“Usul usul birikiyor gözyaşlarım
Koca kent, boğuyor her içtenliği.”(*)
Devlet Demiryolcu kocanın maaşıyla yapılmış tek katlı, bahçeli, pencereleri yeşil demirli, iki basamakla çıkılan olmazsa olmaz balkonu. Biri kızlar, diğeri kendileri için iki yatak odalı, salonlu, küçük mutfaklı, kocaman banyolu bir evdi. Üç kız evladını kanatlarını açmış kartal gibi koruyup kollayan, onlara arkadaş olup kocanın azarlarını göğüsleyen akça pakça, dağ gibi bir kadındı Neriman Teyze. Burdur’dan gelin gelmiş İzmir’e, kızlarını gelin edinceye kadar oturdu bu evde. Tam rahata kavuştuk derken, kocası düştü kaldı bir gün boyundan aşağısı felçli. 9 sene baktı ona, kızlarına rahatsızlık vermesin diye tek başına. Yıkadı, traş etti saçını sakalını, yemeğini yedirdi, yara açılmasın diye vücudunu ovaladı her gün. Çarşıya alışveriş için giderken bir komşu beklerdi başını Ömer Amca’nın, bazen ben. Zihni açıktı; bazen konuşmalarımıza ağlar, bazen siyah beyaz televizyonda izlediğine gülerdi, ağzının suyu akardı o zaman, tükürüğü boğazını tıkamasın diye Neriman Teyze’nin peçetesi koşardı yardımına, kocası gülüyor diye mutlu olurdu.
Üç kızla birlikte benim de ‘cici annem’di. Banyoda termosifon yanınca beni de çağırırdı yıkanmaya. Bir kez kombinezonla görmüştüm onu, ‘sen niye yıkanıyorsun Neriman Teyze, bembeyazsın’ diye soruşumu hiç unutmadı, gülerek anlattı her banyo muhabbetinde. Çocuk masumiyetinin ne olduğunu anlatan ilk örnekti belki de… Nasıl kaybedildiği ise çok sonra öğrenecektim, büyümenin ne olduğunu…
Gazeteciliğe başladığımda, ‘önce yaşadığınız yere, sokağınıza bakacaksınız’ diyen ustaların sözlerine kulak veren çırağın ilk bağımsız haberiydi Neriman Teyze-Ömer Amca. Ona bebek gibi, bir gram yara açılmasına fırsat vermeden bakışı… İki eve yayılmış arşivlerimde tozlanmış duruyordur gazete kolilerinde.
Kocasının ölümünden sonra bir müddet daha oturdu evinde Neriman Teyze. Karşıyaka’da oturan kızlarının yanına gitti sonra. Ev satıldı, arka bahçede bütün bir mahalleyi doyuran dut ağacı kesildi, ev bir Laz müteahhidin ellerinde 5 katlı bahçesiz, sıradan bir apartman oldu, içinde kimlerin oturduğunu bile bilmediğim…
Öldüğünü, geç haber veren kızlarından öğrendim yıllar sonra. Çocukluğumdan bir parçanın onunla birlikte gömüldüğünü… Ona mı kendime mi daha çok ağladım, bilemedim.
*
Üç kızı olan Neriman Teyze’nin karşısında, bizim dip komşumuz Nuriye Hanım Teyze otururdu. Onun da üç oğlu vardı. Aklımda Afyonlu diye kalmış, belki başka bir Ege ilinden. Arsayı aldıklarında, babam evin yerini göstermek için getirdiğinde, komşusunun sokakta yürürken sigara içtiğini görünce ‘eyvah’ demiş annem; ‘kötü kadın bu galiba…” İnce Gelincik sigarasını her yaktığında annemin gülerek anlattığı bu hatırlatmaya kahkahalarla gülerdi Nuriye Hanım Teyze. Kocası Devlet Su İşleri’nden emekli olduktan sonra, zaten hep hasta olan bedeni, hepten hastalandı. Ev işlerini hep Nuriye Hanım Teyze’yle paylaşan, bu yüzden mahalledeki tüm kocaların gizli öfkesinin nedeni olan Osman Bey Amca, emekli olunca bir gün bile kahveye gidip taş atmadı, evin çamaşırı, ütüsü, yemeği, alışverişini, komşular oturmaya gidince çayın ikramını bile üstlendi.
Başkasının özelini konuşmayı hiç ama hiç sevmeyen, gördüğüm ilk ve tek insandı Nuriye Hanım Teyze. Onun yanında konuşulurken komşuların ‘sen ne diyorsun bu işe’ sorularına verdiği cevap, hiç değişmezdi: ‘Ben bilmem ka(r)deşim valla.’
