Zamanın hızla mikserden geçirildiği şehir hayatında, kafeler hızın yabancılaştırdığı zihinlerde yeniden ruh edinme noktası halini alıyor. Dinlenmek, rahatlamak, huzurla bir şeyler içmek için uğradığımız bu kültür mekanları, şehre dayatılan ya da şehirde yaşam biçimi haline gelmiş kültürlerin tabloları halinde kendilerine şehirde yer edinmeye çalışıyorlar. Birçoğumuzun her gün, bazılarımızın hafta da bir ya da işten kaçmak için uğradıkları bu mekanlar, yaşamı dört duvara sıkışmış şehir insanlarının nefes alma ve sınıf atlama mekanları haline gelmiş durumunda. İnsan bir kafeden çay, kahve, afili yiyecek isimleri, renkli koltuklar, yoğun ve yüksek sesli popüler müzik dışında ne bekler? Hızla tüketmeye zorlanan hayat tarzında kafeler, sakinleştiğimiz ve huzur bulduğumuz mekanlar mı olmalı! yoksa, tüketim kültürüne karşı alternatif yaşam biçimlerimizi yaşattığımız yeni kültür mekanları mı! Belki de tüm ihtişamıyla, renkleriyle, farkı albenileriyle yeni bir benin üretildiği sınıf atlama mekanları mı! İnsan; kendi içinde bir dünya barındıran bu mekanlarla nasıl ilişkiler kurar? Bu mekanlar nasıl koskoca bir şehrin kültür yansıması olabilir! Bu soruları çoğaltıp, bu günlerde bizim rızamız yaratılarak dayatılmaya çalışılan tüketim kültürünü, kafelerin, tekrar tekrar ürettiklerini arayabilirim. Ancak o bakış açısıyla bir üsten bakış algısı ya da bir ideolojinin, kültürün savunuculuğunu üstlenmiş bir yazı dizisi halini alabilir. Biraz bunun önüne geçmek biraz da insanlara anam üreten bu mekanların durumunu zihinde yaratabilmek için, oralarda yaşadığın deneyimlerin duygularını paylaşmak istiyorum sizinle. İnsanın olduğu her yerde rastladığımız bu uğrak mekanlarının hepsinin bir ruhu var, garson her sipariş verdiğimizde o ruhu da getiriyor, biz de tüketiyoruz.

YALNIZLIĞINIZI, YALNIZ KALMADAN TÜKETECEĞİNİZ BİR ŞEHİR MEKÂNI…

Bazen öyle yerler olur ki, sizi gürültünün, kaosun, yabancılaşmanın başkenti şehirlerden uzaklaştırır, rahatlatır. Öyle ki tek başınıza otursanız bile yalnız hissetmezsiniz kendinizi oralarda.  Yalnız değilsinizdir derken, ruhunuzu mengeneye girmiş gibi sıkan, sizi sürekli bir yere, bir şeye yetişmek durumunda bırakan boş kalabalıkların, ruhunuza tecavüz eden nemli yoğunluğundan bahsetmiyorum. Kapısından içeri girdiğinizde kendinizi, kapının diğer tarafında bıraktığınız kaba şehir hayatından uzaklaştıran ve size huzur getiren yerlerden bahsediyorum. İçeriye girdiğinizde duyduğunuz ufak bir merhaba kelimesinin, sizde samimiyet, gülümseme olarak anlam bulduğu bir yerden bahsediyorum. Bugünün postmodern tüketim kültürünün yansıması olarak her türlü değerin tarz (konsept), satış stratejisi adına estetik beğenimizi oluşmasına izin vermediği, samimiyetle hatırladığımız her anımızı, anlamımızı hunharca harcandığı kafe mantığının karşısında kendi samimiyetiyle estetik yaratan bir yerden bahsediyorum. Bornova da Küçük parkın keşmekeşliğinden biraz dışarda bir yerden. İçeriye girdiğinizden itibaren garsonuyla, patronuyla birlikte bu profesyonel sıfatları yok etmeye çalışan insansı tavır bir karşılıyor sizi. Karşınızda bir garsondan çok, size dost tavrıyla yaklaşan insanlar buluyorsunuz. Sürekli gittiğiniz bir yerse bir süre sonra kendinizi, bu samimi insanlarla derdinizi paylaşırken buluyorsunuz. Müşteri garson ilişkisinin samimiyetle yıkıldığı bu durum içerisinde, dostunuz gibi hissettiğiniz bu insanlar size sipariş getirdiğinde kendinizi, mahcup bile hissedebiliyorsunuz. Bu durumu hissederseler ise bu durumu gidermek için bile çaba harcadıklarını hissedebiliyorsunuz, o zaman bir kafede olduğunuzu hatırlayabiliyorsunuz ancak. Bir kafenin sahibinin sanatla uğraşıyor olması artı gibi durabilir ancak sahibi sanatçı olan öyle yerler var ki, müziğin sizde bıraktığı tüm duyumları silecek anılar bırakıyorlar ruhunuzda. Ancak burada eşiyle beraber, kafenin tüm ruhuna müziği işlemiş biriyle karşı karşıya geliyorsunuz. Bunun için duvara asılmış gitarlar ya da saçma sapan dergi posterlerini kullanmıyor. Ruhu olan fotoğraflar ve çalınan müziğin kalitesi ve sanatla uğraşan müşteri potansiyeliyle yaratılan havada içinize kadar işliyor bu ruh. Bazı zamanlar kafenin sahibini kafenin arka masasında elinde gitarı yeni bir parçayı çıkarmaya çalışırken ya da yeni bir parça üzerinde uğraşırken görebilirsiniz hatta duyabilirsiniz. Bu doğaçlama anlara dek gelirseniz eğer, güzel bir müzik ziyafetiyle kulaklarınızın pası siliniyor. Ama şimdiden söyleyeyim çok nadir oluyor bu anlar. Bu güzel gitar tınılarının olmadığı anlarda çalan blues, rock, jazz müzik yanınızdaki dostunuz, sevgiliniz, kitabınıza fon müziği oluşturacak seste size eşlik ediyor. Herkes kendi masasında, herkes aynı yerde.

