Merhaba Turgut Abi,
Altı yıl olmuş, siz, “Hoşça kalın çocuklar!” diyeli. Tam da bugün, 28 Eylül.
Biraz daha fazla oldu görüşmeyeli...
Takvim yaprakları eylülden ekime doğru koşarken bir çılgınlık yaptım. İlhan Selçuk’un deyişiyle “tarihsel bir gerçeğin güzelim bir Türkçeyle roman diline dönüştürülmüş halini”, sizin deyişinizle, “bir macera romanından daha heyecan verici olan bir dönemi” ele aldığınız “Şu Çılgın Türkler”i yeniden okudum. Elimdeki/ kütüphanemdeki birinci baskı... hem de imzanızı taşıyor. Çıktığı yıl, 2005’te okumuştum. Ne çok bölümün/ satırın altını çizmişim. Bu okumada yeni bölümleri de çizdim. Onlardan bir ikisini söyleyeceğim size.
Ve zamanda yolculuğa çıktım sanki...
İstanbul, İzmir kitap fuarlarında, ortamın sıkıntılı havasından etkilenmemeniz için özel hazırlanan kabinlerde oturuşunuzu anımsadım. Gözleriniz haykırıyordu sanki okurlarınızdan bunca uzak durma zorunluluğundan, şöyle sıkıca kucaklaşamamaktan duyduğunuz sıkıntıyı.
Sonra alıp başımı 2006’ya uzandım. 5. İzmir Türkçe Günleri için ter döktüğümüz günlere...
İzmir Türkçeye Emek Ödüllerimizin oylaması tamamlanmış. Yusuf Çotuksöken’i, Rüştü Asyalı’yı, Mehmet Yalçın’ı ve “yazın” dalında da sizi imlemiş seçiciler kurulumuz.. Dil bayramında aramızda olacağınızın heyecanı sarmış hepimizi. Çok geçmemiş, sağlık sorunlarınız nedeniyle katılamayacağınızın haberi ulaşmış İzmir’e. Törende dostlarınıza sunduğumuz ödül heykelciğini ve belgeyi kucaklayıp Ankara’ya varmışım.
Bunları size anlatmamıştım o gün.
O yıllarda Ankara’da yaşayan, Gazili yıllarımdan can arkadaşım Koray Türeli, “Turgut abiye birlikte gidelim.” dediğimde, ilkin “Turgut abi?” demiş, “Turgut Özakman!” deyince ben, küçük dilini yutayazmıştı. Kapınızdan girinceye dek de “Biz şimdi Turgut Özakman’ın evine mi gidiyoruz?” sorusunu şaşkınlıkla, saymadım ama bilmem kaç kez yinelemişti.
“Şu Çılgın Türkler”de okuru kucaklayan dilin sıcaklığı ve sakinliğini taşıyordu eviniz. Şöyle bahar bahçe bir manzaraya karşı yerleştirilmiş koltuklarınıza kurulmuş, kahve, çay, küçük atıştırmalıklar derken kırk beş dakikaya uzatmıştık bu görüşmeyi.
Neler sormamıştık ki!
1948’de, daha on sekiz yaşınızdayken, on arkadaşınızla on gün boyunca, Polatlı’dan Dumlupınar’a yayan gidişinizi, Milli Mücadele’nin romanını yazmaya o gün nasıl karar verdiğinizi, kitabın neden elli yedi yıl sonra çıktığını...
Oylumlu, uzun erimli bir çalışmaydı. O yolculuğu yeniden yaptığınızı, yerli (Türkçe yazılmış) kaynaklarla yetinmediğinizi, yabancıların (özellikle Yunanların) yaklaşımını da bilmenin önemine inandığınızı nice ayrıntılarla belirtmiştiniz.
Özellikle tiyatro, sanat ve hayat üzerine temelsiz yargılar/ böbürlenmelerden açılınca söz, “Boş konuşmaktan vergi alınsa bütçe açığımız kapanırdı...” deyişinizse aklımıza asılı kalmıştı.
“Şu Çılgın Türkler”in, sıkı dokusuna karşın kolay okunan, akıcı bir metin oluşunu, esprili anlatımıyla geniş kesimlerin ilgisini çektiğini anımsatıp tarihimizi bilmeme hallerimize değinince biz, altını kalın kalın çizerek söylediklerinizi de unutmadım:
“Emperyalizme karşı kazanılan bir zaferin üzerine kurulmuş yeni bir devletin çocuklarıyız, bu devletin kuruluş gerekçesini, destanını, felsefesini bilmiyoruz. Bu olamaz!”
Böyle demiştiniz.
Ah Turgut Abi, geçtik işin gerekçesini, felsefesini; tarihini bilmeyen kuşaklar yetişti sizden sonra. “Cumhuriyet 1800’lerde kuruldu.” diyen mi ararsınız, “1960’larda herhalde, bilmiyorum...” diyen mi?
Birden aklıma, nasıl oldu bilmem, “Kahramanı kadar gafili de haini de çok bir milletiz.” deyişiniz düştü.
Az önce yazdım ya “altını çizdiğim satırlar” diye, onlardan birini aktarayım:
“Milli Mücadele’ye karşı yayın yapan Adana Postası ve Ferda gazeteleri susmuş, sahip ve yazarları, öteki işbirlikçilerle birlikte Fransızlara karışıp İskenderun’a, Halep’e, Şam’a kaçmışlardı. Kimbilir, belki de ilerde, bu ve benzeri işbirlikçilerin çocukları, Türkiye’ye dönüp siyaset ve basın dünyasına katılacaklardı.” (s.524)
Günümüzdekilerin, sizin eşkâlini verdiklerinizin çocukları olduğundan da pek emin değiliz.
Yeni binyılın ilk yılları için, “Tiyatro hayatımızın devre arasındayız sanıyorum...” demiştiniz ya öyle sanıyorum koca ülke, hayatımızın devre arasındayız sanki. Hayat olmaktan öte bir şey yaşamaktayız Turgut Abi, her gün bir yenisiyle karşılaştığımız kötülüğe yetişemez olduk!
Ne diye yazdım ki bütün bunları size? Ne bileyim, bilin istedim işte! Üzdüm, biliyorum, bağışlayın. Siz oyunlar yazdınız, gülümsetirken trajediyi de önümüze getiren; şimdikiler yalnızca kendi yazdıklarını oynuyorlar insanımızın aklını, düşlerini, aşklarını tutsak etmek için...
Söz, yine yazacağım, hoşça kal Turgut Abi!