Oğullarına düşkünlüğü, gelinlerine düşman etmedi onu, üçünü de kızı gibi bağrına bastı, herkesin imrendiği kayınvalide oldu. Öldüğünde oğulları ile birlikte kızları da ağlıyordu. Tek katlı evin ikinci katı çıkılmış, Osman Bey Amca tek başına orada kalmış, alt katta önce büyük, ardından en küçük oğlu oturmuş, babaları ölünceye kadar da onlar bakmıştı. Şimdi o kocaman bahçeli evin yerinde babalarının adını taşıyan bir apartman var. Bahçe yok, o bahçede yıllarca mahallenin çocuklarını besleyen kümes de…
*
Denizli Buldan’dandı Zehra Teyze. Nam-ı diğer ‘cibinlikçi’ Zehra. Onun makine başında sabahlara kadar diktiği cibinlikleri satardı Tevfik Amca sokak sokak gezerek. Konu komşuya elbise de dikerdi Zehra Teyze, erkek gömleği de. Evi hep tertemiz, ocağında hep kaynayan bir tencere olurdu; ‘iki evlat, bir koca, doymak bilmiyor bu erkekler’ derdi tencereyi karıştırırken bile ağzından hiç düşürmediği sigarasıyla. Birinci içerdi, sonra Bafra’ya dönmüştü; sert kadındı, tıpkı cigarası gibi. ‘Allah bana bildiğinden erkek çocuk vermiş, kızları sevmiyorum, sen hariç’ derdi bana. Çok güzel, frapan, çok havalı, dik kafalı, tanıdığım bütün kadınlardan farklı, asi bir kadındı Zehra Teyze. Uyum sağlamaya çalıştığı hayatın, onun yaşamak istediği hayat olmadığını çok sonra anlayacaktım. Belki de o yüzden sinemaya bayılırdı, annem izin verirse beni de yanına katar, o zamanlar semtimizde iki adımda ulaştığımız filmlere koşardı. Türk filmlerinden hoşlanmaz, gerçekçi bulmaz, ‘ağlak kadınlara’ hiç tahammül edemezdi. ‘Yabancılar bu işi biliyor, film nasıl çekilirmiş bir öğrense bizimkiler’ derdi. Benim tersime, hiç ağlamazdı filmlerde; niye iç geçirdiğini, gözlerinin dalıp dalıp gitmelerini hiç anlamamışım o yıllarda…
Çok içerdi Tevfik Amca, önce o gitti. Zehra Teyze, bir müddet büyük oğlu geliniyle aynı evde oturdu, sonradan yaptıkları üst katta da küçük oğlu, gelini. Annemin en iyi yoldaşlarından biriydi, zıtlıklarına rağmen saatlerce konuşurlardı, ona karşı hep beni savunur, beni baskıladıkları için sürekli söylenirdi anneme. Etek boyum için nasıl kavga ederdi rahmetliyle. Ama hiç küsmezlerdi.
Sigaraya bağlı KOAH’tan çok çekti, öldüğünde ‘kurtuldu’ dediler. Vasiyeti gereği, mevlit okutmadılar, helva dağıtmadılar. Onun yaşanmamış yıllarına ağlamak serbestti ama..
Diğer bütün iki katlı bahçeli evler gibi, onun evinin yerinde de apartman var artık, tam sokağın köşesinde… Ve ben her o sokaktan geçişte, köşedeki camdan ağzında sigarasıyla sokağa bakan Zehra Teyze’yi selamlarım hâlâ…
*
“Nostalji, hatıranın hatırasıdır. Bir zamanlar deneyimlediğimiz, iyi ve neşeli olma halini, varoluş açısından kudretli olma duygusunu, sevilenlerinin yanında unuttuğumuz zamansızlığı ve dünyasızlığı, var olmanın basıncından sıyrılmışlığı yeniden geri çağırma arzusudur. Artık var olmayan şeyi diriltme, olacak olanlara da dayanma gücü vermesi için.”(**)
Çocukluğumun ayak izlerine basarak yürüyorum bugün…
“Nasıl bir şeyse kendim,
belki de uzaklaştıkça bilebildiğim...” (***)
8 Mart’ın kimsesiz kadınlarıyla, hiç 8 Mart’ları olmamış komşu teyzelerle konuşuyorum uzun uzun. Onurlu, gururlu kadınlarla. Kimselere muhtaç olmadan yoğu var eden, ar, edep nedir bilen, komşuluk hatırı güden, mahallenin her çocuğuna her biri doğuştan doğal teyze, göz kulak olan… Onca yoksulluğa, sıkıntıya rağmen moral, ahlaki değerleri kuşanmış, bizlere de aktarmak için çabalamış, ‘kimlik savaşı’ vermeyi bilmemiş ama asaletle kadınlıklarını taşımış kadınlarla… Annemin komşularıyla… Onlar ne kaybetmişti, biz ne kazanmıştık? Onların huzursuzluğu mu, bizim huzur bulacağız diye çığırınmalarımız mı daha iri, daha iyi? Kurduğumuz düzen, feda ettiklerimize değdi mi?
Cevabı hem var, hem yok sorularla dolaşıyorum sokağı. Her evin kapısını çalıyorum. Yeni yıkanmış balkonlarda, ajansların sesine karışmış çay şıkırtılarını duyuyorum, sesleniyorum: Neriman Teyze, Zehra Teyze, Nuriye Teyze, Dursine Teyze, Meral Teyze, Mürşide Teyze… Harcımızı annelerimizle birlikte karan kadınlar… Bugün sizin de gününüz!
Güller, gülistanlar içinde, huzurla uyusunlar…
***
(*) Ahmet Ertan
(*) Psikiyatrist, Oktay Şılar
(*) Leyla Erbil
(Yazının başlığı, Eskişehir Odunpazarı Modern Müze’de Mayıs ayı sonuna kadar sürecek, Türkiye’de ve Dünyada farklı kimlikler üzerinden birey olma hallerine dokunan serginin adından alınmıştır.. Cezaevi atölyelerinde yapılan boncuk işlerinden kadın cinayetlerine, Karadeniz yaylalarında mülk edinme kurallarından, çocuk gelinler sorununa kadar çok boyutlu ‘Maziye Bakma Mevzu Derin’ sergisinin ismi de bir kamyon arkası yazısından alıntılanmıştır. )