 ŞEHİR BİRİKTİRİLEN ANILAR DEMEK, KAPISINDAN ÇIKTIĞINIZDA UNUTTUĞUNUZ ZAMANLAR SİZİN DEĞİLDİR!

İnsan, zamanının bu kadar kısıtlı olduğuna inandırıldığı dünya da bir kafeden ne bekler? Konfor! Kalite! Sınıf atlatacak bir önreklam! Demli bir çay (Önemli)! Afili yemek isimleri! Vale! Tuhaf nargile isimleri! Maç yayını! Büyük ekran televizyonlar! Rahat hatta taht şeklinde koltuklar! Ya da kaosun ve paket kültürünün içerisinde kendisiyle ve etrafındakilerle güzel anılar biriktireceği huzurlu ve sağlıklı bir ortam mı! Bilmem, kişi bu bolluğun içerisinde ne istediğini unutur hale geliyor. Her gün ruhuna teneffüs eden renkli rüyalarda öleceğini unutacak kadar hedeflere kilitlenmiş ve yaşama yabancılaşmış buluyor kendini. Anıların değersizleştiği bu reklam kültüründe insan sadece bir kafeden değil hayattan ne bekleyeceğini bilemez halde sadece ana tutunan, yoksunlaşan hayatına bir anlam arar buluyor kendini. Bu nedenle kafeler bir insanın kişisel tarihinin, şehir içerisinde tekrar tekrar üretildikleri toplanma mekanları olması açısından çok önem taşıyor benim için. Bu mekanlar ruhsuzlaşmaya ihtiyaç duyan tüketim kültürünün yeniden üretildiği mekanlar haline gelirse sadece hizmet satın aldığınız, mekanla anlam bağı kuramadığınız için kendinize ait olmayan anılarla ayrıldığınız profesyonel şizofreni mekanları halini alçaktır bizim için. Öyle ki o anılar o kafenin kapısından çıktıktan sonra bizi terk edecek ve renkli, ışıklı diğer bir kafeye daha ihtiyaç duyarak, tekrar tekrar tüketim mekanları arar halde bulacağız kendimizi.  Tüketim kodlarıyla kurulmuş bir şehirde, tüm sakinliği, samimiyeti ve ruhuyla sizi içine alan, kapısından içeri girdiğinizde kendi dünyasıyla sizin dünyanızı kabul eden bir yer bulmak herkes için şanslı bir tesadüf olacaktır. Ben kendimi Bornova’daki Jazzy kafeye rastladığım günden beri o şanslı insanlardan hissediyorum. Yolunuz düşer de Jazzy Kafeye uğrarsanız, yiyip, içip sizin hemen kalkmanızı isteyen para hırsıyla yanan insanlarla karşılaşmayacaksınız. Duvarlarındaki, tavanlarındaki, masalarındaki saçma, klişe anlamlara muhtaç objeler ile size hayat satmaya, size biri olmayı dayatan hatta bunu sattığı için övünecek bir küstahlıkta bir kafeyle karşılaşmayacaksınız. Dostlarınızla veya tek başınıza oturduğunuz her dakika içindeki insanlarla, uğrayan misafirleriyle sizin ruhunuzu biraz olsun sakinleştirecek, kendi olma çabanızda size nefes aldıran bir dünyayla karşılaşacaksınız. Bu sakin ve huzurlu yerde kendinizi unutamayacağınız duygular ve anılar biriktirebilirsiniz. Orada müşteri değil orada var olan bir bireysiniz. Farkındayım ne menülerinden ne de sandalyelerinin konforundan bahsettim. Bence insanların damak zevkine ve konforlarını yönlendirmek dünyadaki en büyük küstahlıklardan biridir. Ama Bulut’un yaptığı gözlemeler bir harika. Bunu yazmasam olmazdı!

Birey kendi tarihini, kendi geçmişini oluşturduğu mekanlarla anlam bağı kuramazsa yaşadığı şehir ruhsuz ve huzursuz olur. İzmir kültür ve özgürlükler şehri olmakla övünürken, bu kavramların şehri olmak için neler yapmak gerektiğini düşünmeyi ve yaşayanlarıyla birlikte tartışmayı öğrenmek zorunda. Yoksa İzmir bataklık içerisinde Nilüfer çiçeğinden öte bir şehir olamayacak.