Allah hayıra çıkarsın, son günlerde rüyalarımın hep bir yerinden Meksikalı Ressam Frida Kahlo çıkıyor. Sokağı dönüyorum O, koridordan geçiyorum O, annemin yanında O. Dedim bişi anlatmaya çalışıyor heralde. Üniversitede çağdaş sanat dersi alırken Frida ile ilgili bir sunum yapmıştım, bunun için de aylarca okuma yapmıştım.
O yazıya dönerek Frida’yı anmak istedim.
Frida’nın doğum tarihi hep merak konusudur Frida günlüklerinden birinde doğumunu şöyle özetliyor: “Ben bir devrimin kızıyım, buna hiç şüphe yok, bir de atalarımın taptığı ihtiyar ateş tanrısının. 1910’da doğdum. Mevsim yazdı. Kısa zaman sonra büyük isyancı Emiliano Zapato, Güneyi ayaklandıracaktı. Evet, ben bu şansa sahip oldum işte; Benim tarihim 1910dur.”
Frida liseyi Meksika’nın en iyi lisesi olan Ulusal Hazırlık Okulu’nda sürdürdü. Bu okul sosyal etkinlikleri, kulüpleri baskın olan bir okuldu. Frida, kendinden başka sekiz arkadaşıyla beraber romantik sosyalizmi benimsemişler, kendi kültürleri dışında İspanyol ve Rus Edebiyatından da çokça etkilenmişlerdi.
Frida bu yıllarda kendini okuyarak beslediğini, dönemin koşullarının bunu gerektirdiğini, devrimin onların omuzlarında yükseldiğini söyler. Bunu da şu sözlerle anlatır; “Biz bir devrimin çocuklarıydık ve bu devrimin bir yanı omuzlarımızdan destek alarak ayakta duruyordu. Devrim bizim süt annemiz, bizleri karnında taşımış olan gerçek annemizdi… İnanç ve umut doluyduk. Yeryüzünde değişmesi gereken herşeyi değiştirecek güce sahip olduğumuzu düşünüyorduk. Haklıydık da… Gücümüz neredeyse kendimizi aşıyordu. Asıl önemli olan da atılımımızın yaşamsal olmasıydı…”
Frida, bu dönemde ilk aşkı Alejandro Gomez tarafından terk edildi ve babasının getirdiği boya tüpleriyle resim yapmaya başladı. Ve ilk resmi, aynada en çok gördüğü olan yüzünün portresini Alejandro için yaptı. İlk aşkını kazadan sakatlanıp yatağa mahkum olduğu zamanlarda şu sözlerle anlatıyor yine; “Bu üzerime gelen aynanın altında, birden şiddetli bir resmetme arzusu uyandı bende. Artık sadece çizgiler çizmek için değil, bu çizgilere bir anlam, biçim ve içerik vermek için de bol bol zamanım vardı… Otoportre konusundaki ısrarım hakkında bana çok soru soruldu. Bir defa seçme şansım yoktu… Bir an kendinizi benim yerime koyun. Tam kafanızın üzerinde kendi görüntünüz, özellikle de bedeninizin çoğu zaman çarşafların, yorganların altında olduğundan, yüzünüz. Yani, salt yüzünüz. Takılmamak elde değil, neredeyse çıldırtıcı bir şey bu. Ya bu takıntı sizi yutar ya da siz onun karşısına dikilirsiniz.”
Böylelikle resme başlıyor Frida. Zorunlu bir otoportrecilik, kendini her haliyle görmeden kaynaklı.
Zorunlu yatak günleri sona erdiğinde, 1928 senesinin başlarında kendini Meksika sanat çevresinde buldu. 1929’ da Meksika Komünist Partisine katıldı. Burada birçok dost edindiği gibi, aktif bir sanat ve fikir ortamına dahil oldu. Ve burada hayatının ikinci önemli kazası dediği Diego Rivera ile tanıştı. 1929 senesinin 21 Ağustosunda evlendiler. Diego, komünist ve ressamdı. Frida’nın ailesi onların evliğini, bir güvercinle filin evliliğine benzetmişlerdi. Firda bu karşıtlığı şu sözlerle anlatıyor; “Diego, kendi boyutlarında dev yapıtlar verdi; bense, kendime uygun küçük boyutlarda çalışmalar yaptım. O daha çok dışa, toplumsal olana açıktı, bense içe, insanın mahremiyetine dönüktüm. Ayrı türden bu yakınlığın, birbirimizin çalışmasına yönelttiğimiz bu bakışın ve bu konudaki eleştiri duygumuzun yaşamımdaki en güzel şeylerden olduğunu düşünüyorum. İlişkimizin en güzel yönlerinden biri de buydu.”
1936’da Frida’nın çocukluğunda başlayıp ömrünün sonuna dek yaşamına damga vuran ağrıları başlıyor. Bu kısımlara hiç girmeyip, son günlerine geleceğim. 13 Nisan 1953’te Frida’nın retrospektif sergisi yapıldı ve Frida’yı buraya ambulanstan sedyeyle indirdiler ve insanlardan yol açmalarını ricalarda bulunarak yatağına taşıdılar. Yağmur yağıyordu ve tekerlekli sandalyesini Diego sürüyordu. 13 Temmuz 1954’ te sabaha karşı hayata veda etti. Son tablosu, kırmızı karpuzların olduğu, Yaşasın Yaşam olmuştu.