İstanbul’a ilk defa üniversitedeyken gitmiştim. Okulum sebebiyle planladığımız bir gezi için. İş bahane; tabii ki gitmişken gezecektik de. Ben de yıllar yılı merak ettiğim, hiç görmemiş olsam bile hep özlemle andığım bu şehri görme, azıcık da olsa keşfetme şansına erişecektim.
İstiklal Caddesi’ndeki ilk izlenimlerimi hatırlıyorum. Caddenin kalabalığı, insanların karmaşası, çeşitliliği, tüm duygularının ortasından geçen, o anı şenlendiren tramvayı… Bir de insanların bakışlarını hatırlıyorum. Daha karanlık, daha sıkıntılı, daha karmaşık…
Herkesin dediği kadar ürkütücü, hiç kimseye kulak asmayacak kadar güzeldi İstanbul.
İzmir’de doğup büyümüş biri için tabii ki farklı bir kaosu vardı. Yirmi sene öncenin İzmir’inden bahsediyorum ben de…
Tabii İstanbul da yirmi sene öncesinin İstanbul’u. İstiklal Caddesi bu kadar betona durmamış, kitapçılar, sinemalar, kafeler, barlar, Nevizade, Asmalımescit hepsi capcanlı…
Bu ilk seyahatimde ve daha sonrakilerde sadece Beyoğlu’nu değil Ortaköy’ü Galata’yı, Pier Loti’yi, adalarını ve bir sürü başka yerini gezdim. Beyaz yakalı iş dönemlerimin havaalanı-fabrika-market gezilerini de sayarsak İstanbul’a gittiğimi hiç mi hiç anlamadığım seyahatlerim de oldu. Sonrası 2015’ten beri Kadıköy… Bugünkü İstiklal’i fotoğrafları haricinde bilmiyorum yani ben. Bilme, anılarındaki gibi kalsın, demişlerdi; dedikleri gibi oldu. Şimdilik.
Bu aralar okuduğum bir kitap ise tüm o anılarımı canlandırırken beni 20’li yaşlarımın gençliğine götürdü. Mekânlarda dolaşıp kitabın hikâyelerine tanık olurken kendi hikâyelerimi de koydum yanlarına. İTÜ’nün Maçka Yerleşkesine sakladığım hayallerimle İnönü Stadı’nın önünden aşağı indim, o upuzun caddeden Ortaköy’e yürüdüm.
Bu mekânların içimde bu kadar canlı olduğunu da bilmiyordum doğrusu, onları bu kadar özlediğimi de. Bu aklımla o zamanı yeniden yaşamak isterdim ya; gençliğe özlem belki bu da…
Hepimizin varoluş mücadelesiydi o zamanlar. İstemediğimiz okullar, kalıplarına giremediğimiz şirketler, yaratmak istediğimiz hayat, düzene yenik düşmüş mutsuz tatminsiz ruhlar… Yaratıcılığımızı törpüleye törpüleye ölüme terk edildiğimiz, yaşadığımız sıkışmadan kurtulmak için hayallere, gecelere, kendi çapımızda zararsız serseriliklere sığındığımız zamanlar… Genç kadın ve genç erkekler olarak ailelerimizin beklentileri ve kendi isteklerimiz arasındaki köprüyü kurmaya, geçmeye, yıkmaya karar verdiğimiz, veremediğimiz zamanlar…
Kimimiz kırdı kabuklarını, kimimiz çatlattığı kadarıyla yetindi, kimi unuttu tüm asiliğini…
Mücadeleden sonra kırdıysan kabuğunu ne mutlu, kendi yolunu çizecek, yeni mücadeleler verecek, ama baş koyduğun yolda olmanın hazzına varacaksın. Çatlattığın kadarıyla yetindiysen olduğu gibi yaşayacaksın, bazen yuvarlanıp gideceksin, bazen küçük soluklar almaya bakacaksın, kendine ayırdığın zamanların tadını çıkaracaksın. Unutup küllendirdiysen içindeki ateşi, hatırlayana kadar kurduğun düzende yaşayacaksın.
Ama eğer o kabuğun içindeyse ve dışarı çıkmak isteyip ne çıkabiliyor ne de yerinde oturabiliyorsa insan; her gün yapmak zorunda oldukları ölümdür ona… Ölüme gider gibi gidilir işe, o istenmeyen hayata. Ve her hafta sonu iple çekilir biraz daha kendine yaklaşabilsin ya da kendinden kaçabilsin diye insan… Bir kimlik bir diğerinin doğuşu için öldürülür… Hangisi ölüm, hangisi yaşamdır?
İşte Resül Efe’nin ilk kitabı, ilk romanı “Bir Sonraki Ölüme Kadar” bir kaçışın, bir varoluş mücadelesinin, gençliği 2000’li yıllarda geçmiş bugünün üretenlerinin, Beyoğlu’nun romanı… Okuyup o günlere dönmek isteyenlere…