Bir gün içerisinde gözümüzün gördüğü her anı fotoğraf olarak düşünelim ve diyelimki hiç birini unutmuyoruz. Duyduğumuz her sesi düşünelim, onları da unutmuyoruz; zihin bu kadar ses ve fotoğrafla yaşamaya ne kadar dayanabilirdi? Son zamanlarda öyle şeyler yaşanıyor ki, öyle fotoğraflar ve sesler zihnimize kazınıyor ki yaşamak daha bir ağır geliyor. Gökyüzüne bakıp “yeter!” diye çığlık atmak geliyor insanın içinden ama bu da kayıtlara alınacak bir ses ve görüntü olarak kalacağından; korkuyor insan… Ruhlarımız o atom bombasından kaçan kızın yüzündeki dehşet ve bedeninin çıplaklığı gibi koşuyor içimizde. “Onca acıya karşı hiçbir şey yapamamak” insanın kendine bile yabancılaşmasına neden oluyor.
Yaşamak için bir şey yapmalı diyorsun içinden. İçinden neler diyorsun neler… Dünya kendi döngüsü içinde sürekli aynı yörüngede yol alıyor, her gün aynı güne uyanıyorsun, her şey aynı. Binalar değişiyor, insanların yüzleri değişiyor, teknoloji ilerliyor ama her şey aynı. Bombalar patlıyor, insanlar ölüyor, bir kadın tecavüze uğruyor, bir adam sırtından vuruluyor, bir çocuk taciz ediliyor. “Kanım kurusun unutursam” cümlesi geçiyor sık sık bilgisayar ekranından. Her güne unutulmaması gereken onlarca acı düşüyor.
Sokakta yürüyorsun, kocaman siyah gözleriyle üstü başı perişan bir çocuk mendil uzatıyor, bilmediğin dilde bir şeyler söyleyerek. Yanından bir adam geçiyor.
“Kendimizi doyuramıyoruz bir de bunlar çıktı başımıza” diyor…
Bir kadın,
“Savaştan kaçtıkları yetmiyor bir de çocuk yapıyorlar durmadan,”
Bir genç kız
“Neden aldılar ki bunları ülkemize?”
Bir dükkân sahibi çıkıyor dışarı,
“Yürü lan buradan, kim getirdiyse o baksın,”
Ellerinde torbalar içi renkli kalemlerle ve resim defterleriyle dolu. Çocuklar çiçek çizsin istiyorsun, güneş, ev, kardeş, orman, bir yağmur damlası… Ege Sosyal Girişimciler Derneği olarak arkadaşın Nüket Aygen ile bir edebiyat kahvesi etkinliği yapmışsınız ve o etkinliğin geliri ile bu savaşın çocuklarına o renkli kalem ve defterleri almışsınız, heyecanla yürüyorsunuz. “Bir şey yapmalı” demişsiniz ve elinizden bu gelmiş. Şehrin arka sokaklarında eski metruk bir binaya korkarak gidiyorsunuz. Sanki bilmediğiniz bir ülkenin hiç tanımadığınız sokaklarından geçmişsiniz. Etrafınızdaki seslere yabancısınız, fotoğraflara da. Zihniniz sürekli kayıt diyor. Unutmayacağınız görüntüler yine birikiyor zihninizin derinliklerinde. Pek okula benzemeyen bir bina, sınıf da öyle sınıf gibi değil. Bir diğer arkadaşınız Altay Ömer Erdoğan karşılıyor sizi. Çocuklar rengârenk giysileri ile etrafınızı sarıyor. Gönüllü öğretmenler bütün samimiyeti ve güler yüzüyle karşınızda… Çocuklar dünyanın en değerli ve en güzel hediyelerini almış gibi seviniyorlar, mahcup bir sevinç ama bu. Hepsinin gözlerinde geldikleri evin özlemi var… Çok korkmuşlar… Hayal kurmakta zorlanıyorlar, dertleri başka onların… “Bir yağmur damlası olsanız nereye düşerdiniz hadi bunun resmini yapalım” diyorsun… Önce kırmızı pastel boyaya uzanıyor elleri…. Ev, ağaç, küçük bir kız, ağlayan göz, dağlar, deniz… Kalemler kâğıtla buluştukça yüzlerindeki o gergin ifadenin yumuşadığını fark ediyorsunuz. O minicik ellerin mutluluğunu izliyorsunuz. Biri gelip yanağınıza bir öpücük kondurup kaçıyor. Bir diğerine adını soruyorsunuz elleriyle yüzünü kapatıyor. Bir başkası boş kâğıdı getirip ben bir şey çizemiyorum diyor. Dakikalar geçiyor, saatler… Yılın son günü, siz o gece ve daha sonra patlayacak bombalardan, ölecek insanlardan habersiz, kalbinizin kocaman olduğunu hissediyorsunuz.
Bu yazıyı yazmak – yazabilmek için on gün kadar geçmesi gerekiyor... Sanki denizin dibinde sıkışıp kalmışsınız ve o çocuklarla geçirdiğiniz süre, sizin su yüzeyine çıkıp derin bir nefes almanızı sağlamış, şimdi dipteki o tutsaklığa; o çocukların da kendinizin de daha güçlü direnebileceğinizi biliyorsunuz… “Bir şey Yapmalı” Yaptığınız şeyle savaşlar bitmedi, dünya düzelmedi, insanlar birbirini öldürmekten vazgeçmedi ama… Bir şey yapmalı…