Konuşmadıklarımız birikiyordu aramızda. Konuşmadıkça herkes kendi tarafındaki hayatı yaşıyor, kimse kimsenin halini anlamıyordu. Herkes kendi ilişkisinin mutlusu, herkes kendi ilişkisinin patronu.
Görevlerimizi yerine getiriyorduk. Her şeyi karşımızdaki kişi için yapıyorduk. Hayatlar kuruyorduk. Para kazanıyor, çocuk bakıyor, yemek pişiriyor, işlerle ilgileniyor, terfiler ediyorduk. Erkektik, kadındık. Konuşmuyor, yaşıyorduk. Hepimiz kendi ilişkimizi yaşıyorduk. Öğretildiği gibi. Alışıldığı gibi. Olması gerektiği gibi.
“Sekiz yıldır evliyiz. Seninle benim karı koca olarak, ilk defa ciddi bir konuşma yapıyor olmamız sana tuhaf gelmedi mi?”*
Konuşmuyorduk, yaşıyorduk, birikiyorduk, biriktiriyorduk. Konuşmadıklarımız biriktikçe aramızda boşluklar birikenlerle doluyordu. Görmüyorduk, duymuyorduk. Herkes olması gereken yerde, olması gerektiği gibi duruyorsa, söylemeye, anlatmaya, hissetmeye gerek yoktu. Kabul edilmiş şey hep genel geçer sayıyorduk.
Nora bir gün sırf kocasının iyiliği için bir şey yaptı. Yaptı ve sakladı. Duymasın, bilmesin istedi kocası. Saflıktı, yaptığı şey suçtu hem de. Ama Nora yapmıştı. Yaparken bilmedi, bilemedi; öğrenince korktu kocasının öğrenmesinden… Kızacağından değil, onu korumak için kendini tehlikeye atacağından.
Öyle olmadı. Kızdı kocası. Sildi Nora’yı.
Üzüldü Nora. Yıkıldı. Uyandı Nora. Bir şey koptu içinde. Çıt dedi. Kalbi. Anladı Nora. Gördü Nora.
Nora sen. Nora ben. Nora bir başkası.
Koca sen. Koca ben. Koca bir başkası.
Kendini sağlama aldı koca, iş çözülünce. Tavrı değişti. Affetti Nora’yı.
Nora. Ya Nora?
“… korktuğun şey bana değil de sana neler olabileceğiydi, hiçbir şey olmamış gibi davrandın.”
Normaldi. Konuşulmayan, büyüyen boşluklarda sevgi büyümezdi.
“Ama kimse sevdiği uğruna onurunu feda etmez” dedi koca.
“Yüzlerce, binlerce kadın yapıyor bunu” dedi Nora.
Ah Nora! Ah koca!
Çıt dedi Nora. Çıt. Kalbi. Ruhu. Hayalleri. Kendi. Aşkı. Sevgisi.
“Önce babam, sonra sen. Siz ikiniz beni hiç sevmediniz. Sadece bana âşık olmanın hoş olduğunu düşündünüz.”
Kendini sevdi koca. İtibarını. Aile kurumunu. Sahip olduklarını. Maddiyatı.
Kendisi gibi sever sandı Nora. Seviliyor sandı. Konuşmadan kabuldü. Görmeden kabuldü. Olmadı. Görmedikleri yoktu. Oyunu anladı.
“Senin oyuncak karın oldum, tıpkı babamın oyuncak kızı olduğum gibi. Çocuklarım da sırası geldiğinde benim oyuncaklarım oldular.”
Uyandı Nora. Tüm saflığıyla uyandı. Tertemiz bir sayfaya uyandı.
“Umurumda bile değil” dedi. Hiçbir şey. Kendine baktı. Yaşantısına. Yaşadığına.
“Kendimi ve hayatımı anlayacaksam önce kendi ayaklarımın üstünde durmam gerek.”
Aile kurumuna baktı. Topluma baktı. “Kendine” baktı.
Nora sen. Nora ben. Nora bir başkası.
“En kutsal görev” dedi koca, çocukları için. Bıraktı Nora. Kendi olamadan çocuklara faydası yoktu.
“Onlar kadar kutsal başka bir görevim daha var. Kendime karşı görevim.”
Gitti Nora. Kendine. Hayata. Yeni bir Nora olmaya. Kendine yeni bir hayat açmaya. Gerçek bağlar kurmaya. Paylaşmaya. Konuşmaya. Rollerinden sıyrılmaya. Gerekliliklerin ötesinde gerçek bir yaşam kurmaya.
“Öyle değişiriz ki birlikteliğimiz gerçek bir evlilik olur.”
Henrik Ibsen 1879’da “Bir Bebek Evi”ni yazdı. Nora’yı.
Nora sen. Nora ben. Nora bir başkası.
* Oyundan alıntılar Agora Kitaplığı’nın Jale Karabekir-Feride Eralp çevirisinden yapılmıştır.