Fotoğrafa/fotoğrafçılığa ilgim çok küçük yaşlarımda başladı. Doksanlı yıllar daha sonra filmi kompakt makinelerin revaçta olduğu bir dönemdi. Doğu Almanya malı Praktica veya Rus efsanesi Zenit gibi SLR makinelerin artık geride kaldığı dönemlerdi. 2000’li yıllara doğru artık dijital fotoğraf hayatımıza girmeye başladı.
İlk etapta herkes dijital kompakt makinelerine yöneldi. Aslında kompakt makineler de tamamen aile içi etkinlikler, dost meclisleri arasındaki ortamı anılaştırmak için ideal makinelerdi. Cep telefonlarına kamera eklenmesiyle birlikte kompakt makinelere de artık ihtiyaç kalmadı. Fotoğrafçılığı meslek olarak icra edenler tam profesyönel DSLR yani o eski objektifi değişebilen Zenit, Minolta, Praktica’ların dijital olanlarını kullanmaya başladılar. Dijital çağda profesyonel olmayan işler dışında baskı almanın bir önemi artık yoktu. Fotoğrafçılık eğitimi veren okulların pek çoğu karanlık oda derslerini bile kaldırmıştı.
Ne olduysa 2010’ların ortalarına doğru analog fotoğrafçılık tekrar moda hâline geldi. Piyasada eski Zenit’ler, Carl Zeiss’in efsanevi kalitedeki lenslerini görmeye başladık. İnanılmaz değerler biçildi bunlara. Dijital arenada ise yarı profesyonel veya giriş seviyesi DSLR makineler rekabet ediyorlardı. Nikon işi biraz ağırdan alsa da Canon neredeyse yılda bir model piyasaya sürüyordu. Özellikle Canon XXX serisini bir dönem fazla abarttı. Sensörde değişen bir şey yoktu ama dokunmatik ekran ekledi bunu hemen üst model olarak sundu. Baskı almanın pek önemli olmadığı dijital çağda megapiksel yarışları başladı. Dijital çağa Canon ve Nikon hakim olsa da aslında pek değeri bilinmeyen markalar da harika fotoğraf örnekleri ortaya koyuyordu. Son kullandığım DSLR makine Pentax K5 bunlardan birisiydi. Zaten pek çoğu Japon markası olan bu makinelerin Avrupa ya da Amerika’ya ticareti kolay olmasından dolayı Canon ve Nikon dışındakiler iyi değil algısı hakimdi. Pentax lenslerini bulmak bu iki markanın lenslerini bulmak kadar kolay değildi elbette.
Bu dönemde ise aslında bazı şeyler de ayrışmış oldu. Kompakt ihtiyacı karşılamak için makine üretmenin artık zorunlu olmadığı, bu işi telefonlara eklenen kameralarla çözüldüğü kabullenildi. Yanılmıyorsam artık telefonların üzerine en az üç kamera ekliyorlar. Analog furyasından mı yoksa nostaljik bir amaç için mi bilmem ama son dönemde ise aynasız makineler piyasada görülmeye başladı. Görünümleri tamamen 70-80’li yılların SLR makinelerine benzeyen ama dijital olan makineler. Hatta bazı modeller yalnızca LCD ekranlı olarak karşımıza çıktı. DSLR makineler de dahil lcd ekrandan fotoğraf çekmeye bir türlü alışamadığım için yeni aynasız makinelere eklenen vizörler beni çok sevindirdi. Çünkü gerçek anlamda fotoğraf hobisi olan pek çok insanın vizörden bakarak fotoğraf çektiğine eminim.
Değişebilir lensi makinelerin elbette her zaman daha avantajlı. Fakat artık kabul edilmesi gereken bir şey var. Fotoğrafı çekerken kullandığın kameradan ziyade, fotoğrafı çeken göz önemlidir. Eski bir hobi fotoğrafçısı olarak John Berger’ın “Görme Biçimleri” ve Susan Sontag’in “Fotoğraf Üzerine” adlı eserlerini tavsiye ederim. Profesyonel olsun olmasın bu belki en pahalı hobilerden birisi olan fotoğrafçılıkla ilgilenen herkesin mutlaka okuması gereken kitaplardır.