Doğayla bağımızı zaman içinde kaybetmiş olsak da yavaş yavaş doğaya duyduğumuz ihtiyacı daha çok hissetmeye başladık. Bu hissiyat; ondan uzaklaştıkça köklerinden koparılmak ve o kökleri aramak, onlara yeniden kavuşmak isteği gibi…
Eskiden de doğada olmayı seven ben, bu ihtiyacı günbegün daha yoğun hissediyorum. Bu sebeple ufak kaçışlar da planlıyorum hayatımda. Bazen bir ormana, bazen bir bahçeye, bazen deniz veya bir su kenarına… Bir erik ağacının gölgesinde çalışmak, bir zeytinin çiçeğe durduğunu görmek, bir limonun, kayısının veya şeftalinin çiçeklerinden meyvelere dönüşümünü izlemek son derece … güzel değil; dönüştürücü.
Bu dönüştürücü olma halini ise romantik bir yerden söylemediğimi tahmin edeceğinizi umuyorum. Çünkü doğa estetik özelliklerinin yanında diğerleriyle birlikte romantizmin çok ötesinde…
Tüm olan bitene rağmen kendinden ödün vermeden açan, doğan, devinen bir gövde; rüzgâra, yağmura duran, güneşle salınıp soğukta kendine dönen bir hayat… Farklı yaşamlara konak açan, birbirine dayanak olan; kendini korumaya, meyvesini yaşatmaya, yaşam alanını savunmaya, yeri gelince savaşmaya, hükmetmeye, yeri gelince varoluşun keyfini çıkarmaya adanmış canlar…
Toprak dönüştürüyor. Açık havada olmak da öyle. Şehrin gürültüsünde değil, bir kumrunun guguğunda duyduğu bir şarkıda dönüşüyor insan. Bakmayı becerebilirse…
Haberleri takip ederken, geleceğin nasıl olacağını düşünürken, haksızlıkların çözümünü ararken, ekonomik sıkıntıların içinden geçerken, yapılan yanlışların bedellerinin hepimize kesileceğini bilirken, eşitsizliklerin kurbanı olurken, birbirimizi linç ederken, linç edilenleri izlerken, geleceğe dönük büyük kaygı, geçmişse dönük tuhaf bir özlem taşırken; şehrin gri binalarında bahar gelse de bahar yaza dönse de hissetmek zorlaşıyor. Hislerimizi uyuşturan bunca şeyle önce hissetmiyor, sonra unutuyor, sonra aramıyoruz. Sonra da içinde bulunduğumuz durumdan, koşullardan yakınıyor, sevmediğimiz hayatlar yaratıyoruz.
Ne zaman ki yoksunluk bir susuzluk gibi hissettiriyor kendini; işte o zaman arıyor köklerini insan. O yoksunluk farklı bir bakış getiriyor. Bakmayı bilmek, öğrenmek gerekiyor.
Merak ve keşif en temelden getirdiğimiz özelliklerimiz. Öyle ki bu medeniyetleri kurmamızı, bugüne gelmemizi sağlayanlar da onlar. Arkasındakini merak etmek, ne olduğunu keşfetmek, nasıl olduğunu anlamak istemek… Ve bunu yapabilmek için durmak ve gözlemlemek…
Çünkü hızla akan hayatlarımızda durmaya ve gözlemlemeye fırsat kalmıyor çokça. Ezberlediğimiz bilgilerin, daha önce işe yarayan sonuçların peşinde, çevremize çok da bakmadan, başkalarında ne olduğunu pek de merak etmeden, işimize, paramıza, ekmeğimize bakıyoruz. Büyüdükçe kendi kibrimize boğuluyoruz. Kibirler kibirleri doğuruyor, kibirler kibirlerle birleşiyor bazen; büyüyor… Empatinin yerinde yeller esiyor. Unutuyoruz. Merak ve keşfin, soru sorup cevaplar almanın coşkusunu kaybediyoruz. Coşkusuz bir yaşamsa içine ne kadar renk koymaya çabalasak da kara bir karanlıkta eritiyor tüm renkleri. Ayırdına varamıyoruz. Yeniden bir yaşam kuramıyoruz.
Tezer Özlü Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde, “Bu insanlar Guguk Kuşu filmini de, Napolyon’un yaşamöyküsü filmini de, limana yanaşan beyaz bir yolcu gemisini de, vitrinlerdeki yeni sonbahar giysilerini de aynı gözlerle seyredebiliyorsa, elimden ne gelir?” diyor.
Elden ne gelir başka gözlerle bakamadıktan sonra? Baktıramadıktan sonra? Başka bir bakışın mümkün oluşunu anlatamadıktan sonra? Bakışı çeşitlendirip ahengi yakalayamadıktan sonra? Özü anlayamadıktan sonra?
O zaman ümitle anlatmaya devam edeceğiz. Başka gözlerle bakmayı deneyeceğiz. Ardındakini görmek için bakmanın coşkusunu anlatacağız. İçindeki duvarların sarsıntısının korkusunu ve tedirginliğini bilip ona göre yaklaşacağız. Çünkü bakışımızı birliğe, bütünlüğe, bağlılığa çevirmedikten sonra kurtuluş yok bu dünyada… Ve yeniden nefes almak ve birlikteliği hissetmek için en güzel keşif alanı yanı başımızdaki doğa…