok can sıkıcı oluyor.

Bütün bunlar bir yana, Cüneyt Arkın yer aldığı 300’ü aşkın filmle yaşamayı sürdürecek. Ama onu en çok da Maden’deki İlyas rolüyle, Vatandaş Rıza’yla, Yaralı Kartal’la, Mağlup Edilemeyenler’le, daha az bilinen İki Başlı Dev’le, hatta son dönemde Erşan Kuneri dizisi nedeniyle bir kez daha anımsanan Öğretmen Kemal’le hatırlayıp bağrımıza basmaya devam edeceğiz. Keşke tanışmak, söyleşmek de nasip olsaydı… Yazık ki böyle bir şansa erişmek mümkün olmadı. Filmleriyle, o kendine has bakışıyla, dostça gülümsemesiyle kalbimizin en özel köşesinde yaşayacaksın büyük usta.